Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 22 Şubat 2021 Sohbeti
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz'e biat halinde olabilmekten bahsettiği, Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 22 Şubat 2021 tarihli sohbeti...
22 Şubat 2021 Sohbeti
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aziz, lâtif, mübârek, mücellâ, musaffâ, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının; hâssaten şehidlerimizin ve cümle geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine, üç ayların dînimiz, vatanımız, milletimiz ve bütün İslâm dünyasına rahmet, bereket olması niyaz ve duâsıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs!
Muhterem kardeşlerimiz!
Cenâb-ı Hakk’a hamd olsun, Rabbimiz bu sene de üç aylara kavuşabilmeyi ihsân etti. Ramazân-ı Şerîf’e de ulaştırır -inşâallah-.
Receb ve Şâban ayı, bir hazırlık. Bunu şöyle benzetebiliriz:
Nasıl bir müsabakaya girenler, daha evvelden kamplara çekilirler, ihtilâttan men kararı alırlar, o şeye hazırlanmak için, o müsabakaya. Bizim de yani mânen bir teşbihte bulunursak, Ramazân-ı Şerîf’e kalben hazırlıklı olabilmek… Ramazân-ı Şerîf de, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin bereketli bahar yağmurları gibi, Cenâb-ı Hakk’ın ihsânı, ikramı.
Tabi bu ayda, Regâib kandilini geçtik, önümüzde Mîrac Kandili var. O yalnız Efendimiz’e mahsus. Diğer peygamberlerde yok.
Şâban ayında Beraat Kandili gelecek. Ondan, en mühim Ramazân’ın sonuna doğru Kadir Gecesi gelecek. Yani Ramazan’da da o Kadir Gecesi’ne hazırlanmak, son on güne. Son on günde de Kadir Gecesi… Cenâb-ı Hak ne kadar Rasûlullah Efendimiz’i seviyor, Rasûlullâh’ın sevgisiyle, dolayısıyla mü’minleri seviyor;
“اَلْفِ شَهْرٍ” bin aydan daha hayırlı. (Bkz. el-Kadr, 3) Büyük bir lûtuf gecesi. Yani düşünelim; seksen küsur senelik bir ömrün faziletini Cenâb-ı Hak bir gecede ihsan ediyor.
Demek ki Cenâb-ı Hakk’ı ne kadar çok seveceğiz… Rasûlullah Efendimiz’i ne kadar çok seveceğiz…
Arkadan Cenâb-ı Hak bayram veriyor. İnşâallah, hayatımız, ömrümüz Ramazân-ı Şerîf minvâli üzerine geçer. “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.” Son nefes de bir bayram sabahı olur -inşâallah-.
Bilhassa bu üç aylar mevsimi; gönül âlemimizin tezkiye edileceği en güzel bir fırsat demleri.
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا
(“(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim.” [eş-Şems, 8])
Fücur bertaraf edilecek, takvâda mesafe alınacak.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])
İç âlem temizlenecek, cemâlî sıfatların mazharı hâle gelecek. Böylece Cenâb-ı Hak’la bir dostluk kurulacak.
Yani Cennet’i kazanabilmenin en kârlı bir mevsimindeyiz. Mânevî eğitim ayları diğer bakımdan. Bilhassa takvâda mesâfe katedebilmek…
Muâz bin Cebel’i -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Yemen’e gönderdi. Yemen’e gönderirken, uğurlamak için Medîne’nin dışına kadar beraber yürüdüler. Ondan sonra:
“–Ey Muâz dedi, belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki şu mescidimde şu kabrime uğrarsın!” diye işaret etti.
Muâz -radıyallâhu anh-, Efendimiz’in bu sözünü duyunca çok duygulandı, ağlamaya başladı, hüzünlendi.
Efendimiz:
“–Ağlama ey Muâz (ağlama)!” dedi. Efendimiz yüzünü Medîne’ye doğru çevirdi:
“–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun, Allâh’a karşı takvâ sâhibi olan müttakîlerdir.” (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)
Diğer bir hadîs-i şerîfte:
“Ümmetim bir yağmura benzer, önü mü sonu mu hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizî, Edeb, 81)
Allâhu a‘lem, biz son safhaya geldik. Efendimiz:
“Ben, ikindi vakti peygamberiyim.” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Kesir, Tefsîr, XII/6549)
Artık, Âdem -aleyhisselâm-’ın yaratıldığından beri mi, tam olarak bilemiyoruz;
“Ben, ikindi vakti peygamberiyim.” diyor. (Bkz. İbn-i Kesir, Tefsîr, XII/6549)
Zaten Efendimiz’in teşrifi, bir âhir zaman alâmeti. “Âhir zaman peygamberiyim (buyuruyor) daha peygamber yok.” (Bkz. Feyzu’l-Kadîr, II, 43, nr. 2694; Sahîh-i Buhârî, IV, 162- 163)
Aradan da 1450 sene geçti. Alâmetlere baktığımız zaman toplumda birtakım fâcialar var, Efendimiz’in bildirdiği alâmetler var, küçük alâmetler.
Demek ki, Efendimiz buyuruyor:
“Ümmetim bir yağmur gibidir, önü mü sonu mu hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizî, Edeb, 81)
Yani sonunda hayırlı olabilmek. Sonunda hayırlı bir yağmur tanesi olabilmek. Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin.
Rabbimiz, insanı mükerrem yarattı. Yani mükerrem olacak keyfiyette yarattı, vasıflar verdi. Ve kulundan dostluğu talep ediyor. Dâru’s-Selâm’a dâvet ediyor.
İstîdatlar ihsân etti.
نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي
(“…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…” [el-Hicr, 29; Sâd, 72]) buyuruyor.
Cemâlî sıfatlar kalpte tecellî edecek. Cenâb-ı Hak ile bir dostluk olacak. Peki, bu dostluk nasıl bir dostluk?
Cenâb-ı Hak ile Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’de nasıl bir dostluk varsa o dostluğa, o muhabbete yaklaşabilmek.
Rasûlullah Efendimiz ile Ebû Bekir -radıyallâhu anh- arasında nasıl bir dostluk varsa o dostluktan hisseler alabilmek.
Dostluğu güçlendiren nedir? Fedakârlıktır. Yani Allah bize ne imkân verdiyse; akıl, zekâ, mal, can, evlât vs. hepsini rızâ-yı ilâhî istikâmetinde istikâmetlendirebilmek.
Yani malımız mı var; malımızı Allah yolunda seferber edebilmek.
Beden gücümüz mü var; o gücü Allah yolunda kullanabilmek.
Evlâdımız mı var; onu Hak yoluna adayabilmek.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Biliniz ki, mallarınız ve evlâtlarınız, birer imtihan konusudur. Büyük mükâfat ise, (âhirette) Allah nezdindedir.” (el-Enfâl, 28)
Yani burada evlâtları unutmamamız lâzım. Evlâtlarımız, anne ve babaya verilen ilâhî emanetlerdir. Emanetlere vaktinde güzelce alâkadar olmamız zarûrî ki, onların temiz yüreklerine Allah ve Rasûlullah Efendimiz’in sevgisini, Kur’ân ve Sünnet kültürünü aşılamamız lâzım.
Yani anne-babanın en mühim vazifesi, mes’ûl olduğu vazife veyahut da kendisine sadaka-i câriye olacak vazife, evlâtlarını sâlih ve sâliha olarak, birer iffet ve edep timsâli olarak yetiştirmektir.
Gazâlî Hazretleri buyuruyor:
“Evlât, temiz bir toprak gibidir, hangi tohum atılırsa o büyür.”
Gül fidanı atarsan gül çıkar. Kendi hâline bırakırsan kaktüsler çıkar, dikenler çıkar.
“İyilik tohumu ekilirse din ve dünya saâdetine kavuşur. Annesi-babası ve hocası sevabına ortak olur. Lâkin şayet o toprağa fesat tohumu atılırsa helâk olur. Anne-babası, hocası bu ziyânın günahını çekerler.”
Evlâtlarımızı ve nesillerimizi, âhireti unutturan zehirli akımlardan muhafaza etmek, en ağır bir mes’ûliyetimiz. Nesli yetiştirme mes’ûliyeti ihmâl edilirse, âkıbet hazin olur. Evlâtlarımız, dinlerine ve medeniyetlerine yabancılaşır, kimliklerini kaybeder, başka yerin insanı olur.
Nasıl Cenâb-ı Hakk’a Nuh -aleyhisselâm-:
“–Yâ Rabbi, bu benim ehlimdir.” dedi. Cenâb-ı Hak:
“–Nuh, câhillerden olma dedi. Onun ameli gayr-i sâlihtir.” dedi. (Bkz. Hûd, 45-46)
En mühim vazifemiz, evlâdımızı korumaktır. Yine Gazâlî Hazretleri buyuruyor:
“Onu düzelterek, kötü huylardan tezkiye etmek.”
Meryem Vâlidemiz’in annesi Meryem Vâlidemiz’e hâmileyken, derdindeydi. Onun için onu Beyt-i Makdis’e adamanın çarelerine bakıyordu.
“Evlâtlara ahlâkı, fazileti öğretmek. Kötü arkadaşlardan -bilhassa bugün- kötü arkadaşların fesâdından korumak. Hevâ heves içinde bırakmamak. Onu dünya alâyişine, dünya ziynetlerine temâyül ettirmemek. Gaflet makamlarından uzakta tutabilmek.”
Çok zor, bu zamanda. Kolay bir iş değil.
“Çünkü ziynet, lüks, israf çılgınlığı ve dünya alâyişine alışınca, büyüdüğü zaman da onları elde etmek için, ömrünü ziyan etmiş olur.”
Bugün birtakım anne ve babalar, evlâtlarını Kur’ân tahsili alabileceği mekânlara göndermeye lüzum görmüyorlar.
“Ben öğretiyorum.” diyor. Yahut “Camiye, yaz tatilinde bir ay, iki ay gider öğrenir.” diyor. Yani dîni küçültüyor, ufaltıyor, İslâm kültüründen haberi yok!
Evlâtlarını aşırı bir rahatlık içinde yaşatmayı bir şefkat zannediyor. Yurt ve kurs gibi yerlerde mahrumiyeti yaşayacak diye endişe ediyor. Hâlbuki gerçek mahrumiyet, gerçek ayrılığı düşünmek îcâb eder.
Eğer evlâtlarımızı Allah yolunda yetiştiriyorsak, ona bir İslâm kültürü verebiliyorsak, o kültürle onu yaşatabiliyorsak, Cenâb-ı Hak:
سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ
(“Onlara merhametli Rabbʼin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58])
Büyük bir selâmla karşılanacak Cennet’te, büyük bir ihtişamla.
Yok; “uydum kalabalığa, ne yapalım, toplum böyle” derse, o zaman:
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ
“Ayrılın siz bütün günahkârlar bu tarafa!” (Yâsîn, 59)
“Siz Cehennem tarafına!” denilecek. En büyük ayrılık ölümle değil, oradaki ayrılık.
Evlâtlarımızı sâlih ve sâliha olarak yetiştirmek için, onların sâdık ve sâdıkalarla ünsiyetini kurmamız elzemdir. Sâlih ve sâdıkalarla ünsiyet kuramazsak, isterse peygamber yakını olsun, Cenâb-ı Hak, demin bahsettiğim gibi, Nuh -aleyhisselâm-’a;
“O aslâ senin ailenden değildir.” diyor. (Bkz. Hûd, 46)
İbrahim -aleyhisselâm-’a, “Babana dua etme!” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 113-114)
Ebû Leheb’e bir lânet var:
“تَبَّتْ يَدَا” buyruluyor. “Elleri kurusun!..” (Tebbet, 1) buyuruyor.
Ve Tahrim Sûresi’nde iki peygamber hanımının Cehennemlik olduğu bildiriliyor. Yani kocalarının peygamber olması kâfî gelmedi.
Düşünün bir peygamber ne kadar… Ümmeti irşâd ediyor, karıları ayrı dünyanın insanı…
En büyük mîras, arkamızdan İslâm karakter ve şahsiyetini temsil eden bir evlât bırakabilmektir.
Mâlum, Efendimiz buyuruyor:
“İnsan öldüğü zaman bütün amelleri kesilir, ancak üç şey bundan müstesnadır:
Sadaka-i câriye, istifâde edilen ilim, kendisine duâ eden hayırlı bir evlât.” (Müslim, Vasiyyet, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36)
Yani şu hakîkati hiçbir zaman unutmamamız lâzım:
Cennet, bu dünyada pazarlanıyor. Çok pazarlar var bu dünyada. Dünyevî pazarlar var. Dünyevî pazarlar içinde bir âhiret pazarı var. Bu pazarlıkta da fedakârlık isteniyor.
Ashâb-ı kirâm, “fedâ-yı cân” hâlinde yaşadı. Dünya alâyişinden uzak kaldı. Nefsin tuzağı olan her türlü dünya nîmetinden ferâgat ettiler.
Onlar hayatlarında; “Yoruldum, üşendim, bıktım.” ifadeleri onlarda hiç olmadı. Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıkça, fedakâr yaşadıkça, şevkleri, heyecanları arttı. Onların Allâh’a olan dostluğu, Rasûlullâh’a olan dostluğunu hiçbir şey değiştiremedi. Cenâb-ı Hak ile dostluktan, Allah Rasûlü ile dostluktan büyük bir haz ve lezzet hâlinde yaşadılar.
İnsan olan her yere sefer ettiler. Tâ Çin’den Semerkand, insan olan Afrika, vs. Kayrevan, Dağıstan vs…
Biz bu dünyaya kul olmak için geldik. Dünya bir mektep. Hem de dehşetli bir mektep. Laboratuvarı çok geniş. Zerreden küreye her şey ilâhî azametin şahidi.
Cenâb-ı Hak’la dost olabilmek. Bu da birçok âyetlerde, canı ve malı Allâh’a adamakla gerçekleşiyor bu dostluk.
Âyet-i kerîmede buyuruyor, 111. âyet, okunan:
“Allah mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır. (Malı veren Allah, canı veren Allah. Biz malımızı da kendimiz elde etmiyoruz, canımızı da kendimiz yaşatamıyoruz.) Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da Allah üzerine hak bir vaattir.
[İşte ashâb-ı kirâm “Yâ Rasûlâllah, emret!” dediler. Hattâ, Uhud’da şehid olmaya bey’at ettiler.
Fâtih’in askerleri İstanbul surlarına tırmanırken, birbirlerini takviye ediyorlardı; “Bugün şehid olma sırası bize geldi!” diyorlardı. Âyetin devamında:]
Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O hâlde Allah’la yapmış olduğunuz bu alışverişten sevinin (buyuruyor Cenâb-ı Hak). İşte bu, (gerçekten) büyük bir kazançtır.” (et-Tevbe, 111)
Demek ki, zorluklardan sonra Cenâb-ı Hak büyük mükâfatlar veriyor. Onun için bu dünyada da şeytanın şerrinden, nefsin şerrinden kendimizi koruyabilmek.
Nübüvvetin 13. senesinde Akabe Bey’ati oldu. Medîne halkından yetmiş küsur kişi geldi, Mekke’de Rasûlullah Efendimiz’e bîat ettiler.
Abdullah bin Revâha dedi ki:
“–Yâ Rasûlâllah dedi; biz Sana bey’at ediyoruz. Bunun karşılığında ne var?” dedi.
Rasûlullah Efendimiz;
“–Cennet var!” dedi. Allâh’a bîat, Rasûlullah’a bîat.
Abdullah bin Revâha:
“–Yâ Rasûlâllah! Ne güzel bir alışveriş yaptık dedi. Biz bu alışverişten aslâ dönmeyiz!” dedi. (Bkz. İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)
Onun üzerine bu âyet-i kerîme indi; mallarıyla, canlarıyla Cennet’i satın aldılar.
Demek ki en mühim, kalbin tahsili; malı nasıl kullanacak, canı nasıl kullanacak, evlâdı nasıl yetiştirecek? Devrin akışından kendini ne kadar mes’ûl görecek?
Bugün de Efendimiz’e, O’na tâbî olmaya, O’nun ahlâkını ve Sünnet-i Seniyye’sini korumak, bu muhtevâ içinde gayret etmekle ancak olur. Eğer gönlümüz, Rasûlullah Efendimiz’le beraber olursa, ashâbı taşıdı, ashâbı daima Rasûlullâh’ı gönlünde taşıdı. Tâ Çin’e giderken, Semerkand’a, dünyanın bir ucuna giderken, hep gönlünde Rasûlullah Efendimiz vardı. Neyle vardı? Râbıtayla vardı. Hep Rasûlullah Efendimiz’le bir râbıta hâlindeydi.
Velhâsıl O’na muhabbet ve ittibâ olursa, iki cihanda ilâhî azaptan -biiznillah- muhafaza oluruz -inşâallah-.
Yine âyet-i kerîme, Enfâl Sûresi 33. âyet:
“Hâlbuki Sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir…”
Mekke’de çok ağır zulümler vardı, fakat oraya bir azap inmedi. Rasûlullah Efendimiz hicret edince, azap inmeye başladı. Havaya baksalar gözleri kararıyordu, bembeyaz görüyorlardı. En nihâyet Rasûlullah Efendimiz’e geldiler:
“–Aman dediler, duâ et, biz Sana tâbî olacağız dediler ama, bu geçsin.” dediler.
Birincisi o: “Allah Rasûlü sizin içindeyken Allah onlara azap edecek değildir.” İkincisi:
“…Onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.” (el-Enfâl, 33)
Onun için üç aylarda bilhassa bu seher vakitleri çok mühim. Cenâb-ı Hak:
“وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ” (“…Seherlerde istiğfar edenler.” (Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor.
Yine bu âyet-i kerîmede; Rasûlullah Efendimiz’in yaşadığı müddetçe, O’nun içinde bulunduğu topluma azap inmeyeceğinin müjdesi var.
Müfessirler de işârî mânâ veriyorlar:
“Efendimiz’in sünnetini bir toplum yaşamaya devam ederse, o ümmete bir toplu bir azap inmeyeceğini ifade ediyor. Ayrıca bu âyet Peygamberimiz’in Allah katındaki şeref ve kıymetini gösteriyor.”
Yani Allah Rasûlü içindeyken azap inmiyor.
Demek ki ne kadar kalbimizde -işârî mânâ olarak- Rasûlullah Efendimiz’i taşıyabiliyorsak, bir takvâ hâlinde yaşayabiliyorsak, O’nun Sünnet-i Seniyye’si muhtevâsında hayatımızı tanzim ediyorsak, -inşâallah- bizi kurtarır.
Daima bugün de bu Akabe bîatının içindeyiz. Malımızla, canımızla, her şeyimizle Allâh’a bîat, Rasûlullah’a bîat, O’nu korumaya bîat.
Bîatü’r-Rıdvan’ın içindeyiz. Orada, ağaç altında, Fetih Sûresi’nde, geldi ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlâllah dedi, gönlünde ne varsa gönlüne biat ediyoruz.” dedi.
Efendimiz Uhud’da mahzun oldu. Hazret-i Hamza şehid edildi. 70 tane şehid verildi, mahzun oldu. Gözleri yaşla doldu. Sahâbî geldi:
“–Yâ Rasûlâllah, biz şehid olmaya, ölmeye bîat ediyoruz dediler, Sen müsterih ol.” dediler.
Demek ki ne kadar bir Efendimiz’e bîat hâlindeysek, o kadar yüreğimizde Rasûlullah Efendimiz var demektir.
Yine Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresi’nin 100. âyetinde:
“(İslâm dînine girme hususunda) öne geçen ilk muhâcirler…”
Bunlar 13 sene zulüm gördü. Nasıl zulüm gördü? Malları, canları hepsi bir zulüm altında oldu. Malları gasp edildi. Onlar dinden/İslâm’dan hiçbir tâviz vermediler. Ölümü göze aldılar. Bir kısmı katledildi, şehid edildi, bir tâviz vermediler.
Demek ki burada şunu düşüneceğiz; Cenâb-ı Hak îmâna göre nasıl bir haz veriyor. Nasıl bir rûha bir güç veriyor ki o ıztırâba katlanıyor.
O Muhâcirler, Ensâr; Mekkeli, Medîneliler, onlar da üç kıskaç arasında. Münâfıklar var, yahudiler var, müşrikler var. Ahkâm âyetleri iniyor, tatbikat hâlinde. Müşriklerden de devamlı taarruz var. Bedir’di, Uhud’du, Hendek’ti, vs.
Demek ki Muhâcirden, Ensardan Allah râzı oluyor. Yani Cenâb-ı Hak bizleri de onlar gibi olmamızı istiyor. Yani bir Mekkeliler gibi, bir Medîneliler gibi, asr-ı saâdetteki. Fedakârlık, îmânı güçlendirmek, îmânın hazzıyla, birtakım cefalara katlanabilmek. Elhamdülillah, fazla bir cefâ da yok çok şükür.
Câfer Sâdık Hazretleri:
“Ey Âdemoğlu diyor, canının kadrini bil (kıymetini bil canının). Allah Teâlâ sana canının kadrini öğretti. (Kendinden bir sır verdi.) O, senin canın karşılığında Cennet’ten başka bir bedele râzı olmadı.”
Bak seni ne kadar seviyor ki Allah, sana Cennet’i veriyor. Ondan daha aşağı bir şey vermeyecek.
Mevlânâ da diyor ki Mesnevî’sinde:
“Zavallı insan diyor. Kendini gereği gibi bilemedi buyuruyor. (Yani kendine Allâh’ın verdiği nîmetleri tartamadı diyor. Tefekkür edemedi diyor.) Tanıyamadı (Cenâb-ı Hakk’ı diyor). Çok diyor, ötelerden, ezel âleminden geldi (insan, bu nefis arzularıyla) bu kirli dünyaya düştü diyor.
İnsan kendini ucuza sattı (diyor. Nefsânî arzulara sattı kendisini). O çok değerli atlas bir kumaş gibi idi; kendini bir hırkaya yamadı.”
Yani insanın, yüzünü kendinde bulunan ilâhî emanete, yani rûhuna çevirmesi, onun kusurlarını ikmâle çalışması lâzım. Bu, “nefs-i levvâme” buyuruyor Cenâb-ı Hak. “Tutarsız nefs.” Denge yok. Bir yapıyor, bir bırakıyor, pişman oluyor, sonra tekrar yapıyor.
Çünkü insan, bedeni ile değil, rûhu ile insandır.
En büyük bir lûtuf, -elhamdülillâh- Rabbimiz’e îmânımız var. Bizi yoktan vâr eden, Cenâb-ı Hak. Sayıya gelmez nîmetler ihsân eden, Cenâb-ı Hak. Bütün o mahlûkat yarattı, hepsinin, mahlûkâtın en üstünü insan, eğer Allâh’a kul olabilirse.
Lûtf u keremiyle îfâ ettiğimiz bütün hayırları, îfâ etme/yapma gücünü verdi. Dinden bir tâviz istenmiyor.
Beşîr bin Hasâsiyye anlatıyor:
Daha diyor, yeni diyor, müslüman olunca Rasûlullah Efendimiz’e geldim diyor, huzûruna geldim diyor. Rasûlullah Efendimiz bana, îmânın şartını, İslâm’ın şartını saydı diyor. Ben:
“–Tamam yâ Rasûlâllah dedim. Benden iki şeyi kaldır, bunlardan bana, benim gücüm yetmez. Biri cihaddır, öbürü sadakadır.” Zekât, sadaka vs…
Cihad nedir? Allah yolunda gayret etmek, adam öldürmek değil. Gönülleri fethetmektir, insanları hidâyete kavuşturmaktır. Onun için ağır bir mesâi sarf etmek.
“–Yâ Rasûlâllah! Benim dedi, canım kıymetli, beni cihaddan dedi ve dedi beni sadakadan muaf tut.” dedi.
Efendimiz, elinden tuttu, şöyle bir salladı iyice:
“–Cihad yok dedi, sadaka yok dedi; peki sen nasıl Cennet’e gireceksin o zaman?!” dedi.
Bunun üzerine tabi titredi, korktu:
“–Yâ Rasûlâllah! Bey’at ediyorum.” dedi. (Koştuğun bütün şartları kabul ediyorum dedi.) (Bkz. Ahmed, V, 224)
Cenâb-ı Hak, îmânın seviyesini göstermek için bize;
–Firavun’un sihirbazlarının uğradığı zulmü bildiriyor.
–Ashâb-ı Uhdud’un ateş çukurunda yaktığı müslümanları bildiriyor.
Maldan misal; mallarıyla, canlarıyla… Cenâb-ı Hak:
“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça birr’e vâsıl olamazsınız. (Allâh’a yaklaşamazsınız.) Her ne harcarsanız, onu Allah hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)
Yine bir âyette bir ibret:
“…Kötü malları (diyor), hayır diye vermeye kalkışmayın (diyor). Biliniz ki Allah zengindir, övgüye lâyıktır.” (el-Bakara, 267)
Yani artık bir eski malları vermeyin diyor. Eski mallar ne olur, temizlersin, ütülersin, tertemiz şekilde vereceksen verirsin.
Zira “…Sadakaları (Allah) alır…” (et-Tevbe, 104) buyuruyor.
Hadîs-i şerîf:
“Hiç şüphesiz ki sadaka, muhtaç onu almadan evvel, önce Allâh’ın eline geçer.” (Münâvî, Künûzü’l-Hakāyık, s. 34)
Mecâzî tabi, ondan sonra o sadaka alan kişinin eline geçer.
Yani demek ki sadaka veren, iyilik eden bir kimse çok düşünecek bunu.
Cenâb-ı Hak görüyor. “Ben alırım” diyor, “يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ” (“…Sadakaları (Allah) alır…” (et-Tevbe, 104]) buyuruyor.
Diğer bir âyette de; verirken Cenâb-ı Hakk’ın mülkünden veriyorsun, kendinin bir şeyi yok. Onun için Cenâb-ı Hak:
“…Başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırları boşa çıkarmayın…” (el-Bakara, 264) buyuruyor.
Verirken bir nezâketle vereceksin. Hattâ sevineceksin verirken. “Allah bana nasîb etti, elhamdülillâh!” diyeceksin.
Âişe Vâlidemiz buyuruyor:
“Ganimetler gelirdi, ev taşardı diyor. Efendimiz sevinçle hepsini dağıtırdı diyor. Bir şey kalmazdı.” diyor.
O diyor, dağıtmanın, sevindirmenin hazzıyla doyardı kendisi diyor. O mânevî gıdâ ile doyardı buyuruyor. Büyük haz duyardı diyor bir mü’mini sevindirmekten Efendimiz.
Hazret-i Câbir naklediyor:
“Muhâcir ve Ensâr’dan imkânı olup da malını vakfetmemiş bulunan tek kişi bilmiyorum.” (İbnü Kudâme, el-Muğnî, V, 598)
Misaller çok. Candan misal:
Câbir bin Abdullah var, o şöyle naklediyor:
“Uhud Harbi’nden önce, bir gece evvel, babam benim yanıma geldi diyor Câbir. Dedi ki:
«-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sahâbîlerinden ilk şehîd edilecek kişinin ben olacağımı zannediyorum dedi. Rasûlullah’tan sonra, benim için geride bırakacağım en kıymetli kişi sensin dedi Câbir’e, oğluna. Borçlarım var dedi, onları öde dedi. Kardeşlerine dâimâ iyi muâmelede bulun.» dedi.”
Diğer bir rivâyette:
“–Câbir dedi! Evde himâyeye muhtaç kızlar olmasaydı senin de şehîd olmanı isterdim!..” dedi. (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 78)
Ne büyük bir îman heyecanı!..
Yine burada, Âl-i İmrân Sûresi 172. âyette bir kıssayı bildiriyor Cenâb-ı Hak:
Uhud Gazvesi bitti. “Düşmanı kovalayalım dedi, Hamrâü’l-Esed’e kadar.” dedi.
İki kardeş… Biri hafif yaralı, biri ağır yaralı. Hafif yaralı, dedi ki ağır yaralı, birbirlerine:
“–Rasûlullah Efendimiz bizim Hamrâü’l-Esed’e kadar düşmanı kovalamamızı söylüyor, buyuruyor. Fakat görüyorsun kardeşim diyor, ben hafif yaralıyım, sen ağır yaralısın. Ne yapacağız?” diyor.
“–Yok diyor, çâre yok diyor, biz de Rasûlullah Efendimiz’in yanında olmaktan, O’nunla beraber olmaktan, O’nun arzusunu yerine getirmekten başka bir şey düşünmeyelim.”
Ağır yaralıya diyor ki hafif yaralı kardeş:
“–Sen benim koluma girersin diyor, beraber yürürüz diyor. Tâkatin bittiği yerde ben seni sırtıma alırım.” diyor. Bu şekilde Hamrâü’l-Esed’e kadar gidiyorlar.
Cenâb-ı Hak âyette:
“Yara aldıktan sonra yine Allâh’ın ve Peygamber’in çağrısına uyanlar (özellikle) bunların içinden iyilik yapanlar ve takvâ sahibi olanlar için pek büyük bir mükâfat vardır.” (Âl-i İmrân, 172)
Demek ki bu zorluklarda… İkisi de yaralı. Yani gitmeseler, mâzurlar.
Bu, Mûte Harbi’ne giderken de, Efendimiz, Zeyd’i seçti, Câfer’i seçti, Abdullah bin Revâha’yı seçti.
“–Üçünüz de şehid olursanız dedi, aranızdan bir kumandan seçer asker.” dedi.
Üçü de şehid olacağını biliyordu. Hattâ bir yahudi dedi ki:
“–Eğer dedi, peygamberse dedi, siz üçünüz de şehid olacaksınız dedi, öleceksiniz.” dedi.
Onlar, güler yüzle gittiler. Üçü de Efendimiz’in buyurduğu gibi şehid oldu.
Peygamber Efendimiz’in sahâbî en ufak bir arzusunu bildiği zaman, sahâbî efendimiz hiç tereddüt etmezdi:
“–Yâ Rasûlâllah emret derdi, emret, çekinme derdi. Canım, malım, her şeyim Sana feda olsun yâ Rasûlâllah!” derlerdi.
“–Yabancı krallara bu mektupları kim götürecek, davet mektuplarını?”
Ucunda ölüm ihtimâli kuvvetli. Yani kelle uçuran cellâtların yanında Efendimiz’in mektubunu okuyacaklardı. Hepsinin tek gayesi, Allah Rasûlü’nün gönlünde yeri olsun.
Sahâbî Mekke’de îmânını korudu. Medîne’de o ahkâm âyetlerini yerine getirdi. Bir yandan yahudiler, bir taraftan Mekkeli müşrikler, bir taraftan münâfıkların; üç ateşin arasında sahâbî.
Cenâb-ı Hakk’a, her inen emre, ahkâm âyetlerine; سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا (“işittik ve itaat ettik” [el-Bakara, 285]) buyuruyordu.
Yani “Benim miras, daha evvel örfî miras, böyle mi olsun, şöyle mi olsun?” değil! “Allah Rasûlü ne emretse, o şekilde olacak.” diyorlardı. Bütün bir hukuk…
Tesettür âyeti öyle. İndiği zaman, elbiselerinden parça kestiler başlarını kapatarak, o şekilde girdiler.
Allâh’ın bu mükâfâtı karısında, müslüman olmak en büyük mükâfat, Cenâb-ı Hak ile olan dostluğun bir şükrânesi ve Allâh’ın şahidi olarak dünyanın dört bir tarafına sefere gittiler. Üşenmediler, yorulmadılar. O, içlerindeki o ilâhî haz, kendilerine büyük bir güç verdi. Yani böylece canlarını ve mallarını Allâh’a yaklaşmanın sermayesi hâline getirdiler.
Yani iki hususiyeti vardı dînin. Sahâbî o iki hususiyeti de en güzel yaşıyordu. Biri:
Tâzim li emrillâh: Allâh’ın bütün emirlerini bir tâzimle îfâ etme.
İkincisi:
Şefkat alâ halkıllâh: Allâh’ın bütün mahlûkâtına şefkat etme, merhamet gösterme.
Cenâb-ı Hak:
“Allah uğrunda, hakkını vererek cihâd edin!..” (el-Hacc, 78) buyuruyor.
Müslümanlığın ne şekilde olacak? “بُنْيَانٌ مَرْصُوصٌ” var, “üst üste konulmuş kerpiçler gibi” olacak. (Bkz. es-Saff, 4)
Saff Sûresi 10. âyette:
“Ey îmân edenler! Acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi?” (es-Saff, 10)
Acı bir azap; Cehennem azâbı, kabir azâbı.
“Allah ve Rasûl’üne inanır (îmân eder, îmânın göstergesi olarak) mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok daha hayırlıdır.
İşte bu takdirde; Allah günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan Cennetlere, Adn Cennetlerine, güzel meskenlere koyar. İşte bu büyük kurtuluştur.” (es-Saff, 11-12)
Tabi bir grup geliyor; bedevîler, “inandık” diyorlar. Tabi ganimet almak için. Onlara da sert bir âyet iniyor. (Bkz. el-Hucurât, 14)
Yine bu, Hucurat Sûresi, 14-15. âyetinde:
“Mü’minler ancak Allâh’a ve Rasûl’üne îmân eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihâd edenlerdir. İşte sâdık olan / gerçek mü’min, ancak onlardır.” (el-Hucurât, 15)
Efendim, Tebük Seferi oldu. Bu Tebük Seferi, ilk Haçlı Seferi’ne karşı bir mukâvemetti. Burada münâfıklar dediler ki:
“–Bu havada dediler, sefere mi çıkılır?”
Tâ Medîne’den şeye kadar yürüyecekler, deveyle veyahut da atla veyahut da mâşiyen. Tam böyle sıcağın, hurmaların piştiği mevsim. Onlar muhalefet ettiler, geride kaldılar.
“…Mallarıyla, canlarıyla cihad etmeyi (kendilerine göre) çirkin gördüler (bu sıcak havada diye).
“–Bu sıcakta sefere çıkmayın!” dediler (birbirlerine. Cenâb-ı Hak da:)
De ki:
«–Cehennem ateşi daha sıcaktır!..»” (et-Tevbe, 81)
Demek ki namazı ihmâl ettik, orucu ihmâl ettik, şunu ihmâl ettik, birtakım farzlarımızı tam olarak îfâ edemedik. Demek ki bu âyeti hep düşünelim, “Cehennem ateşi daha sıcak!” (et-Tevbe, 81)
Ondan sonra:
“Fakat Peygamber ve O’nunla inananlar; mallarıyla, canlarıyla cihâd ettiler…” (et-Tevbe, 88) buyruluyor.
Burada bu Tebük Seferi’nde Abdullah Zülbicâdeyn var. Bunun durumu da çok câlib-i dikkat. Bu zât, Mekke’de amcasının yanında çalışıyordu.
“–Amca dedi, ben dedi, müslüman olacağım dedi. Rasûlullah’ın yanına gideceğim.” dedi.
İyice bir dövdü. Üzerinden elbiseleri de aldı, çıplak olarak:
“–Haydi git, defol!” dedi.
Ağlayarak annesinin yanına gitti.
“–Anne dedi, böyle böyle…” dedi. Annesi de acıdı. Hiçbir şeyleri de yok verecek. Bir kilim vardı, kilimi şöyle ikiye böldü.
“–Bunu oğlum beline sarar, bunu da üstüne alırsın.” dedi. Bu şekilde, ayakları parçalanarak Medîne’ye geldi.
Efendimiz onu gördü:
“–Zülbicâdeyn sen misin?” dedi. “İki parçaya bürünen.”
O hep Efendimiz’in yanından ayrılmadı hiç. Daima Kur’ân’ı tahsil etti. Bu, Tebük Seferi olunca:
“–Yâ Rasûlâllah! Sen’den bir ricam var benim dedi, ne olursun dedi, bana dedi, duâ et ki ben Tebük Seferi’ne iştirâk edeyim, vücudum parça parça olsun, şehid olayım Allah yolunda dedi.
Rasûlullah Efendimiz:
“–Zülbicâdeyn dedi, Allah yolunda sefere çıkarsın dedi, hastalanırsın dedi, yine Cenâb-ı Hak sana şehid sevabı verir.” dedi.
“–Yok yâ Rasûlâllah, parçalanayım.” dedi.
Hakîkaten Efendimiz’in bir mûcizesi; hastalandı, hummâya tutuldu, orada vefat etti.
Abdullah ibn-i Mes’ûd diyor ki:
Baktım diyor, bir gece diyor, Rasûlullah öndeydi diyor -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, arkasında Ebû Bekir vardı, Ömer vardı arkada diyor. Onların kucağında bir şey vardı diyor. Ben uzaktan takip ettim. Baktım diyor, bir çukur kazdılar diyor, Rasûlullah çukura indi diyor:
“–Kardeşcağızı benim kucağıma verin.” dedi diyor. Zülbicâdeyn’i aldı, indirdi kabre diyor.
İbn-i Mes’ûd diyor ki:
“O diyor, kardeşcağızım diyor, ona diyor o kadar çok gıpta ettim ki, keşke o Zülbicâdeyn yerine ben olsaydım, Allah Rasûlü beni indirseydi.” diye. (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 183; Vâkıdî, III, 1013-1014; İbn-i Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 227)
Yani nasıl bir muhabbet, nasıl bir sevgi… Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin.
Yine birisi geç kaldı. Ebû Hayseme vardı, geç kaldı. Malı mülkü çoktu vs. idi. Hurmaları hanımları önüne serdi. Soğuk su da getirdi. Düşündü:
Ben şimdi bu hurmaları yiyeceğim dedi. Soğuk su içeceğim dedi. Rasûlullah dedi, binbir meşakkatle o çöllerin içinde dedi. Bu nasıl olacak dedi. Kaldırın dedi hizmetkârlarına. Hazırlanalım dedi. Arkadan gitti. Efendimiz’e Tebük’te yetişti. Efendimiz de:
“–Yâ Ebâ Hayseme dedi, az kaldı helâk olacaktın dedi iştirâk etmediğin için.” (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 174; Vâkıdî, III, 998)
Mâzeretsiz iştirâk etmeyen Kâ‘b bin Mâlik var, Mürâre bin Rebî vardı, Hilâl bin Ümeyye vardı. Bunlara sordu Efendimiz.
“–Bugün, yarın, derken kaçırdık.” dediler.
“–Bekleyin.” dedi. “Âyet insin.” dedi. 55 gün sonra âyet indi. O zamana kadar “selâm vermeyeceksiniz” dedi.
Ki bunlar, Bedir’e katılmışlardı, bütün gazvelere, yalnız bir gazveye katılmadılar. Ondan sonra âyet geldi, affedildiler. Öyle bir sevindiler ki, Kâ‘b bin Mâlik geldi:
“–Bütün malımı veriyorum.” dedi sevincinden.
“–Yok dedi sen şu kadarını ver, gerisi kalsın.” dedi. (Buhârî, Megâzî, 79)
Demek ki buradan ne anlıyoruz? Büyük İslâmî gayretin içine girmemiz lâzım. Baştan evlâtlarımızla, çevremizle, akrabalarımızla. En mühim vazife cihad; onlara İslâm kültürünü verebilmek, Rasûlullah Efendimiz’in muhabbetini verebilmek. Tabi bunu yaşayarak vereceğiz. Güzel ahlâkımızla vereceğiz.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Allah yolunda infâk edin, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Bir de ihsanda bulunun, zira Allah ihsan edenleri sever.” (el-Bakara, 195)
Yine, âmâ İbn-i Ümm-i Mektûm var. Efendimiz onu bırakırdı seferde. O, namaz kıldırırdı, âmâ idi kendisi. Kadisiye harplerinde;
“–Ben dedi, iştirâk edeceğim.” Efendimiz’in vefatından sonra.
“–Sen âmâsın dediler, nasıl harp edeceksin?” dediler.
“–Yok dedi, ben dedi bayrağı/sancağı dik olarak tutarım dedi. Askerin arkada hâlet-i rûhiyesi yükselir.” dedi. O şekilde Kadisiye harplerine girdi âmâ olarak.
Velhâsıl bütün rahmetler, zahmet ve fedakârlıktan sonra gelir. Dâimâ şunu tefekkür edeceğiz:
Dünyada ahiret için varız. Âhiret için dünyaya gönderildik. Dünya geçici bir imtihan dershanesi.
Yine Âl-i İmrân 186:
“Andolsun ki, mallarınız, canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz…” (Âl-i İmrân, 186)
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyuruyor:
“Allah Teâlâ dînini yaşayan kimsenin dünyasını da güzelleştirir.”
Ne verir? Huzur verir, kanaat verir, tefekkür ufku açılır. Kâinat kitaplarını okumaya başlar, sayfalarını çevirmeye başlar.
Ondan sonra gelen âyet… Şimdi bunlar, canlarını-mallarını fedâ edenler. Ne vasıfları var bunların? Bunlar, bu alışveriş yapanlar mallarıyla-canlarıyla, bir;
“Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar (Allah için yolculuk edenler), rükû edenler, secde edenler, emr-i bi’l-mârûfta bulunanlar, Allâh’ın sınırlarını koruyanlar. Onları müjdele!” (Bkz. et-Tevbe, 112) buyuruyor.
Yani canını verecek ama bu sıfatlarla da mücehhez olacak.
Birincisi:
“اَلتَّاۤئِبُونَ” Bunlar tevbe edenler samimiyetle. Sâlih amel işleyenler. Cenâb-ı Hak Lokman Sûresi’nin 33. âyetinde:
“…Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33; Bkz. Fâtır, 5)
Evet, Allah Rahman ve Rahîm. Azîzü’n-züntikam da var.
Demek ki Allah muhakkak merhameti sonsuz. Fakat bizden de “عَمَلًا صَالِحًا” sâlih ameller istiyor Rabbimiz.
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (ez-Zümer, 53)
İkinci âyet:
“Size azap gelip çatmadan önce (başınıza felâket gelmeden evvel, ölüm gelmeden evvel) Rabbinize dönün, (yani Kur’ân-ı Kerîm’in, Sünnet’in muhtevâsı içinde hayatınızı yaşayın ve tevbe edin) O’na teslim olun (Allâh’a), sonra size yardım edilmez.” (ez-Zümer, 54) Kötü yolun yolcusu olursunuz!..
Cenâb-ı Hak nasıl bir tevbe? “تَوْبَةً نَصُوحًا” (Tahrim, 8) buyruluyor.
Âdem -aleyhisselâm- ve Havvâ Vâlidemiz, yaptığı bir zelleden dolayı dünya üzerinde kırk sene ayrı ayrı mekânlarda istiğfar hâlinde oldular. Kırk sene! Kırk sene sonra ancak af geldi.
Rûhu’l-Beyan tefsiri var İsmâil Hakkı Hazretleri’nin.
“Tevbenin kabul edildiğinin dört alâmeti vardır buyuruyor Rûhu’l-Beyan’da:
Birincisi: Tevbe eden kimsenin, fâsıklarla olan münasebeti tamamen kesmeli. (Fâsıklarla irtibatını kesmeli.) Sâlih zatlarla birlikte olmalı. Nerelerde olursa olsunlar, onların meclislerine (sâdıkların meclisine) devam etmeli. (Nedir işte bu? Sohbetler… “Aman bugün işim vardı vs…” Yok! Sohbet önde olacak, işin ondan sonra gelecek.)
İkincisi: İbadetlerle meşgul olması. Çünkü insan gerçekten kalbiyle dönüş yaptığı zaman, bütün uzuvların yaratılış gayesine boyun eğdiği müşâhede edilir. Bir ağacın kökü iyi olduğu zaman, dalı meyve verir. (Onu ibadetleri bir huşû ile îfâ edebilmek.)
Üçüncüsü: Dünyanın nefsânî arzuları ondan kaybolur gider. Çünkü Allâh’a yönelen kimse, O’nun dışındaki bir şeyler onu cezbetmez. (Nitekim Rasûlullah Efendimiz daima yere bakardı, semâya bakardı, bir hüzün içindeydi. Neyin hüznü? Allâh’a güzel bir kul olabilme. Efendimiz cihânın Fahr-i Ebedî’si.)
Dördüncüsü: Tevbe eden kimsenin gönlünün, Allâh’ın kendisi için kefil olduğu rızık konusunda değil, Allah Teâlâ’nın emrettiği şeylerle meşgul olması.”
Yani dünya telâşesinden çıkması, rızık telâşesinden. Allâh’ın emrettiği şeylerle meşgul olması. Rızkını Allah gönderiyor, fakat yolunda bulunacak.
Yine tevbenin şartları:
- Günahtan kat’î olarak vazgeçme.
- Pişmanlık. Onun ıztırâbını duyma.
Amel-i sâlihle te’yid etme.
Seriyy-i Sakatî Hazretleri:
“Kardeşinin derdiyle dertlenmeyen, bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87) hadîs-i şerîfini okuyordu. O sırada bir talebesi geldi:
“–Üstad dedi, sizin mahalle yandı dedi. Bir sizin ev kurtuldu dedi.
“–Elhamdülillâh.” dedi, “sevindim” dedi.
“30 senedir tevbesi içindeyim. Kendi evimin yanmadığına sevindim, yananları düşünemedim o anda. Bunun 30 senedir ıztırâbını duyuyorum dedi, bu yaptığım günahın dedi, bu gafletimin.” dedi.
Demek ki tevbenin şartları:
Vazgeçmek, pişmanlık, amel-i sâlihlerle te’yid etme.
İkincisi:
“اَلْعَابِدُونَ” buyruluyor. Yani “ibadet edenler”. İbadetler birer vitamin.
Namaz ayrı bir vitamin; fahşâ ve münkerden koruyacak.
Oruç ayrı bir vitamin. Allâh’ın kadrini, Allâh’ın ikramını düşünecek. Merhameti artacak yoksulların durumu…
Zekât, sadaka, infak… Mülk Allâh’ındır idrâki içinde. Verirken sevinecek.
“Elhamdülillah yâ Rabbi! Ben Sen’in bir kulunu Sen’in vâsıtanla sevindiriyorum.” diyecek. Onun hazzını duyacak:
“Mal da Sen’in, mülk de Sen’indir yâ Rabbi!” diyecek.
Kendisi riyâzat hâlinde yaşayacak, verecek.
Hac: Dehşet o da. Bir kefen iklimi. Ot koparma yok, av avlama yok, avcıya avı gösterme yok.
Velhâsıl kul devamlı bir hamd hâlinde olacak.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
(“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” [el-Fâtiha, 2])
Hamd nedir? Hamd bir şükür ifadesidir. Hamd, Cenâb-ı Hakk’a bir övgüdür.
“اَلسَّاۤئِحُونَ” Burada oruç tutanlar buyruluyor ve yolculuk edenler.
Burada şöyle ifadeler var tefsirlerde:
Seyahat; insanın görmediği, bilmediği birtakım şeylerle karşılaşmasına vesîle olan bir dış dünya yolculuğudur. Tabi bu yolculuk, Allah için olacak. Bunun gibi, oruç da insanın kendi iç dünyasında gizli kalmış birtakım özellikleri tanımasıdır.
“السَّاۤئِحُونَ” bir dış olarak bir seyahat etmek Allah için, bir de “oruçtur” diyor Efendimiz. (Süyûtî, ed-Dürru’l-mensûr, IV, 297-298) Bu da iç dünyasına bir seyahat edecek.
“اَلرَّاكِعُونَ السَّاجِدُونَ” ayrı ayrı geliyor rükû, secde.
Namaz, mü’minin maddî ve mânevî ihtiyaçlarını Allâh’a arz etmesidir. Namaz o. Seni Cenâb-ı Hak huzûruna davet ediyor. Günde beş sefer sana, seni davet ediyor. Benlikten kurtulup Cenâb-ı Hak’tan istemesidir. Bir “hiçlik” hâlidir. Cenâb-ı Hak onun için; “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.
“Ey Âdemoğulları (buyuruyor)! Her (mescide gidişinizde ve her) secde edişinizde güzel elbiseler giyin...” (el-A’râf, 31)
Yani ilâhî huzura çıktığının farkında olacak kul. Ona göre bir namaz olacak. Namaz, zor o bakımdan. Kalp ve beden âhengi içinde olacak.
“Kul namaz kılar, fakat namazının yarısı, üçte biri, dörtte biri, beşte biri, altıda biri, yedide biri, sekizde biri, dokuzda biri hattâ (gider) onda biri ancak kalır.” buyuruyor. (Ebû Dâvûd, Salât, 123, 124)
İbadetin gerçek seviyesi, namazın da, namazın cemaatle îfâsındadır. Zira cemaatte, huşû, duygular ve ilham artar.
Namaz çok mühim.
“Ey îmân edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin (buyuruyor). Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara, 153) buyuruyor.
Ebû Firâs vardı. Bu, Efendimiz’e su getirirdi. Efendimiz gece onunla abdest alırdı.
“−Ebû Firas dedi, sen bana hep su taşıdın dedi geceleri dedi. Ben herkese verdim mukâbilini dedi. Sana da mukâbilini vereyim dedi. Dile benden ne dilersin?” dedi. (Dünyaya ait iste ama dedi.)
“−Yok dedi yâ Rasûlâllah dedi. Ben dünyayı istemem.” dedi.
“–Neyi istiyorsun?” dedi.
“–Sen’inle beraber olmayı istiyorum öbür tarafta.” dedi.
“−Ebû Firas dedi, çok zor şey istedin benden dedi.
Çünkü Efendimiz’in mevkii bütün peygamberlerin üzerinde. O da beraber olmak istiyor.
“–Dünyevî bir şeyler iste!” dedi.
“−Yok yâ Rasûlâllah, istemem dedi. İllâ ki ben Sen’ninle beraber olmayı istiyorum.” dedi.
“−O zaman Ebû Firas dedi, çok çok secde ederek, bana yardım et!” dedi. (Bkz. Müslim, Salât, 226)
Demek ki namaz bu kadar mühim. Sünnet namazlar, nâfile namazlar… İnşâallah, namazlarımızı cemaatle kılmayı, huşû içinde kılmayı Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin -inşâallah-.
Efendim, bu çok mühim. Yani evlâtlarımıza büyük şey gösteriyoruz, fakat evlâtlarımızı ne kadar namaza alıştırıyoruz? Bu, ufak yaşta olacak.
Bu, Sekar Cehennemi’ne düşenlere, öteden gelen, Cennet’e girenler:
“–Siz niçin Cehennemliksiniz?” diyorlar. Kur’ân-ı Kerîm âyetleri var, kevnî âyetler var, Rasûlullah Efendimiz var numûne…
“–Siz niçin Cehennemliksiniz?” diyorlar. Onlar:
“–(Birincisi;) Biz namaz kılanlardan değildik.” diyorlar.
Îmân ettik demek de kâfî değil. Cenâb-ı Hak:
“Îmân ettik demekle kurtulacaklarını mı zannediyorlar?..” (el-Ankebût, 2) buyuruyor.
“–Biz namaz kılanlardan değildik.” diyorlar.
İkincisi:
“–Yoksulu doyurmazdık.” diyorlar. Biz merhametsizdik diyorlar. Egoisttik diyorlar. Bugün dünyanın hâli… Kapitalist dünyanın hâli…
“–Yoksulu doyurmazdık.” diyorlar. Hiç, o kadar Suriye’de binlerce, milyonlarca kişi zor durumda, çadırda; küresel güçlerin kılı kıpırdamıyor.
Üçüncüsü; bu çok mühim:
“–Bâtıla dalanlarla birlikte dalıyorduk.”
İşte bugün internetin bazı sokakları, televizyonun bazı programları, -Allah korusun- bugün beterin beteri, Lût Kavmi’nin tezâhürleri başladı. Onlara heveslendirme başladı.
En mühim, evlâtları muhafaza.
“–Cezâ gününü de yalan saydık.”
Bugün de öyle hiç âhireti düşünmek istemiyorlar.
“–Sonunda ölüm geldi bize çattı.” diyorlar. (Bkz. el-Müddessir, 43-47)
Ondan sonra gelen madde, bu Cennet’i satın alanlar:
Bunlar; iyiliği emredip kötülükten nehyedenler.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)
Ondan sonra, 110. âyet, Âl-i İmrân:
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz, Allâh’a inanırsınız…” (Âl-i İmrân, 110)
Aşağı yukarı 11 yerde emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker geçiyor Kur’ân-ı Kerîm’de.
Bu nasıl? İnsan kendini toparlayacak, müttakî olacak, ihsan sahibi olacak, irfan sahibi olacak. O yürekle emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker’de bulunacak.
Allah Rasûlü’nün insanları nasıl yetiştirip terbiye ettiğine çok dikkat etmemiz lâzım.
Allah Rasûlü’nü seven, O’nun gibi insan yetiştirmeye gayret eder. Çünkü Efendimiz’in mirası, insan mirası, ümmet mirasıydı. Bir müslümanın da en mühim mirası, arkadan bir nesil mirası…
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- câhiliyyenin yarı vahşi insanlarından, nasıl bir eğitime tâbî tuttu ki onlar gökteki yıldızlara döndü.
Efendimiz’in Ashâb-ı Suffe’ye icrâ ettiği eğitim bizim için en güzel bir örnektir. Orada mâlum, Ebû Talha diyor:
“Baktım diyor, Rasûlullah iki büklüm diyor, midesi içine çökmüş, Kur’ân tâlim ediyordu.” diyor. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)
Abdullah ibni Mes’ûd;
“Öyle bir hâle geldik ki diyor, boğazımızdan geçen lokmaların zikrini duyuyorduk.” diyor. (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25)
Ebû Hüreyre diyor:
“Herkes diyor, hurma bahçelerinde hurma devşirirken, biz yarı aç olarak Rasûlullah’ın huzûrunda Kur’ân tahsil ediyorduk.” diyor. (Bkz. Buhârî, İlim, 42)
Efendimiz Muhâcirleri severdi. Ensâr’ı da severdi. Fakat en çok meşgul olduğu, Ashâb-ı Suffe, Kur’ân talebeleriydi. Ona maddî-mânevî neyimiz varsa destek olmak, vazifemiz.
Vedâ Haccı’nda 120.000 kişi var. Gelmeyenlerle 150.000 kişi aşağı yukarı, hasta, çoluk-çocuk vs… ancak Mekke’de-Medîne’de medfun 20.000 sahâbî yok diyorlar.
Demek ki 100.000 sahâbî, dünyaya dağıldı. Allâh’ın verdiği nîmeti tevzî etmek için.
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
“O gün, verdiğimiz nîmetlerden hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)
En büyük nîmet, bize verildi. En zengin, îmânı en güçlü olandır. Bundan daha büyük zenginlik, servet olamaz. Şu Marmara Denizi’ni altın olarak verseler, dünyada kalacak. Fakat o, ebedî bir yolculuğun sermayesi olacak.
Ondan sonra:
Allâh’ın hududunu koruyanlar.
“Ey îmân edenler! Allah ve Rasûl’ünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (el-Hucurât, 1) Hucurat Sûresi.
Ümmete bir edep tâlimi var. O da Rasûlullah Efendimiz’in önüne geçmeyin! O’na tâbî olun! Efendimiz de hep, en çok, muhtelif, varlıkta ve yoklukta, zorlukta ve kolaylıkta telkin ettiği:
اَللّٰهُمَّ لاَ عَيْشَ اِلاَّ عَيْشُ الْاٰخِرَةِ
“…(Esas) hayat, âhiret hayâtıdır!” (Buhârî, Rikāk, 1)
Demek ki hayatımızın her istikâmetinde; esnafsak, ticâret ehliysek, daima: “Esas hayatın âhiret hayatı” düşünmek… İmamsak, öğretmensek, muallimsek; “Esas hayatın âhiret hayatı”… Varlık sahibiysek; “Esas hayatın âhiret hayatı…” Yoklukta bir imtihan içindeysek “Esas hayatın âhiret hayatı”nı düşünebilmek.
Ömer bin Abdülaziz buyuruyor:
“Nereye gitmek isterseniz Kıyamet günü, ona göre hazırlığınızı yapın.”
Mü’min olmanın mes’ûliyeti:
Her medeniyet, kendi insan tipini yetiştirir. Bizim medeniyetimiz;
–Asr-ı Saâdet medeniyetidir.
–Fazîletler medeniyetidir.
Şahsiyet ve karakter olarak bizler de bu medeniyeti temsil etmeye mecburuz. Bileceğiz, yaşayacağız ve temsil edeceğiz.
Diğer bir husus:
İslâm’a bağlılık ve samimiyetimizi, ibadet, muâmelat ve muâşerette dâimâ İslâm ahlâkı üzere bulunarak, bunu canlı tutmamız.
Cenâb-ı Hak ne buyuruyor, Fussilet 33. âyette:
“(İnsanları Kur’ân ile) Allâh’a çağıran, (Kur’ân ile Allâh’a dâvet eden, yani İslâm ile Allâh’a davet eden, Sünnet-i Seniyye ile Allâh’a davet eden ve) amel-i sâlih işleyen (amellerini sâlih olarak işleyen) «Ben Müslümanlardanım» diyenden kimin sözü daha güzeldir?”
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“Nereye gitseniz Cenâb-ı Hak beraber sizinle.” (Bkz. el-Hadîd, 4) Yani ilâhî müşâhede altında olduğumuzu unutmamak.
Bir kamera gezdirseler arkamızda ne kadar dikkat ederiz hâlimize…
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
(“…Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16])
Şah damarından yakın olduğunu bildiriyor.
Yani İslâm’ın umdelerini/prensiplerini bazı yerlerde unutup kalmamalıyız. Meselâ âile hayatında, ticarî hayatta, tahsil hayatında, mirasta, evlât yetiştirmede. Komşu hak hukuk vs. ahlâkî meziyetlerde, İslâm’ın bazı umdelerini ihmâl etmememiz îcâb ediyor.
Şeytan da, İsrâ 64. âyette, mallara ve evlâtlara ortak olacağını bildiriyor. İşte tam bu, şeytanın ortaklık zamanı…
Helâle ne kadar dikkat ediliyor? Yani bugün bilhassa mütedeyyin, dindar âileler, anne-babalar, başlarını iki elinin arasına koyup düşünmeli:
Evlâtlarımızı gerçekten bizim evlâdımız olarak mı yetiştiriyoruz, onlara yoksa şahsiyet ve karakterini hangi çevreler şekillendiriyor? Onların gönüllerinde, ideallerinde, hedeflerinde hangi modeller, hangi şahsiyetler var? Nasıl bir modalar, reklâmlar vs. nasıl bir kandırış hâlinde? Maalesef yavrularımız bu cihazların çıkmaz sokaklarında kaybolup gidiyor.
Dördüncüsü:
Peygamber Efendimiz’in kıyamette bizim hâlimize şahit olacağını, hayatımızın hiçbir ânında unutmamamız gerekir.
Bir âyet indi, Nisâ 41:
“Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve Sen’i de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman hâlleri nice olacaktır!”
Bu âyet, Efendimiz ağlamaya başladı. Nereden ağladı; ümmetin derdinden.
Velhâsıl dolayısıyla mü’min, kendini ihyâ edecek, dünyanın akışından, bütün insanlardan kendisini mes’ûl görecek, olabildiği kadar. Zira âhirette:
اِقْرَاْ كِتَابَكَ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا
“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14)
Uzuvlarımız konuşacak. Göz, kulak, vs. mekânlar. Efendim, en mühim bugün, Kur’ân Kursu, yaygın eğitim, Allah yolunda hizmetlere destek olmayı, kendimize nîmet bilmemiz lâzım. Evlâtlarımızı buralardan geçirmemiz lâzım.
Cenâb-ı Hak yine Kur’ân-ı Kerîm’de “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” buyruluyor. “En hayırlı ticaret.” Burada, o olur ki bu en hayırlı ticaret “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” kurtuluştadır. Bunlar kimler?
“Allâh’ın kitâbını okuyanlar (yaşayanlar, gönül verenler. İkincisi) namazlarını ikāme edenler (hakkıyla namazı, kalp ve beden âhengiyle kılanlar. Bir de) verdiğimiz rızıklardan (Allah için) gizli ve (zaruret varsa) açık sarf edenler, bunlar “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” aslâ zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler.” (Fâtır, 29)
Yine Efendimiz “çobansınız” buyuruyor. Çoban ne yapar? Güttüğü sürünün hâlet-i rûhiyesinden anlar. Sürüsünü kurak bir yere sürmez.
Hepsi bunların ibretli…
Sürüsünü kurtlar ve canavarlardan korur. İşte bugün kurtlar ve canavarlar, bütün evlâtları sarıyor. Modalarıyla, reklâmlarıyla, internetler vs… Bunların bu yanlış programlarından koruyabilmek.
Yine çoban ne yapar?
Hasta bir kuzuyu orada kurtlara bırakmaz, onu kucağına alır, merhamet eder, onu da sürüye dâhil eder.
Bazen önden bazen arkadan gelerek dâimâ mes’ûl olduğu sürüyü kontrol eder. İşte anne-babanın durumu bu olacak.
Bu terbiyede:
Sertliğin aşırısı kin doğurur, sevgiyi zedeler. Hoşgörünün aşırısı ise otoriteyi zayıflatır. Selâmet ise orta hâlli bulunmakla gerçekleşir.
İnşâallah bu üç ayları büyük bir rûhâniyet ve takvâ üzerinde, Allâh’ın bize bir nîmeti olarak idrâk edip ikmâl edebilmek -inşâallah-.
Daima şunu da düşünmeliyiz; bu büyük nîmet sofrası üç aylar, geçen sene birçok akrabalarımız vardı, kardeşlerimiz vardı, onlar bu sene yok. Onların geçen sene üç aylar, son üç aylarıydı.
Efendimiz nasıl “namazı son namazın gibi kıl” buyruluyor. (İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed, V, 412)
-İnşâallah- Cenâb-ı Hak hepimize bu üç aylar sanki bizim son üç aylarımız gibi, o şekilde -inşâallah- gönül âlemimizi zenginleştirelim. Cenâb-ı Hak ve Rasûlullah Efendimiz’e kalben yaklaşalım -inşâallah-.
Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..
YORUMLAR