Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 24 Mayıs 2021 Sohbeti

VİDEOLAR

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin İnsan Suresi'nden bahsettiği , Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 24 Mayıs 2021 tarihli sohbeti...

21 Mayıs 2021 Sohbeti

Muhterem Kardeşlerimiz!

İnsan Sûresi’nden, Cenâb-ı Hak insanın mâhiyetini bildiriyor. İnsana olan ikrâmını bildiriyor. İnsanın nasıl bir kul olarak Cenâb-ı Hak ile dost olacak… İnsanın ahsen-i takvîm, en güzel bir yaratılış hâline gelmesi, Cenâb-ı Hak ile dost olması, Cennet’e lâyık hâle gelmesi…

Tabi bunun için insan mükerrem olacak. Muhteşem olan Cennet’e lâyık hâle gelecek. Aksi hâlde esfel-i sâfilîn buyruluyor. Altların altı, hayvanlardan daha aşağı bir duruma, yani insanlığı kaybetmesi, insanlığa vedâ etmesi… Bu neyle oluyor? Nefsânî arzularının esîri olmakla…

Rabbimiz dünyayı, bir dershane olarak hazırladı.

İnsanın ihtiyacına göre tanzim etti. İnsanın ne ihtiyacı var?.. Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesini düşünecek, tefekkür edecek, kulluğunu artıracak, kalbî merhaleler kat edecek, cemâlî sıfatlardan hisseler alacak ve Cenâb-ı Hak ile dost olacak.

Bu cihan, insanın bir endam aynası diyebiliriz.

Âdem ile Havvâ Vâlidemiz dünyaya gönderildi. Çünkü insan nesli dünyada devam edecek. Âdem -aleyhisselâm- ile Havvâ’dan başlayarak son insana kadar bu tanzim edilen dünya devam edecek. Son insandan sonra, dünyanın fonksiyonu bitmiş olacak. Dünya ve bütün kâinat, semâvât infilak edecek. Yeni baştan bir düzen, yeni baştan bir âlem başlayacak.

Bütün mahlûkat ilâhî bir tanzimle yaratıldı. İnsan da, ilâhî bir lûtuf olarak “Hiç” bir sermâye ile, bir bedel ödemeden dünyaya geldi. Dâimâ insan düşünecek, tefekkür edecek… İnsan yerine başka bir mahlûkat olarak dünyaya gelebilirdi. Veya Cenâb-ı Hak hiç yaratmayabilirdi. Yani yaratılmadan evvel zaten bir “Hiç” idi insan. İsmiyle de cismiyle de yoktu insan. Bu sebeple insan, dâimâ hiçliğinin idrâki içinde olacak.

Âyette buyruluyor:

“İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?” (el-İnsân, 1)

Daha evvel insan denilen bir şey yoktu. Diğer mahlûkat vardı. Cemâdat vardı. Bilemiyoruz neler vardı. Allâh’ın ilâhî azameti. Fakat insan yoktu.

Bu ilâhî tanzimden sonra Âdem -aleyhisselâm- ve Havvâ Vâlidemiz’den insan üremeye başladı. Ve imtihan olarak geldi. Ve bu sebeple Allâh’ın verdiği nimetleri düşünerek, insan dâimâ bir hiçliğin içinde yaşayacak. Dâimâ “Sen yâ Rabbi!” diyecek.

Süleyman Çelebi Mevlid’inde ne güzel anlatır, bu âlemi:

Hak Teâlâ çün yarattı Âdem’i,

Kıldı Âdem’le müzeyyen âlemi…

Muhteşem bir âlemin içindeyiz. Zerreden küreye her şey ilâhî azametin, kudret akışlarının şâhidi durumunda. Neye baksak, abes yok. Abes yaratılmış bir varlık yok! Bütün kâinat ilâhî bir laboratuvar ve kevnî âyetlerle dolu.

Kur’ân-ı Kerîm kavlî âyetler, kâinat ise kevnî âyetler. Cenâb-ı Hak iki kitap gönderiyor. Biri Kur’ân-ı Kerîm, biri kâinat. Rasûlullah Efendimiz de bütün cihana bir muallim olarak Cenâb-ı Hak lûtfetti.

İnsan, hiçbir zaman Rabbini unutmayacak. Cenâb-ı Hak; “...Nimetlerimi sayamazsınız!..” (en-Nahl, 18) buyuruyor.

“O, göklerde, yerde ne varsa, kendi katından (bir lûtuf olarak) insana âmâde kıldı.” Güneş âmâde. Ay âmâde. Atmosfer âmâde. Toprak âmâde. Yaratılan birçok mahlûk âmâde. “Düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Bkz. el-Câsiye, 13) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Mü’min, hiçbir zaman “Ben” demeyecek. Üzerinde ne keyfiyet varsa, bu Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu. Kibre, enâniyete kapı aralamayacak. Şeytana fırsat vermeyecek.

Dâimâ; “Yâ Rabbi, Sen” diyecek. “Sen’in lûtfundur” diyecek. Her zaman Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde olacak; “Aman ya Rabbi!” diyecek.

Gözün gördüğü her şeyde kalp, dâimâ Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. Bu şekilde bir zikir meydana gelecek.

Zaten tasavvufta da ilk merhale, enâniyeti bertaraf etmek.

Cenâb-ı Hak iblise sordu; “Sen kimsin?” dedi, “Ben kimim?” dedi.

İblis; “Sen Sen’sin!” dedi, “Ben de benim!” dedi. Demek ki bu kibir, iblisin vasfı. Yani bir müslümanda bu iblisin vasfı olmayacak. -Hafazanallah-

Kâinatta her şey zaman ve mekân ile kayıtlı. Fakat Cenâb-ı Hak ise zaman ve mekândan münezzeh...

“İnsan” iki kökten geliyor.

Birincisi, unutma mânâsındaki “nisyan”. İnsan bu fânî cihanda, “dostluk imtihanı”nda. Dolayısıyla Rabbini hiçbir zaman unutmayacak. Zira O, kulunun her an yanı başında:

وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ

“…Ne­re­ye gitseniz, Allah si­zin­le be­râ­ber­dir...” (Bkz. el-Hadîd, 4)

Yani Cenâb-ı Hak beraber… Biz ise Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın gayreti içinde olacağız.

Şîrâzi vardır. Onun güzel bir mısrâı vardır:

يك قطره خونست و هزاران انديشه

“İnsan bir damla kan, bin bir endişe!”

İnsanın dış yapısı, beden yapısı bir damla kan. İç dünyası da binbir türlü endişe. Herkeste bir endişe var.

Kâmil bir mü’minde endişe; acaba benim Cenâb-ı Hakk’a olan yakınlığım ne kadar? Âkıbetim ne olacak?

Gâfilde endişe ayrı; “Aman dünyada çok yaşayayım, en geç ben öleyim.” vs. şu bu… Nefsânî arzularının esîri hâlinde.

Fâsıkta endişe ayrı…

Kâfirde endişe ayrı…

Hayvanlardan farklı olarak, hayvanlarda böyle bir endişe yok, onlar sevk-i tabiî ile devam ediyor. Demek ki insan, mânevî durumuna göre dâimâ bir endişenin içinde.

Cenâb-ı Hak da tâlîmatı;

“…Allâh’ın azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ sahibi olun;

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

Ancak müslümanlar olarak can verin.” buyuruyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 102)

Bu da bir sefere mahsus.

“Eğer siz Allâh’a yardım ederseniz, (yani dini yaşarsanız, yaşatırsanız) Allah da size yardım eder, ayağınızı kaydırmaz.” buyruluyor. (Bkz. Muhammed, 7)

Demek ki bir kızak üzerindeyiz bu dünyada.

Ne zamana kadar?

Yakîn, ölüm gelene kadar.

Velhâsıl mü’min hiçbir zaman “ben” demeyecek. Kibre kapı aralamayacak. “Yâ Rabbi sen, sen ya Rabbî!” diyecek.

Birincisi nisyan demiştik… Unutma mânâsına. İnsan bu fânî cihanda dostluk imtihanında. Dolayısıyla Rabbini hiçbir zaman unutmayacak. Zira o kulunun her an yanı başında.

“…Nerede olursanız olun, O sizinle berâberdir...” (el-Hadîd, 4)

Yine Cenâb-ı Hak, diğer bir âyette, Bakara 186. âyette:

“Kullarım sana, Beni sorduğunda (söyle onlara):

Ben çok yakınım (kullarıma). Bana duâ ettikleri vakit duâ edenin dileğine karşılık veririm. O hâlde (kullarım da) Benim dâvetime uysunlar, Bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.” (el-Bakara, 186)

Demek ki nefsânî arzular Cenâb-ı Hakk’ı unutturuyor. Unuttuğu için günah işliyor. Demek kalp, gönül bir zâkir hâline gelecek. Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak. Bu şekilde kendini koruyacak.

O zaman ne oluyor?

Cenâb-ı Hak ile bir dostluk oluyor.

“Bilesiniz ki, Allah dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62) buyruluyor.

Gönüller; O’nu hatırlamakla saâdet bulacak.

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur!” (er-Ra’d, 28)

Bu Cenâb-ı Hak ile beraber olmak çok ayrı bir haz veriyor. Bu haz neticesinde, bunu evliyaulllahta görüyoruz, ashâb-ı kiramda görüyoruz, dünyevî arzular, nefsânî arzular ömrünü tüketiyor.

İbrahim Edhem Hazretleri buyuruyor ki:

“İlâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız, vuslatta tattığımız lezzet ve şevk müşahhas bir şey olsa; krallar onu alabilmek için krallıktan vazgeçerler.”

Bu bilgi ile olmuyor. Bilgi olacak, fakat bu Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak, muhabbetle olacak… Bu da bir kalbin sanatı olmuş oluyor.

Bunun tersi ne? -Allah korusun-

Cenâb-ı Hakk’ı unuttuğu zaman, gaflete dalıyor. Dünyanın putperesti oluyor.

Kul, dâimâ korku ve ümit arasında yaşayacak. Bu iki zıttı gönlünde birleştirecek.

Yani;

–Hem Cenâb-ı Hak’tan korkacak, günâh işlemekten ve harama düşmekten ateşten kaçar gibi kaçacak, mesela bu ashâb-ı kiramda çok görüyoruz bunu, evliyâullahta görüyoruz... Mesela tâbiinden Rebî bin Haysem, bir fırıncının önünden geçiyordu. Ekmeklerin o pişirildiği alev alev ateşi görünce, kıyâmeti hatırladı, düştü bayıldı hemen. Yani nedir bu? Zikir hâlinde olmak.

Kul aslâ Rabbinden de ümidini kesmeyecek. Çünkü Cenâb-ı Hak «erhamü’r-râhimîn.» İstikâmette bulunacak.

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ

âyet-i kerîmenin şümulünde yaşayacak, fakat ümidini de kesmeyecek, recâ hâlinde olacak.

Dâimâ kulluğun idrâki içerisinde olacak. Rabbine ilticâ edecek.

Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın...” (Bkz. el-Haşr, 18)

Yani bin sene daha olsa kıyametin kopmasına, öyle bir sonsuzluğa gireceğiz ki, bitmeyen bir hayat… Cenâb-ı Hak «yarın» buyuruyor. Yani bin sene de olsa, bitmeyen bir hayat karşısında o bin sene, yarın.

“…Herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Bkz. el-Haşr, 18)

İki yol var: Cennet ve Cehennem. Geriye dönüş yok! Devam, devamlı devam. Cehennemde pişmanlık duyanlar var. Onlar, Fâtır Sûresi’nin 37. âyette;

“Yâ Rabbi, bizi çıkar. O kötü amellerimizi iyiye tebdil edelim. (Rabbimiz iki şey soruyor:)

Dünyada düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?

(Her şeyin bir sebebi var. Niye geldin dünyaya? Kimin mülkünde yaşıyorsun? Kimin verdiği rızıkla merzuksun? Geliş niye? Gidiş niye? Bu akış nereye? Düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?

İkincisi de;) bir uyarıcı, bir peygamber gelmedi mi?

(Evet ya Rabbi, ikisi de oldu diyecekler. Öyleyse Cenâb-ı Hak;)

Tadın azabı, çünkü zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur!” buyuruyor. (Bkz. Fâtır, 37)

Elhamdülillah, daha ömrümüz var, daha ölmedik. Daha fırsatımız var. Demek ki bu âyet-i kerîmenin şümulünde yaşayabilmek… Niçin geldiğimizi derin derin tefekkür etmek.

Buyruluyor:

حَاسِبُوا أَنْفُسَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُحَاسَبُوا

“Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, XII, 191, No: 35462) buyruluyor.

Yanlışlıklarımıza istiğfar edeceğiz. Sığınacak kapı orası. Recâ orası. Kul hakkı varsa üzerimizde onun da affı yok, o da kıyamete kalıyor. Onun için de helalleşme zarurî.

Doğan her bir fecir, bir beyaz sayfa açılıyor. Her gün bir boş sayfayı dolduruyoruz. Nasıl doldurduğumuz mahşer şafağında belli olacak. O sayfaya yazdıklarını, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda satır satır okunacak!

Dolayısıyla insan, dâimâ kendini muhâsebe edecek. Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği bir kulluk yaşayıp yaşamadığını muhâsebe edecek.

Bunun için yegâne örnek, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-.

Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lûtfu, en büyük örneği ihsan etti, ikram etti. En sevdiği peygambere bizi ümmet etti.

Önce nereye bakacağız? Peygamber Efendimiz’in kıldığı namaza bakacağız! Zira Efendimiz ne buyuruyor:

“Namazı benden gördüğünüz şekilde kılın!” (Buhârî, Ezan, 18) buyuruyor.

Demek ki namazda bir vecd, bir huşû isteniyor. Yani zâhir-bâtın namazı benden gördüğünüz gibi kılın buyuruyor, Efendimiz.

Bir mü’minin farik vazifesi namaz. Namazda en mühim, namazı da cemaatle kılabilmek. Sonra kıldığı namazla kendini mîzan edecek!

–Namazında tâdil-i erkân var mı?

–Kıraati düzgün mü? Harfler birbirine karışıyor mu, karışmıyor mu?

–Huşû var mı? Bir rûhâniyet veriyor mu?

Acaba o namaz; gözünü, kulağını, dilini, kalbini şerlerden, şeytanî vitrinlerden, haramlardan, günahlardan koruyabiliyor mu? Her türlü kötülüklerden, internette, televizyonda vs. değişik sahneler seyretmekten koruyor mu?

Ebu’d-Derdâ Hazretleri:

“Rasûlullah Efendimiz ile beraberdik. Gözünü semâya dikti. Sonra:

«–Şu anlar, ilmin insanlardan çekip alındığı anlardır. Öyle ki insanlar ondan hiçbir şey (ele geçirmey)e kâdir olamazlar!» buyruluyor.

Ziyâd bin Lebid el-Ensârî araya giriyor:

«–(‘Yâ Rasûlâllah!’ diyor.) Bizler Kur’ân’ı okuyup dururken ilim bizden nasıl alınır? Vallâhi biz onu hem okuyacağız, hem de hanımlarımıza ve çocuklarımıza okutacağız!» dedi.

Rasûlullah Efendimiz de:

«–Allah iyiliğini versin ey Ziyâd, (dedi) ben de seni Medîne’nin (dinde derinleşen, anlayış sahibi) fakihlerinden biri olarak görürdüm. (Bak) işte Tevrat ve İncil, yahudîlerin, nasrânîlerin elinde, onlara ne faydası oluyor? (Onları okuyorlar ancak muktezâsıyla amel etmiyorlar!)»

Demek ki okuduğumuz âyetlerin muktezâsıyla amel edilecek.

Cenâb-ı Hak insanın ufkunu açacak.

(Cübeyr der ki:)

Yine;

Ubâde bin Sâmit’e rastladım, diyor.

«–Kardeşin Ebu’d-Derdâ ne söyledi, işittin mi?» dedim. Ona Ebu’d-Derdâ’nın ne söylediğini haber verdim. (Bana:)

«–Ebu’d-Derdâ doğru söylemiş, dilersen kaldırılacak olan ilk ilmin ne olduğunu sana haber vereyim:

İnsanlardan kaldırılacak olan ilk ilim huşûdur. (Yani duygunun zaafa uğraması. İlâhî duyguların, ilâhî hissiyatın dumûra uğraması. Hattâ devam ediyor;) büyük bir mescide girip huşû üzere olan tek bir şahıs bile göremeyeceğin günler yakındır!»” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, İlim, 5/2653; Dârimî, Mukaddime, 29)

Demek ki bundan sonra ne oluyor, bir kavgalar oluyor vs. oluyor, Emevî devri vs. Demek ki onlar huşû unutuluyor. Okunan âyetlerin tesiri azalıyor demek ki…

Efendimiz’in diğer bir hususiyetine bakacağız.

Efendimiz’in malı nasıl kullandığını, infâkını, cömertliğini uzun uzun tefekkür edeceğiz!

Benim infâkım, cömertliğim ne kadar benziyor? Sonra da kendi kazandığına, malı nasıl harcadığına dikkat edecek! Acaba o para, hayra mı, israfa mı, şerre mi sarf ediliyor, kendisine göre onu tahlil edecek!

Zira para üzerinde kişinin iradesi yoktur, helâl ve haram yoldan kazanılışına göre onun hâkimiyeti sende değil, paradadır.

Yani sarfına göre kazancın, röntgeni mâhiyetinde gideceği yer. Yani helalden gelen hayra gider, rûhâniyet olur, feyz olur. Allah korusun, bulanık olarak gelen de maalesef o rûhâniyet, o berrakiyet kaybolur.

Yine bir mü’min;

Rasûlullah Efendimiz’in kulluk, ibadet, İslâm’a hizmet dolu yaşayışını bütün ihtişamıyla idrâk edecek!

Sonra da kendi yaptığı ibadetleri, hizmetleri muhasebe edecek!

–Acaba hizmet yaparken gönlünde bir huzur hâli oluyor mu?

–Yorgunluk, bıkkınlık hissetmeden, mânevî bir heyecan, aşk vecd ile mi îfâ ediyor hizmetlerini? Yoksa yorgunluk mu geliyor?

Efendimiz’i düşünecek, tefekkür edecek Efendimiz’i. Efendimiz şu kısa ömürde hiçbir tatil yapmadı! Hizmetin neş’esiyle dinlendi. Bir gönül huzura kavuşturmanın sevinciyle huzur buldu.

Ganimetler gelirdi, hediyeler gelirdi. Efendimiz, dağıttığı kimselerin sevinciyle Efendimiz doyardı ve mesrur olurdu.

Velhâsıl kul, mü’min kendini ashâb-ı kiram ile kıyaslayacak! Onlar, Efendimiz’e nasıl aşk ile bir bağlılıkla râm oldular, nasıl bir muhasebe içinde ve hangi endişelerle yaşadılar, bunu tefekkür edecek.

Acaba Allah benden râzı mı, bu amelimde? Kıyamette acaba Rasûlullah Efendimiz tebessüm mü edecek, yoksa serzenişte mi bulunacak? Bir mü’min, bunun muhâsebesi içinde olacak.

Buna mukabil;

Kendisinin Efendimiz’e bağlılık ve aşkının hangi seviyede olduğunu düşünecek. Tükenmekte olan hayat sermâyesinde hangi endişelerin içerisinde olunduğunu düşünecek.

Efendimiz’i büyük bir muhabbetle sevmenin gayretinde olacak. O’nun “Raûf” ve “Rahîm” yani çok merhametli, çok şefkatli esmâsından nasipler almaya çalışacak.

Cenâb-ı Hakk’ın şu buyruğunu aslâ unutmayacak:

(İslâm dîni hususunda) öne geçen ilk muhacirler (yani Mekkeliler) ve ensar (Medîneliler) (ile) onlara ihsân üzere / güzellikle tâbî olanlar var ya, işte;

  • Allah onlardan râzı olmuştur,
  • Onlar da Allah’tan râzı olmuştur.
  • Allah onlara, ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)

Demek ki biz içinde bulunduğumuz toplumla değil, içinde bulunduğumuz mahalle ile değil, demek ki kendimizi biz Muhacir ve Ensar, on üç sene o Mekkelilerin îman heyecanı, îman vecdi, Medînelilerin o merhameti, şefkati, Allah yolunda fedâ-yı cân eylemeleri… bunlarla bir mü’min kendisini kıyas edecek. Çünkü Cenâb-ı Hak onlara benzememizi arzu ediyor. Cenâb-ı Hak ile dost olabilmemiz için…

Dâimâ bir zikir hâlinde olmamızı istiyor. Zikir, kul her gördüğü şeyde, gözün gördüğü şeyde kalp Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak.

 “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerinde iken (her vakit) Allâh’ı zikrederler, göklerin, yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler:

«Ya Rabbi! Sen bunları boş yere yaratmadın. (Bu semâyı, yeri, arasında bulunanları. Boş yere yaratmadın.) Seni tesbîh ederiz. Bizi cehennem azâbından koru!» derler.” (Âl-i İmrân, 191)

Demek ki bir mü’min, kalp hayatı bu şekilde olacak.

“İnsan” kelimesinin ikinci geldiği kök ise “ünsiyet”tir.  Birincisi nisyan, ikincisi ünsiyet.

İnsan bulunduğu yere çarçabuk alışır, ülfet eder ve âdeta o bulunduğu yerin rengine, şekline, âhengine, biçimine bürünür.

Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmek, Rasûlullah Efendimiz’e ittibâya bağlıdır.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

En muhteşem örneği Cenâb-ı Hak bize lûtfediyor. Sâdıklarla beraber olan sâdıklaşır, nefsânî arzularına râm olanla beraber olan kimse onlara benzer.

İmâm Gazâlî Hazretleri:

“Gayr-ı müslimlerle zihnî beraberlik, zaman içinde kalbî beraberliğe döner. Bu kalbî yakınlık da kişinin helâkine sebep olur. İyi bil ki, gafletin getirdiği sarhoşluk, içkinin getirdiği sarhoşluktan daha beterdir.”

Zamanla içkiyi hoş görmeye başlar. Ayağı kayar gider.

Yine Efendimiz buyuruyor diğer bir hadîs-i şerîfte:

“Kişi dostunun dîni üzeredir. Onun için her biriniz kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 16/4833)

Rasûlullah Efendimiz mü’minleri, ilâhî kahra uğrayan yerlerden hızlı geçmeleri için îkaz etmiştir. Oralardan menfî bir in’îkas almamaları için…

Dâimâ bir tenbihat hâlinde olmuştur.

Mesela, Tebük seferi esnâsında Semûd kavminin helâk edildiği Hicr mevkiine gelinmişti. Efendimiz ashâbına şöyle buyurdu:

“–Azâba uğratılmış olan şu milletin yurduna ancak ağlayarak (ve mahzûn bir şekilde) girin! Ağlayamıyorsanız (huşû, tefekkür ve ibret alma hâlinde değilseniz, oraya gafletle) girmeyin ki, onların başına gelen sizin de başınıza gelmesin!” [1]

Yani bu ülfet, beraberliğin getirdiği netice… Hatta Efendimiz oradan geçerken yakasını kaldırdı, bu şekilde geçti. Yine Muhassır denilen vadîden geçerken hacda, yine oradan hızlı olarak geçtiler.

Sahâbî; “Yâ Rasûlâllah ne hâl oldu?” deyince; “Burada Cenâb-ı Hak Ebrehe ordusunu kahretti.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Hacc, 147; Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, VIII, 190; Ali el-Kārî, Mirkātü’l-Mefâtîh, V, 1774-1775)

Onun için hangi mekânda bulunuyoruz, mekânda kimler var, kimlerle eş-dostuz, kimlerle münâsebetimiz var, demek ki bir mü’min bunlara dikkat edecek. Oradan bir in’ikas almayacak.

Hatta o Semûd kavminin kahrolduğu yerden, bugün bile abdest alınmıyor. Geçerken, herhalde Medîne’nin 300 km ötesinde o kuyular, oradan Efendimiz; “Su almayın!” buyurdu. “Aldık.” dediler, “Hamur yaptık…” “Dökün!” dediler. “Develere verin hamurlarınızı!” dediler.

Velhâsıl bugün de işte bulunduğumuz yerlerde ona dikkat etmemiz zaruri ki, kalbi hayatımız bir zarar görmesin.

Yalnız o “Sâlih -aleyhisselâm-’ın devesinin içtiği kuyudan su alın!” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 17; Müslim, Zühd, 40; Ahmed, II, 117)

Yine Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de bize Ashâb-ı Kehf’in köpeğini bildiriyor. Sâdî Şîrâzî;

“Bir köpek.” diyor, “Ashâb-ı kehf ile beraber olmak sayesinde Kur’ânî bir ifâde kazandı.” buyuruyor. Orada kaç kişi olduğunu halk tartışırken, köpekle beraber, köpeği de koyuyorlar.

Buna mukābil Tahrim Sûresi’nde, iki peygamber karısının Cehennemlik olduğunu bildiriyor. Bu da çok hazin… Çünkü onlar fasıklarla beraber oluyor. (Bkz. et-Tahrîm, 10)

“Gerçek şu ki, Biz insanı katışık bir nutfeden (yani erkek ve kadının dölünden) yarattık; onu imtihan edelim diye, kendisini işitir kıldık...” (Bkz. el-İnsân, 2)

(İşitir kıldık… Yani kul, hakkı işitecek, işitir kıldık… Kulağını ve kalbi kullanmayı bilecek. İkincisi;)

“…Görür kıldık.” (Bkz. el-İnsân, 2)

Her şeyde ilâhî azameti seyredecek, tefekkür edecek. Gördüğü her şeyden hikmetler devşirecek.

Vahdâniyet Cenâb-ı Hakk’a âit. Her şey çift yaratılış hâlinde.

Cenâb-ı Hak;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ

 “Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” (el-Alak, 1) buyuruyor.

En büyük tahsil, Cenâb-ı Hakk’ı unutmamak, gördüğümüz her şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayabilmek.

Yine Cenâb-ı Hak bu âhiretten bir safha bildiriyor:

“Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri, derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecek.” (Fussilet, 20)

Yani orada göz şahitlik edecek, burada neleri seyretti. Allah bu gözü niye verdi, nerede kullandın? Kulağı niye verdi, nerede kullandın? Vücut gücünü niye verdi, sen bu vücut gücünü nerede kullandın?

Yani orada insan, kendi kendinin şahidi olacak! Yabancı bir şahide ihtiyaç olmayacak!

Her uzuv iki uçlu bıçak gibi… Hayra da vesîle, şerre de vesîle...

Cenâb-ı Hak insanı toprak terkibinden çıkan bir özden yarattı. Maddî tarafını…. İnsan toprakla besleniyor ve neticede toprakta yok olacak. Yani toprak olan aslına dönecek.

Yani beden, kulluk için dünyaya âit bir elbise mahiyetinde.

Bastığımız toprak, bugüne kadar gelen milyarlarca insanın toprağa dönmüş cesetleriyle dolu. Sanki üst üste çakışmış milyonlarca gölgenin üzerinde dolaşıyoruz…

Diğer taraftan;

Daha dünyaya geleceklerin bir özü mâhiyetinde. Zira insan toprakla gıdalanır. Aldığı gıdalardan bir nutfe teşekkül edecek. Sonra o nutfe, alaka, mudga, lahim, et meydana gelecek ana karnında. Bu müştereklikten insan dünyaya gelecek.

Rabbimiz soruyor, bu ana karnındaki duruma döndürüyor. Onu tefekküre dâvet ediyor:

“Ey insan!..” (diyor.) “…Seni şekilsizlikten en güzel şekilde birleştiren Rabbine karşı seni aldatan nedir?” diyor. (Bkz. el-İnfitâr, 6-8) Bir mâzîne bak! Mâzîni bir tefekkür et. Velhâsıl bir imtihan dünyası içindeyiz.

İnsan, kundak ile teneşir arasındaki yolculuğun farkında olacak…

Bez bir kundağa sarılarak geliyor, tahta kundakla sonsuz bir yolculuğa çıkartılacak.

Osman -radıyallâhu anh- şu îkazda bulunuyor:

“Ey Âdemoğlu! Unutma ki dünyaya geldiğinden beri, ölüm meleği peşinde dolaşıp durmaktadır.

Eğer sen kendi nefsinden gâfil olur ve kendin için hazırlık yapamazsan, elbette ki başkası senin için hazırlık yapacak değildir.

Allâh’ın huzûruna mutlakâ varacağını aklından çıkarma, bunun için de nefsinin hazırlığını görüp ona rızık edin. Sakın bu işi başkalarına havâle edeyim deme!” (Ali el-Müttakî, no: 42790)

Dünyada ne yaparsa, sağlığında, odur.

Vehb bin Münebbih anlatıyor. Yani ölüm ansızın gelebilir. İşte bunu da gördük, bu hastalıklarla... Çok sapasağlam kimse bir anda ölüm geldi.

Hükümdârın biri, bir yere gitmeye hazırlanırken üzerine giymek için sayısız elbiseler içinden en güzelini, binek için birçok at içinden en rahvanı seçiyor. Adamlarıyla birlikte muhteşem bir tavırla, böbürlenerek, gururlanarak etrafına çalım satarak yola çıkıyor. Yolda, üstü-başı perişan biri, atının yularına yapışıyor.

Padişah:

“–Sen de kimsin.” diyor. “Benim karşımda sen kim oluyorsun.” diyor.  “Çekil önümden!” diyor. Hışımla bağırıyor.

Adamcağız ise sâkince:

“–Sana söyleyeceklerim var padişahım!” diyor. “Senin için çok hayâtî...” diyor.

Hükümdar merakla karışık bir hiddetle:

“–Söyle bakalım, neymiş?” diyor. Adam:

“–Gizlidir.” diyor. “Eğil de kulağına söyleyeyim!” diyor.

Hükümdar eğiliyor. Adam:

“–Ben Azrâil’im.” diyor. “Senin canını almaya geldim!” diyor.

Hükümdar bir anda neye uğradığını bilmiyor, şaşırıyor, telâşa kapılıyor, aman dilemeye başlıyor:

“–Ne olur bana biraz müsâade et!..” diyor.

Azrâil ise:

“–Hayır!” diyor. “Sana müsâade yok.” diyor. “Âilene de ulaşamayacaksın!” diyor. Orada hükümdârın canını alıyor.

Daha sonra yoluna devam eden Azrâil, sâlih bir mü’min kul ile karşılaşıyor. Ona selâm verdikten sonra:

“–Seninle bir işim var.” diyor. “Bunu sana gizlice söyleyeceğim.” Kulağına eğilerek kendisinin Azrâil olduğunu söylüyor. Mü’min kul buna sevindi ve:

“–Hoş geldin, kaç zamandır seni bekliyordum. Bütün gayretim, noksanlarımı, kusurlarımı bertaraf edip ölüm ânımı güzelleştirmek içindi. Dâimâ son nefesimin endişesi ve hazırlığı içinde idim.” dedi.

Azrâil:

“–Öyle ise yapmakta olduğun işi tamamla.” dedi.

Adam:

“–Benim en mühim işim, Allah Teâlâ’ya vuslattır, yakınlıktır. O’na kavuşmaktır.” dedi.

Bunun üzerine ölüm meleği:

“–Hangi hâl üzere istersen, o hâlde senin canını alayım.” dedi.

Adam:

“–Buna imkân var mı?” dedi.

Melek:

“–Evet, senin için bununla emrolundum ben.” dedi. “–Çünkü sen sâlih bir kuldun.” dedi.

Adam:

“–O hâlde abdestimi tâzeleyeyim, namaza durayım, başım secdede iken canımı al.” dedi, hakîkaten de öyle oldu. (İhyâ, IV, 834-5)

Cenâb-ı Hak, kalb âlemimizi tekâmül ettirerek “bilenlerden olmamızı” arzu ediyor. Yani kul olduğumuzu bilenlerden olmak.

Rasûlullah Efendimiz’e Mîraç’ta Cenâb-ı Hak sordu:

“Ey Habîbim! Seni ben ne ile taltif edeyim.” dedi.

Rasûlullah Efendimiz de:

“Yâ Rabbi, Sana kul olmakla beni taltif et.”

Cenâb-ı Hak kula samimiyetine göre yardım ediyor.

“…Allah’tan korkun (takvâ üzere olun! Bilin ki) Allah (size bilmediğinizi) öğretir!..” (el-Bakara, 282)

En mühim tahsil; Kul olabilme tahsili.

Yani;

– Kalbi tekâmül ettirmek,

– Rûhânî dünyamızı zenginleştirmek,

– İç âlemimizi bir dergâh hâline getirebilmek ve ümmet-i Muhammed’in derdiyle dertlenebilmek.

Yani;

Tâzîm li-emrillah, Şefkat alâ halkillah.

Bugün dünya bir mazlumların diyarı oldu. Filistin’i görüyoruz, Gazze’yi görüyoruz. Myanmar’ı görüyoruz. Yemen’i görüyoruz.

Velhâsıl bir mü’min olarak, elden ne gelirse onu yapmaya gayret edeceğiz. Hiçbir şey yapamıyoruz, imkânımız yok, o zaman duâ edeceğiz o kardeşlerimize…

Yani demek ki tâzîm li-emrillah… Mü’min şer-i şerîfin hudutlarına dikkat edecek, takvâ üzere yaşamaya gayret edecek.

Şefkat alâ halkillah. Allâh’ın bütün mahlûkâtına müşfik olacak.

Bu olmazsa, Cenâb-ı Hak ne buyuruyor Cumâ Sûresi’nde; “kitap yüklü merkepler gibidir” (Bkz. el-Cumâ, 5) buyuruyor, beni İsrail âlimlerinin durumunu bildiriyor. Okuyorlar, biliyorlar fakat kalpte bir şey yok, kalp boş.

Bilgiler, zihinde kalmayacak, davranışlara intikal edecek, îman karakterimiz olacak, şahsiyetimizle sergilenecek.

“Şüphesiz Biz ona (doğru) yolu gösterdik…” (Bkz. el-İnsân, 3)

Yani insana doğru yolu gösterdik. Kimlerle? Kitaplarla, suhuflarla, peygamberlerle doğru yolu gösterdik.

“…İster şükredici olsun ister nankör olsun.” (Bkz. el-İnsân, 3) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Yine diğer bir âyette, Yâsin Sûresi’nde:

“İnsan görmez mi ki, Biz onu nutfeden yarattık. (Yok kadar bir şeyden yarattık.) Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş (Rabbine).” (Yâsîn, 77)

Nasıl gafletin denâeti.

Yine âyet-i kerîmede, İbrahim Sûresi’nin 7. âyette:

“…Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir!..” (İbrahim, 7)

Yani Allâh’ın verdiği bu nimetlere karşı bir şükür.

Bir insan, evlâdına mesela büyük emek sarf eder, imkânlarını seferber eder. Düşünün, oğlu ona karşı bir itaatsizlik olsa, ne kadar üzülür. “Bu ne biçim bir nankörlük!” der. Cenâb-ı Hakk’ın bu kadar verdiği nimetlere karşı Allah korusun, şükredememek, nankör olmak.

Yani şükreden bir kul, mütevâzi yaşayacak. “İbâdu’r-rahmân” olacak...

Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:

“Onlar o kimseler ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer; başlarına gelene sabrederler, (onun ecrini alırlar) namaz kılarlar (huşû ile), kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah için) harcarlar.” (el-Hacc, 35)

Yine “…O ihlâslı, mütevazı insanları müjdele!” (el-Hacc, 34) buyuruyor Cenâb-ı Hak, yine Hac Sûresi’nde.

Şükür nedir o zaman?

Şükür, Allâh’ın nimetlerini, Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği istikâmette kullanabilmek. Canını, evlâdını, paranı… Neyin varsa...

Her rekâtta okuduğumuz;

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Yani “Hamd (övme, övülme), âlemlerin Rabbi olan Allâh’a mahsustur.” (el-Fâtiha, 2)

Hamd kelimesi, şükrü de içine alır. Hamd’in sözlük mânâlarından biri de, Allâh’a teşekkür’dür.

Sonsuz nîmetler karşısında, her rekâtta okuyoruz, gafletten kendimizi muhâfaza edeceğiz. Dâimâ hamd ve şükür hâlinde kul yaşayacak.

Dilimiz şükredecek, fiilen de şükür hâlinde bulunacağız. Dilimizin şükür demesi kâfî değil. İstikâmetimiz de şükür hâlinde olacak.

Şükür, en zor amellerden biri. Zira şükür, ispat ister…

Akıl, Allâh’ın büyük bir nimeti. Lâkin iki uçlu bir bıçak gibi… İnsan, aklının faydasını görebilmek için onu vahyin, Kur’ân-ı Kerîm’in, kitabın ve hadîs-i şerîflerin muhtevası içinde kullanması zarurî.

Kâinat, dehşetli, muhteşem sessiz bir Kur’ân; Kur’ân ise, sesli bir kâinat.

Tefekkür de bir îman anahtarı…

Kâinat, her sayfasıyla insana sunulmuş bir kitap. İnsan oradaki hikmetleri okuyacak. O hikmetleri devşirecek. Kalp ilâhî vitrinler seyredecek. Şükreden bir kul olmaya gayret edecek.

–En büyük şükür, Cenâb-ı Hakk’a olan şükürdür. Zira Cenâb-ı Hak bizleri insan ve müslüman olarak halk etti.

Sonra;

–Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olmanın şükrü.

Bir rahmet insanı olabilmek.

Bir mü’min de Rasûlullah Efendimiz’i örnek alacak. Rahmet insanı olacak.

Üçüncüsü;

–Din kardeşliğine şükür.

Dâimâ merhamet sahibi olacak bir mü’min.

Merhamet nedir? Sende olanı, onda olmayanın telafi etmen, senin ona ikram etmen, onun eksiğini telafi etmen…

Bütün mahlûkat, insan için yaratıldı. Her biri, insana ayrı ayrı manzaralar seyrettiriyor. “el-Musavvir” “el-Bârî” sıfatı…

Dolayısıyla mü’min, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanacak.

Dilimizin şükrü nasıl olacak?

Ya hayır söyleyecek mü’min, yahut da susacak. Sustuğu zaman da tefekkürünü artıracak.

Efendimiz’in sükûtu tefekkür idi. Semâya bakar tefekkür ederdi, yere bakar tefekkür ederdi.

Gözümüzün şükrü olacak…

Gözümüzü haramdan, şeytânî vitrinlerden koruyacağız. Gözlerimizin istikametini rûhânî vitrinlere çevireceğiz. Nazar edilen her şeyde ilâhî azameti tefekkür edeceğiz.

Kulağımızın şükrü ne olacak?

Dedikodu, gıybet, tecessüs ve nemîme, söz taşıma gibi sözleri dinlemeyeceğiz. Kulağımızı Kur’ân-ı Kerîm, sohbetler, ezanlar, faydalı tilâvetler gibi rûhânî sadâlara tevcih edeceğiz.

Hâlimiz dâimâ şükür hâlinde olacak.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ

Her hâlimize şükür. Madden aşağısına bakacağız, mânen yukarısına bakacağız.

Bedenimizin şükrü ne olacak?

Allâh’ın verdiği güç, kuvveti yine Allah yolunda sarf etmemiz.

Kalbimizin şükrü nasıl olacak?

Verdiği nimetleri dâimâ tefekkür etmek sûretiyle Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacağız.

Her uzvun ayrı ayrı şükrü var.

Bişr-i Hâfî Hazretleri:

“Âzâları içinde yalnız dili ile şükreden kimsenin şükrü azdır.” diyor.  

“Çünkü gözün şükrü, bir hayır gördüğü zaman ondan hikmetler devşirmek, dolayısıyla tefekkürün artmasıdır. Şer gördüğü zaman da ondan ateşten kaçar gibi kaçmaktır.

Kulağın şükrü, bir hayır işittiği zaman onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmaktır.

Ellerin şükrü, onlarla hakkı olandan başkasını tutmamak, midenin şükrü, helâl ile gıdâlanmak, (akıl ve kalbin şükrü) ilim, hilm (yani mârifetullah, Allâh’ı kalpte tanıyabilmek), bu şekilde kalbin huşû ile dolu olması…

Ayakların şükrü, hayır-hasenattan başka bir şeyle meşgul olmamak, başka bir yöne yönelmemek. Kim böyle yaparsa hakîkaten şükreden kullardan olmuş olur.” Buyuruyor, Bişr-i Hafî Hazretleri.

Efendimiz geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılıyordu. Gözyaşları, elbisesini, sakal-ı şerîflerini ve secde ettikleri yeri ıslatıyordu.

Kendisine:

“–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ Siz’in geçmiş gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde, niçin bu kadar ağlıyorsunuz?” denilince Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?..” (Bkz. İbn-i Hibbân, II, 386)

Mevlânâ Hazretleri’nin güzel bir misâli var:

“Nerede akarsu varsa, orada yeşillik vardır. Nerede gözyaşı dökülürse; oraya rahmet gelir, merhamet olur. Bostan dolabı gibi inleyerek gözlerinden yaşlar saç da; can bağında yeşillikler bitsin. Gözyaşı istiyorsan, gözü yaşlı olanlara acı. Merhamete kavuşmak için arzu ediyorsan; zayıflara, zavallılara merhamet et.”

“Akıllı kimseler önceden ağlarlar; ahmaklar ise işin sonunda başlarına vururlar, hayıflanırlar. Sen işin başlangıcında sonunu gör de kıyâmet gününde pişman olma!”

“Şükretmek, nîmetin canı ve bedenidir. Nîmet ise deri gibidir, kabuk gibidir. Çünkü seni Dostʼun kapısına götüren ancak şükürdür. Nîmet, kalbi zayıf olan insana gaflet verebilir. Şükretmek ise, uyanıklık getirir. Sen aklını başına al da şükür nîmeti ile gerçek nîmeti avla!”

Rivâyete göre Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a:

“–Yâ Rabbi! Sana ben nasıl şükrederim? Sen’den bana verilen müstesnâ bir nîmettir ki, o da ayrı bir şükür ister. (O hâlde Sana lâyıkıyla nasıl şükredebilirim?)” dedi.

Cenâb-ı Hak da şöyle buyurdu:

“–Her nîmetin Ben’den olduğunu bildiğin vakit, Ben de bu bilgini şükür olarak kabul ederim.” (İhyâ, IV, 163)

Yani Cenâb-ı Hak ne verdi sana, onu Cenâb-ı Hak’tan bileceksin, kendinden değil!

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor âyette:

“…Şükreden kullarım azdır.” (es-Sebe’, 13)

Âişe Vâlidemiz yine anlatıyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aile efrâdı Medîne’ye geldiğinden beri, vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

“Dilesek doyabilirdik. (Yani bu açlık, yokluktan değildi. Ganîmet ve benzeri imkânlar her zaman vardı.) Fakat Rasûlullah Efendimiz (“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça «iyiliğe» eremezsiniz. (Her) ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir.” âyetinin tecellisine nâil olabilmek için, mü’min kardeşlerini kendisine tercih ederlerdi) îsârda bulunurlardı. (Böylece elimize geçeni bu şuur ve idrâk ile hemen infâk ederdik.)” (Beyhakî, Şuabü’l-îmân, III/62 [1396])

Yani Efendimiz o açları doyurmakla, onları sevindirmekle kendisi doyardı, sevinirdi.

Ferîdüddîn Attâr Hazretleri vardır, Allah dostlarından. Onun güzel bir hikâyesi var. Hikâye şöyle:

Bir padişahın çok sevdiği bir av köpeği varmış. Padişah ona çok değer verirmiş. Tasmasını mücevherlerle süslermiş. Altından, gümüşten halkalar takarmış.

Bir gün Padişah yine onu yanına almış, o av köpeğini. Saray erkânı ile ava çıkmış. İpek bir iple tasmasını bağlamış. Sultan da, gayet neşeliymiş. Atın üzerinde, etrafı var, köpeğini de yanında taşıyor, süslü…

Derken gördüğü manzara onun büsbütün neşesini kaçırmış. O çok sevdiği köpeği, bir kemik parçasına temayül ettiğini görmüş.

Padişah, mahzun şekilde elindeki ipi çekmiş. Köpek direnmiş, o kemik parçasını kemirmeye devam etmiş. Bu hâl karşısında padişah, hayret ve hiddet hisleri arasında haykırmış:

“–Bunca nimetimle perverde iken, beni bırakıp da iki kemikle meşgul olmak!.. Kabul edilir bir şey değil!.”

Son derece üzülmüş. Köpeğin bu nankörlük, vefâsızlık duygusu ona çok dokunmuş. Bir köpek de olsa, mâzur görüp affetmek, içinden gelmemiş. Gazapla;

“–Yol verin şu edepsize!” demiş.

Etrafındakiler padişaha;

“–Sultanım; üzerinde mücevher, altın, gümüş varsa alalım mı bırakalım mı!” diye;

“–Hayır! Bırakınız öyle gitsin!” demiş. Ardından ilâve etmiş:

“–Bırakınız öyle gitsin! Öyle gitsin de, ıssız ve kızgın çöllerde garip, aç, susuz kalsın; üzerindekilere bakarak kaybettiği ikram ve lûtufların acısını yaşasın!..”

Cenâb-ı Hakk’ın en çok gazabını çeken husus; yüce Zât’ına kulluk için yarattığı insanın, insan için yarattığı fânî varlıklara gönlünü kaptırarak Allah’tan yüz çevirmesi. Bu kadar, bütün nimetleri veren Cenâb-ı Hak, Cenâb-ı Hakk’a karşı bir nankörlük olması…

“Doğrusu Biz, kâfirler için zincirler, demir halkalar, alevli bir ateş hazırladık.” (el-İnsân, 4)

“İyiler (yani Ebrâr) (ise), kâfûr katılmış bir kadehten (cennet şarabını) içerler.” (el-İnsân, 5)

(Bu,) has kulların içtikleri ve akıttıkları bir pınardır.” (Bkz. el-İnsân, 6) buyruluyor.

Kim nâil olacak bunlara?

“O kullar (ki), şiddeti her yere yayılmış olan bir günden korkarak verdikleri sözü yerine getirirler.” (el-İnsân, 7)

Şiddeti her yere yayılmış… Hiç boş yer yok, o kıyâmette! Her yer büyük bir infilak hâlinde. Dağlar pamuk gibi atılacak, hallaç pamuğu gibi…

Okyanuslarda su kalmayacak.

Mücrimlerin, o münkirlerin gözleri yerinden fırlayacak duruma gelecek.

O çocukların, sübyanların ihtiyarlamış kişiler gibi saçları ağarmış, öyle korkunç bir gün. İşte Cenâb-ı Hak;

“O kullar, şiddeti her yere yayılmış olan bir günden korkarak verdikleri sözü yerine getirirler.” (el-İnsân, 7)

Cenâb-ı Hak kulundan sadâkat istiyor.

Tek kurtuluş; Rasûlullah Efendimiz’e benzeyebilmek.

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

(“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80))

Peygamber Efendimiz’in her hâli ile hâllenebilmek.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Kul Allâh’ı unutmayacak. Âhireti unutmayacak.

Kıyâmet günü kurtuluşa erebilmenin bir alâmeti de îsâr’dır. Yani kendinden fedakârlık yaparak verebilmek.

Ondan sonra devam eden, bu îsâr nedir?

“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (el-İnsân, 8)

Demek ki îsâr, bir ferâgat. Cenâb-ı Hakk’ın merhametinden bir hisse alabilmek… Kalpte o merhametten, Cenâb-ı Hakk’ın “Rahmân” “Rahîm” esmâsından bir tecellî olabilmesi.

Bu âyet, rivâyete göre Hazret-i Ali ve Fâtıma Vâlidemiz hakkında indi.

Hazret-i Fatıma Vâlidemiz, bir hazîra, yahut bir yemek yaptı. İlk başta bir yoksul geldi. “Lillah!” dedi, “Allah için ver!” dedi. Tamamını verdiler.

Arkadan bir yetim geldi, o da “Lillah!” dedi. Ona da tamamını verdiler.

Esir geldi, ona da tamamını verdiler.

Bir rivâyette de iftar edecekleri bu ekmeği verdiler. Su ile oruca devam ettiler. (Bkz. Vâhıdî, Esbâbu Nüzûl, s. 470)

Verirken de ne dediler?

“Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz.” dediler. “Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekleriz.” (Bkz. el-İnsân, 9) dediler. Biz buna muhtacız, dediler. Biz size vermeye muhtacız, dediler. Çünkü, dediler:

عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا

“O sert, belalı, musibetli gün… Zor gün… O günde Rabbimiz’in azabına uğramaktan korkarız, derler.” (Bkz. el-İnsân, 10)

Fedâkarlık cennetleri kapımıza getirir.

“İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” (el-İnsân, 11)

Velhâsıl bir Ramazân-ı Şerîf geçirdik. Önümüzde Kurban Bayramı var. İnşaallah bu Ramazân-ı Şerîf’i hayatımızın her safhasına intikal ettirebilme; ibadette, muâmelatta, cömertlikte, kardeşlikte, şükürde, inşaallah bu son nefesimizin selâmet olması, Cenâb-ı Hak inşaallah ömür verir, tekrar önümüzdeki Ramazân-ı Şerîf’e bizleri mülâkî eyler.

Cenâb-ı Hak;

 “Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve (cennetteki) ipekleri lûtfeder.” (el-İnsân, 12) buyuruyor.

Demek ki bu bir sabır işi.

Dünyada sabır olacak, bu sabrın neticesinde âhirette selâmet olacak.

Kardeşlerimiz, mü’minin duâsı mühimdir.

Zulme mâruz kalan, bu Filistindeki kardeşlerimiz’e bilhassa seher vakitleri duâ edelim.

Rasûlullah Efendimiz ümmetini çok severdi.

Ümmetin, ümmetine de duâ etmesini isterdi. Bilhassa şu duâyı çok arzu ederlerdi:

اَللّهُمَّ أَصْلِحْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ

اَللّهُمَّ فَرِّجْ عَنْ أُمَّةِ مُحَمَّدٍ

أَللّهُمَّ ارْحَمْ أَمَّةَ مُحَمَّدٍ  رَحْمَةً عَامَّةً

(Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in hâlini ıslah eyle!

Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in sıkıntılarını gider!

Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’e umûmî bir rahmet ile merhamet eyle!)

Bu duâ ile inşaallah, duâ edelim kardeşlerimize.

Cenâb-ı Hak bir selâmet nasîb eyler inşaallah.

Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..

Dipnot:

[1] Bkz. Buhârî, Salât 53, Enbiya 17, Tefsîr 15/2; Müslim, Zühd, 38-39.