Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 25 Ocak 2021 Sohbeti
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin kulluk ahdimizi hatırlatan Fecr Suresi'nden bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 25 Ocak 2021 tarihli sohbeti...
25 Ocak 2021 Sohbeti
Sohbetimizin bereket olması ilticâsıyla, üç İhlâs bir Fâtiha okuyalım:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümle geçmişlerimizin ve şehidlerimizin rûh-i şerîflerine, dînimizin, vatanımızın, milletimizin, bütün İslâm dünyasının selâmetine, hastalarımıza şifâ, dertlere devâ, borçlarımıza edâ Cenâb-ı Hak nasîb eylemesi niyâzıyla; bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs!
Fecr Sûresi. Cenâb-ı Hak;
“Canlıların uyandığı zamana andolsun.” (Bkz. el-Fecr, 1) buyuruyor.
Gece bir ölüm tatbikâtı. Sabahleyin bir fecir de uyanış. Sanki ba‘sü ba‘de’l-mevt. Bu fecir üzerinde tefekkür etmemizi; “Cenâb-ı Hak bugün bize hayat defterinden, ömür takviminden yeni bir yaprak açtı…”
Her günümüz, hamd, şükür ve zikirle Rabbimiz’e yakınlık kazanabileceğimiz bir gün olsun inşâallah.
Her günümüz, muhtacın ihtiyaçlarını gidermek sûretiyle, ilâhî rızâya nâil olacağımız bir kazanç günü olsun inşâallah.
Her günümüz, mahzun yürekleri huzura kavuşturabileceğimiz, böylece Allah ve Rasûl’ünü hoşnud edebileceğimiz bir gün olsun inşâallah.
Dünya üzerinde bugünün sabahına uyanamayan, âhirete intikâl eden çok kimse var. Rabbimiz, lûtfettiği bu ömrün, cümlemize bereketini ihsân eylesin.
İmâm Gazâlî Hazretleri, oğluna şu nasihatte bulunurdu:
“Oğul! Farzet ki bugün öldün yahut bu gece öldün. Hayatında geçirdiğin gaflet anlarına ne kadar üzüleceksin. Âh, keşke diyeceksin. Lâkin heyhât! Geri dönüş artık yok, söz konusu da değildir geri dönüş.
Her mü’min, sabahleyin fecirde kalktığı zaman, sabah namazını kıldıktan sonra kendi kendine şu telkinlerde bulunmalıdır:
«Benim sermayem ömrümdür. Ömrüm gidince sermayem de gider ve artık kazanma imkânım kalmaz. Bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allah Teâlâ bugün de bana müsâade ederek ikramda bulundu. Eğer canımı almış olsaydı bugün, elbette bir günlüğüne de olsa dünyaya geri dönüp çokça sâlih ameller işlemeyi temennî edecektim.
Şimdi farzet ki öldün ve bir günlüğüne dünyaya dönmene izin verildi. O hâlde bugün günahlara kat’iyyen yaklaşma. Bunu tefekkür et, bugün günahlara kat’iyyen yaklaşma! Sakın ola ki bugünün bir ânını, bile bile boş geçirme! Zira her nefes paha biçilmeyen bir nîmettir.”
Acaba bizler bugünkü sayfayı nasıl dolduracağız? Cenâb-ı Hak “Andolsun, yemin olsun” buyuruyor. Demek ki bir mü’min fecirde uyandığı zaman, daima şunu tefekkür edecek:
“Ben bu günü nasıl dolduracağım?”
Hayat, bir sefere mahsus ikram edilmiştir. Tekrarı ve telafisi yoktur. Dünyevî apoletlerde, bir apolet aldığın zaman ömür boyu gider o, devam eder. Fakat son nefes öyle değil. Yani artık o gün imtihan bitmiş oluyor. Kabirde kazanmak yok, âhirette kazanmak-kaybetmek yok, bu dünyadaki ecirlerimizle öbür âleme, sonsuz bir âleme devam edeceğiz.
Cenâb-ı Hak yine “وَالْعَصْرِ” buyuruyor. “Zamana yemin olsun.” (el-Asr, 1) buyuruyor.
Âhiret saâdetine nâil olabilmek için en kıymetli sermaye, ömürdür. Geçen zamanı geri getirmek mümkün değildir.
Cenâb-ı Hak buyurur, Münâfikûn Sûresi 10. âyette:
“Herhangi birinize ölüm gelip de: «Rabbim! Beni kısa bir süre kadar geciktirsen de (ölümümü) sadaka versem, sâlihlerden olsam!» demeden önce, verdiğimiz rızıklardan harcayın.”
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu âyet indiği zaman:
“Sâlihler de çok pişman olacaklar, keşke daha öteye gitseydik.” diye. (Bkz. Tirmizî, Zühd, 59/2403)
Yine diğer bir âyette, Fâtır Sûresi 37. âyette:
“Onlar orada (yani azâba dûçâr olanlar): «Rabbimiz! Bizi çıkar, (önce) yaptığımız (o seyyieler)in yerine hayırlı işler yapalım!» diye feryâd ederler.
(Cenâb-ı Hak da cevaben:)
–Size düşünecek kadar bir ömür vermedik mi? (İkincisi:)
–(Bir irşadcı, bir) uyarıcı (bir peygamber) gelmedi mi? («Niçin inanmadınız?» Diyor Cenâb-ı Hak.)
Şimdi (azâbı) tadın! Zâlimlerin yardımcısı yoktur.” buyuruyor.
Zamanın boşa harcanması, en büyük bir nedâmet sebebidir.
Efendimiz şöyle buyuruyor:
“Cennet halkı, başka bir şeye değil, sadece dünyada Allâh’ı zikretmeden geçirdikleri anlara, hasret ve nedâmet duyacaklar!” (Heysemî, X, 73-74)
Ebedî bir hayat başlayacak. Bitmeyen bir hayat başlayacak.
Yine Efendimiz şöyle bir îkazda buyuruyor:
“Beş şey gelmeden önce beş şeyi ganimet bilin:
‒İhtiyarlığınızdan evvel gençliğinizin, (güç-kuvvet varken)
‒Hastalanmadan evvel sıhhatinizin, (insan hastalandığı zaman sıhhatin ne olduğunu çok daha iyi idrâk ediyor)
‒Fakirliğinizden evvel zenginliğinizin,
‒Meşgul zamanlarınızdan evvel boş vakitlerinizin
‒Ölümden evvel hayatınızın!” (Hâkim, Müstedrek, IV, 341; Buhârî, Rikāk, 3; Tirmizî, Zühd, 25)
Her an bir kaset dolduruyoruz. Bu kaset, kıyamet günü açılacak:
اِقْرَاْ كِتَابَكَ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا
“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14) buyrulacak.
Öyleyse, mü’minin hiç boş vakti olmasını Cenâb-ı Hak istemiyor:
فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ ﴿7﴾ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ ﴿8﴾
buyuruyor. “Boş kaldın mı hemen (başka bir) işe koyul. Ve yalnız Allâh’a yönel.” (el-İnşirâh, 7-8) buyuruyor.
Yine:
وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ
“Onlar ki, (Allâh’ın o güzel kulları, Cennetlik kulları, onlar ki) boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)
Rasûlullah Efendimiz sık sık sorardı:
“–Bugün bir yetim başı okşadınız mı?
–Bugün bir aç doyurdunuz mu?
–Bugün bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?
–Bugün bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)
Bugün, irşâda muhtaç insanları irşâd ettik mi?
Yani ömür, üzerinde metresi yazmayan bir makara gibi, nerede kopacağı belli değil.
Cenâb-ı Hak, bütün insanlara hayat takviminde kaç yaprak olduğunu bildirmiyor, kimse ne kadar yaşayacağını bilmiyor. Bu bakımdan; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” Yarın var mısın, yok musun?
İnsanlar zelzeleden, yangından, virüsten, ölüm sebebiyle korkuyorlar genel olarak. Hâlbuki her şeyde fânîlik mührü var. Onun için, mezar taşlarına baktığımız zaman, ilk bize orada verilen mesaj, “Hüve’l-Bâkî” yazar. Yalnız Cenâb-ı Hak bâkî, diğer bütün yaratılanların hepsi fânî…
Efendimiz buyuruyor:
“İki nîmet vardır, insanların çoğu bu nîmetleri kullanmakta aldanmışlardır:
Biri sıhhat, biri boş vakit.” (Buhârî, Rikāk, 1)
İşte sıhhatin ne olduğunu, bu virüs hastalığına dûçâr olanlarda görüyoruz. Ne kadar korunmaya gayret ediyoruz… Ve boş vakit de, ona da kıyamet gününde, mezarda pişmanlık olacak. Ziyan ettiğimiz ömür sermayesi…
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Muaz bin Cebel’i çok severdi onu. Muaz’a şunu ısrarla söylüyor Efendimiz:
“Her namazın sonunda:
اَللّٰهُمَّ اَعِنِّى عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ
(Yani mânâsı:)
«Allâh’ım! Seni zikretmek, Sana şükretmek ve Sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et!»...” (Ebû Dâvûd, Vitr, 26)
Cenâb-ı Hak’tan daima bu ilticâda bulunabilmek.
Kendi kendimizi demek ki her sabah bir muhasebe edelim:
وَالْفَجْرِ
(“Fecre (canlıların uyandığı zamana) and olsun.” [el-Fecr, 1])
“Bu sabah hayat defterini nasıl açtık? Bize yeni bir gün lûtfettiğini düşünerek Cenâb-ı Hakk’a ne kadar şükrettik?..”
Cenâb-ı Hak zira, İnsan Sûresi’nde:
“Şüphesiz Biz ona (insana doğru) yolu gösterdik. (Peygamberlerle, kevnî âyetlerle, kavlî âyetlerle doğru yolu gösterdik.) İster şükredici olsun, ister nankör olsun.” (el-İnsân, 3)
Cenâb-ı Hak “sayamazsınız (buyuruyor) nîmetlerimi.” (Bkz. İbrahim, 34)
Demek ki şükür, en zor amellerden biri. Zira şükür, ispat ister…
Yani lâfta/sözdeki şükür, kâfî gelmez. Onun için dilin şükrü lâzım. Dil ya hayır söyleyecek veya susacak.
Efendimiz’in sükûtu tefekkür idi. Semâya bakardı tefekkür ederdi, yeryüzüne/toprağa bakardı tefekkür ederdi.
Gözün şükrü olacak:
Yani onu haramlardan, şeytânî vitrinlerden ne kadar gözümüzü koruduk? Ne kadar gözlerimizi rûhânî vitrinlere çevirdik, Allâh’ın azamet-i ilâhiyyesini görerek tefekkür ettik?..
Kulağın şükrü olacak:
Dedikodu, gıybet, tecessüs, nemîme/söz taşıma gibi sözler dinlenmeyecek, oradan kaçılacak. Kur’ân-ı Kerîm tilâvetine, sohbetlere, ezanlara ve rûhânî sadâlara kulağımız açık olacak.
Hâlin şükrü olacak:
Hâle şükretmek. Gaybı bilmiyoruz. Cenâb-ı Hak varlık verdi; riyâzat hâlinde yaşanacak. Çalışılacak, gayret edilecek, riyâzat hâlinde yaşanacak, infak edilecek.
“Allah bana bu nîmeti niye verdi?” Onu tefekkür edecek. “Ona vermedi bana verdi. Benim vazifem ne? Demek ki o bana zimmetli.”
Bir müslüman kardeş mahzun bırakılmayacak.
Yokluk hâline şükür:
Eyyûb -aleyhisselâm-. Cenâb-ı Hak ona sebat verdi, şükür verdi, sabır verdi. “نِعْمَ الْعَبْدُ” diyor, “ne güzel bir kuldu Eyyûb” diyor.
Süleyman -aleyhisselâm- zenginlikte “نِعْمَ الْعَبْدُ : o ne güzel bir kuldu” buyuruyor. (Bkz. Sâd, 30, 44)
Bedenin şükrü:
Allâh’ın verdiği güç ve kuvveti Allah yolunda kullanabilmek. Cenâb-ı Hak âyette:
“Allah mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır…” Tevbe 111. âyet.
Dünyada bir pazar kuruluyor. Birçok pazarlar var. Esas pazar, Cennet pazarı. Cenâb-ı Hak canı veriyor, imtihan; malı veriyor, imtihan. Ve bu imtihanı düzgün kullanabilmek.
Kalbin şükrü olacak:
Verdiği nîmetleri daima tefekkür etmek sûretiyle Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak. Îmandan aslâ taviz vermeyecek. Cenâb-ı Hak taviz vermeyenleri bildiriyor:
–Firavun’un sihirbazlarını bildiriyor. Hiçbir taviz vermediler:
“رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ” dediler.
“…Yâ Rabbi, üzerimize sabır yağdır! (Bu Firavun’un yaptığı zulme mukâvemet gösterelim.) Canımızı müslüman olarak al.” (el-A’râf, 126) diye Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ettiler. Cenâb-ı Hak dört âyette bildiriyor.
–Ashâb-ı Uhdûd’u bildiriyor. Îman dolayısıyla hendeklere atılan, bu Ashâb-ı Uhdûd’un yaptığı bu cinayeti bildiriyor Cenâb-ı Hak.
–Ashâb-ı Kehf’i bildiriyor. Dakyanus’a karşı nasıl bir mücâdele ettiler.
–Habîb-i Neccâr’ı bildiriyor. Nasıl taşlanmaya râzı oldu.
Velhâsıl öyle bir kalp istiyor ki:
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“...Kalpler ancak Allâhʼı anmakla huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)
Bir mü’min için huzur, Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmek. Cenâb-ı Hak orada o rûha tatlı bir hâl veriyor, huzur hâli veriyor.
Demek ki her gün Cenâb-ı Hakk’a bir kulluk ahdimizi yenilememiz, zikirle bunu te’yid etmemiz lâzım. Ve bu dünya sahnesine, hiç bedel ödemeden, meccânen insan olarak geldik. Bir “Hiç” sermâye ile, bir bedel ödemedik insan olarak gelmek için. Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî lûtuflarına müstağrak durumdayız. Cenâb-ı Hakk’a
لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56]) kul olabilmek,
لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye. [İbn-i Kesîr, IV, 255]) kalpte tanıyabilmek.
مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ
Yani “Nefsini bilen, Allâh’ını tanır, bilir.” Yani bir hiçlik içinde olur. Çünkü bütün ne meziyet varsa hepsi Cenâb-ı Hakk’a ait.
“Mü’min, iki şeyi unutmayacak:
–Zikir, yani Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak. Her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak.
–Ölümü ve âhireti unutmayacak.”
Cenâb-ı Hak buyuruyor Haşr Sûresi 18. âyette:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın.”
Ufak bir dünya seyahatinde bir hazırlık hâlindeyiz. Esas olan hazırlık, âhiret âlemine hazırlık.
“…Herkes, yarına ne hazırladığına baksın.” (el-Haşr, 18) buyuruyor.
“…Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18) buyruluyor.
Yine bu gâfiller için de -Allah korusun- yine 19. âyette:
“Allâh’ı unutan Allâh’ın da kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın...” (el-Haşr, 19)
Demek burada kul nefsine uyar, Cenâb-ı Hakk’ı unutursa, Allah ona da kendini unutturuyor.
“…Çünkü onlar, yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Yani “Allâh’ı unutan, bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın…” (el-Haşr, 19) buyuruyor. Yani gaflette olmayın! Her an kul uyanık olacak, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla. Onun için, en fazla gaflete götüren, enâniyettir.
Enâniyet de kalbin düşmanı ve kalbin kanseridir, mânevî kanseridir. Tasavvufta bir kişinin mânen yükselmesinin önündeki en büyük engel, enâniyetir/benliktir. Dolayısıyla geçilmesi gereken ilk merhale, enâniyetin bertaraf edilmesi veyahut en asgarîye indirilmesi.
Yani kalbimizde aslâ “ben” kelimesine yer verilmeyecek. Dâimâ “Yâ Rabbi, Sen!” diyeceğiz. Bu söz her ahvâlde kalpte mahfuz olarak kalacak.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Rahmân’ın (has) kulları (ibâdurrahmân) onlardır ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler, kendini bilmezler onlara sataştığı zaman (laf attığı zaman onlara incitmeksizin) “Selâmâ!” derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)
Varlık ve benlik iddiâsından uzak olan mütevâzı insanlar, pek çok mânevî tehlikelerden emin olurlar.
Mevlânâ buyuruyor ki, güzel bir teşbih yapıyor:
“Kılıç diyor, boynu olanın boynunu keser diyor. Gölge, yerlere döşenmiş olduğundan, hiçbir kılıç darbesi onu yaralayamaz.”
İnsan, maddî ve mânevî mâzîsini unutmayacak. Cenâb-ı Hak İnfitar Sûresi’nde:
“Ey insan! Seni yaratıp seni düzgün kılan, şekilsizlikten en güzel bir şekilde seni birleştiren, (yaratan) Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (Bkz. el-İnfitâr, 6-8) buyuruyor.
İnsan bir mâzisini düşünecek. Nasıl meydana geldi? Bir spermden, geçirildiği merhalelerden… Bu, benliği bertaraf etmek, Allâh’ın verdiği nîmetleri düşünecek.
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri; sırmalı kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer sattırıldı.
Yani fücûrun fârik vasfı “ben”, takvânın fârik vasfı “yâ Rabbi, Sen!”
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا
“(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin olsun ki.” [eş-Şems, 8]
Yani mü’min bu dünyada arz-ı endâm, yani kibir, şöhret, makam, mevki, israf hâlinde olmayacak. Dâimâ arz-ı hâl, tevâzu üzere olacak; “Yâ Rabbi, Sen!” diyecek. Muvaffakıyetleri hep Cenâb-ı Hakk’a izâfe edecek.
Şeytan “ben” dedi, yıkıldı gitti. Bel’am bin Baûra da hâkeza. Kārun da “ben kazandım” dedi, kazandığı şeyle yerin dibine geçirildi, hazineleriyle.
Her gün düşünmemiz lâzım ki: “Bugün Cenâb-ı Hak bana ömür takviminden bir sayfa açtı. Bugün kendime ne kadar, Allah rızâsı için ne kadar gayret edeceğim?..”
Efendimiz buyuruyor:
“Muhammed’in -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nefsi yed-i kudretinde olan Allâh’a yemin ederim ki, mü’minin misâli altından bir parça gibidir. Sahibi üzerine üfler; değişmez, eksilmez. (Çamura da düşse altın yine altındır. Değerini kaybetmez.)
Yine (buyuruyor Efendimiz) nefsim yed-i kudretinde olan Allâh’a yemin ederim ki, mü’minin misâli bal arısı gibidir. Güzel yer, güzel bırakır, (ambalaj yapar, ikram eder) ve konduğu yeri de kırmaz ve bozmaz.” (Ramûzu’l-Ehâdîs, s. 456)
Yine kendi kendimizi muhasebe etmeye devam edeceğiz:
Mesela namazımız nasıl? Efendimiz buyuruyor ki:
“Namazı benden gördüğünüz gibi kılın…” (Buhârî, Ezân, 18)
Yani bir kalp ve beden âhengi içinde. Cenâb-ı Hak: “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.
Namaza ne kadar îtinâ göstereceğiz? Ve bütün ibadetlerimizi nasıl tatbik edeceğiz ki o, ruhumuza vitamin olsun, gıda olsun.
Yine buyruluyor Efendimiz tarafından:
“Namazını, son namazın gibi kıl!” (Bkz. Deylemî, Müsned, I, 431)
Yine, Efendimiz’in ısrarla durduğu; namazı cemaatle kılmak. Câmileri cemaatle ihyâ edebilmek. Cenâb-ı Hak fazla fazla ikram ediyor, 25 misli, 27 misli ecir ihsan ediyor.
Diğer taraftan, en mühimi, kazancım nasıl? Helâl mi, şüpheli bir şey giriyor mu?
Yani kiraya verilen dükkânlarda nasıl bir ticaret yapılıyor? Âmmenin menfaatine mi değil mi?
Mîrasta hak ve hukuka ne kadar riâyet ediliyor?
Diğer taraftan, insanlara karşı, mahlûkâta merhametim, şefkatim, hizmetim nasıl?
Efendimiz merhametten bahsediyor. Sahâbe:
“–Biz hepimiz merhametliyiz yâ Rasûlâllah.” diyor.
Efendimiz:
“–Yok diyor, benim kastettiğim merhamet, âm ve şâmil merhamettir.” (Bkz. Hâkim, IV, 185/7310)
Bütün Allâh’ın mahlûkâtına, yaş bir dala kadar, bütün hayvanata merhamettir.
Yine Efendimiz buyuruyor:
“–Bir dirhem yüz bin dirhemi geçti.”
Sahâbe, diyorlar ki, yani;
“–Bir dirhem nasıl yüz bin dirhemi geçti?”
“–O bir dirhem, yokluktan verir. Yüz bin dirhem, varlıktan verir.” (Bkz. Nesâî, Zekât, 49)
Demek ki burada Cenâb-ı Hak neyi istiyor bizden? Fedakârlık istiyor.
Yine Cenâb-ı Hak bizi seherlerde istiğfâra davet ediyor.
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالأَسْحَار (“…Seher vaktinde Allahʼtan bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17]) buyruluyor. Biz o vakit coşup taşan ilâhî rahmet ve mağfiretten nasiplenmemiz arzu ediliyor.
Yine bugün dilimizi boş ve lâubâlî konuşmalardan, dedikodudan, gıybet, münakaşalardan ve bir gönle diken batırmaktan ne kadar kendimizi koruyacağız?
Cenâb-ı Hak:
وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ
(“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” [el-Hümeze, 1]) buyuruyor. Hepsine yazıklar olsun diyor; arkadan çekiştirmeye, kaş-göz işaretiyle, onu küçük görmeye, “hepsinin vay hâline” buyruluyor.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, kalbin ehemmiyeti bakımından:
“Şunu iyi biliniz ki kalp, Cenâb-ı Hakk’ın komşusudur. O’nun mukaddes Zât’ına (yani Cenâb-ı Hakk’a) kalpten daha yakın bir şey yoktur. O hâlde o ister mü’min olsun, ister günahkâr olsun, kalbe eziyet etmekten sakınınız! Yani kalp kırmaktan sakınınız. Çünkü komşu âsî de olsa himâye edilir. Aman bundan uzak durun!” buyuruyor.
Yine devam ediyor İmâm-ı Rabbânî Hazretleri:
“Zira küfürden sonra, kalbe eziyet etmek kadar Allah Teâlâ’nın incinmesine sebep olan başka bir günah yoktur.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III, 326, no: 45)
Molla Câmî Hazretleri:
“(Nazargâh-ı ilâhî olan bir) gönül al! (Çünkü gönül almak) bir hacc-ı ekberdir…” buyuruyor. Yani sevabının çok yüksek olduğunu bildiriyor.
Yine, müstehaplara bazen dikkat edilmez. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri burada bir îkaz ediyor:
“Müstehapların yerine getirilmesi hususunda gevşeklik gösterilmemelidir. (Yani bu namaz müstehap namazdır. Yahut şu müstehaptır… Gevşeklik göstermemek îcâb eder.) Zira müstehaplar, Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği ve râzı olduğu amellerdir.
Kişi, yeryüzünün bir köşesinde Allah Teâlâ’nın sevdiği ve râzı olduğu bir ameli bilir, onu yapma imkânı olursa, bunu kendine ganimet bilsin. (Zenginlik bilsin.) Bu durum, birkaç kırık saksı parçasıyla pırlantaları satın alan kimsenin hâline benzer.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 172, no: 266)
Cenâb-ı Hak bazı gecelere ayrı bir lûtfediyor. Zilhiccenin ilk on gecesi, Muharrem’in on gecesi, Ramazan’ın Kadir Gecesi’nin olduğu on gece, buyruluyor.
Bu geceler çok mühim. Âişe Vâlidemiz, Efendimiz’in geceleri nasıl ihyâ ettiğinin bir misâlini şöyle anlatıyor:
“Rasûlullah Efendimiz bir gece yanıma geldikten sonra bana (Efendimiz’in bir âile nezâketi, bir âile zarâfeti):
«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibadet ederek geçireyim.» buyurdu. Ben de:
«–Vallâhi (yâ Rasûlâllah) Sen’inle beraber olmayı (her şeyden) çok severim; fakat Sen’i sevindiren şeyi de çok severim. (Buyrun yâ Rasûlâllah!)»
Sonra kalktı, güzelce abdest aldı, namaza durdu. O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde yeri bile sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Bilâl sabah ezanını okumaya geldi.
«–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ Sen’in geçmiş-gelecek bütün günahlarını bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi.
Efendimiz:
«–Allâh’a şükreden bir kul olmayayım mı? (Demek ki en mühim şükür, Cenâb-ı Hakk’a kul olmaya gayret etmek.) Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indi ki, bu âyetleri okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» buyurdu. (İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 386; Âlûsî, Rûhu’l-Maânî, IV, 157)
O âyet de, Âl-i İmrân Sûresi’nin 190-191. âyetleri, bir tefekkür ve zikir âyeti:
“Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sahipleri için (Allâh’ın varlığını, birliğini, azametini gösteren) deliller vardır.” (Âl-i İmrân, 190)
Nasıl bir gece-gündüz bir takdim-tehir yok, nasıl ilâhî bir azamet tecellîsi…
Bugün en modern bir uçak bile bir ârıza yapıyor. Diyorlar; “Aman ârıza yaparsa maskeler gelecek.” diyor. Hiç kimse düşünüyor mu; yarın havanın atmosferinde oksijen düşer mi kalkar mı diye? Bir oksijen tüpü alayım diye düşünüyor mu? Her taraf, Allâh’ın azamet-i ilâhiyyesi ile… Onun için Cenâb-ı Hak:
اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ
(“…Hiç düşünmez misiniz?” (el-En‘âm, 50])
اَفَلَا تَعْقِلُونَ (“Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bkz. Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169; el-Bakara, 44, 76; el-En‘âm, 32…])
اُولُوا الْاَلْبَابِ (“…Akıl sahipleri.” (Âl-i İmrân, 7]) buyuruyor. Sonra, devamında:
“Onlar, ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Bu zikir nereye götürüyor:
“…Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Her şeyi tefekkür. Çünkü bir mekteb-i âlemdeyiz. Laboratuvar çok zengin, ilâhî laboratuvar. Bir atomun içindekilerden galaksilere kadar, bir sonsuzluk… En küçük varlıkta sonsuz bir derinlik, diğer cesim varlıkta da yine sonsuz bir derinlik…
“…Onlar göklerin, yerin yaratılışını derin derin tefekkür ederler; «Rabbimiz! Sen bu (yeryüzünü, gökyüzünü, bu kadar mahlûkâtı) boşuna yaratmadın (derler). Sen’i tesbîh ederiz; bizi Cehennem azâbından koru! (derler).” (Âl-i İmrân, 191)
İşte bu, Rasûlullah Efendimiz’i gece hüngür hüngür ağlatan, inen âyetler… Bu nasıl bir duyuş?..
Ondan sonra:
وَالشَّفْعِ وَالْوَتْرِ
“Çifte ve teke and olsun.” (el-Fecr, 3)
Cenâb-ı Hak tek, bütün mahlûkat çift.
Muhtelif âyetler var bu hususta da. Cenâb-ı Hak “muhâlefetün li’l-havâdis”; yarattıklarına benzememe durumu var.
Ondan sonra:
وَالَّيْلِ اِذَا يَسْرِ
“(Her şeyi karanlığı) örttüğü an geceye andolsun.” (el-Fecr, 4) buyuruyor. Yani demek ki gece bir ölüme giriş tatbikatı. Geceye girerken bir muhasebe; düşüneceğiz:
“Bugün Allah için ben ne yaptım? Bugün nasıl…”
Yine Cenâb-ı Hak o son nefes ânımızı bildiriyor Kāf Sûresi’nde:
“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: «(Ey insan) senin bu öteden beri kaçtığın şeydir.» denir.” (Kāf, 19)
Rebî bin Haysem var. İbretli bir nakil yapıyor. Efendimiz buyuruyor; “(Nasıl yaşarsanız) öyle ölürsünüz, öyle haşrolursunuz.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)
“Bir keresinde can çekişen bir adamın yanında bulunmuştum. Ben; «Lâ ilâhe illallâh!» diyordum. (Ona yavaş yavaş telkin ediyorum. Çünkü ölüye onu telkin etmek lâzım sessiz bir lisanla.) Sanki o, kelime-i tevhîdi duymuyordu, para sayar gibi parmaklarıyla sanki bir para kesesiyle oynuyormuş gibi, benim kelime-i tevhidimi duymuyordu. O şekilde öldü, geçti gitti.”
Velhâsıl uyku, ölümün bir kardeşi. Herkes durumu farklı farklı rüya görüyor. Kiminde safâ, kiminde ıztırap. Şafak vakti bir nevî yeniden diriliş. Ölüm bir âhiret manzarası yine...
Yani âdeta uyku ve rüya görme hassâsiyeti, bize ölümü ve ölümden sonrayı kavrayabilmemiz için verilmiş güzel bir numûne.
Ondan sonra âyet:
“Bunlar akıl sahiplerine elbette yemin mâhiyetinde.” (Bkz. el-Fecr, 5)
Demek ki bu, düşünmemiz, tefekkür etmemiz. Ondan sonra Cenâb-ı Hak geçmiş kavimlerden bahsediyor. O geçmiş kavimlerin, o Âd Kavmi, Semud Kavmi ve Firavun Kavmi. İrem bağları verildi. Bunlar bir cennet gibi bağlardı. İnsanları güçlü-kuvvetliydi. Bunlar, Cenâb-ı Hakk’ı unuttular, âhireti unuttular. Mâsiyet içinde hayatları geçti. Cenâb-ı Hak bunlara yağmur vermedi. Babayiğit gençler, iki büklüm ihtiyarlar hâline geldi. Cenâb-ı Hak:
“Onlar fesâdı çoğalttılar.” (el-Fecr, 12) buyuruyor.
Demek ki fesat, ahlâksızlık, edepsizlik, hayâsızlık çoğaldığı zaman, demek ki ilâhî îkazlar geliyor.
İşte bir virüs… Nasıl geldi, kendi kendine mi geldi? Onu gönderen mi var?
Nihayet Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Onlar, hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler. Oralarda fesâdı çoğalttılar. Bu yüzden Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı. Çünkü Rabbin (her an) gözetlemededir.” (el-Fecr, 11-14)
Ve; “Görmedin mi” diye başlıyor âyet. Cenâb-ı Hak yine muhtelif azaplardan bahsediyor.
Âd ve Semud Kavmi, varlıkta şımardılar. Bugün küresel güçlerin şımarmaları gibi. Zâlim oldular. “Bizden güçlü kim var?” dediler. Cenâb-ı Hak rüzgâr ve ses ile helâk etti.
Lût kavmi, ahlâksızlıktan denâete düştü. Lût -aleyhisselâm-’a o ahlâksızlar, eşcinseller:
“–Sen mi doğru söylüyorsun, biz mi? Eğer sen temizsen, aramızdan çık, bizi rahatsız etme!” dediler.
Şuayb Kavmi, ticarî sahtekârlıkta alçaldı. Hepsi azâba dûçâr oldu.
Nemrud, Keldâni Kavmi, gurur ve kibre kapılarak îmân etmemeleri dolayısıyla sivrisineklerle helâk oldu.
Halk ağzında güzel bir ifade:
Hak sillesinin sadâsı yoktur,
Bir vurdu mu hiç devâsı yoktur!
Nereden geldiğinin farkına varmaz.
Günümüzü tefekkür edelim. O kahra uğrayan insanlardan, maâlesef günümüzde artmaya başladı.
Ahlâksızlık, Allâh’ın haram kıldığı bir ticaret, âile hayatında yaşanan çöküntüler, bize câhiliye devrini hatırlatıyor. Faiz, rüşvet, vs. iffetsizlik, eşcinsellik… Allah korusun!..
Bunun için tek çâre, Cenâb-ı Hakk’a bol bol ilticâ etmek, istiğfar etmek.
Yine Ra‘d Sûresi’nde Cenâb-ı Hak:
“…Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez…” (er-Râ’d, 11)
Mevlânâ’nın güzel bir ifadesi var, bu fâsıklardan uzak olmak için:
“Allâh’a yemin ederim ki, kötü yılan, kötü dosttan iyidir! Kötü (zehirli) yılan, insanın canını alır. Fakat kötü dost, insanı ebedî ateşe atar, (Cehennemlik eder) yakar ve yandırır!
İnsan, konuşmasa bile, kötü arkadaşından huy kapar! Gönül gizlice onun ahlâkını alır, benimser, kötü ahlâkı kendisini helâk ettirir! Doğruluktan nasîbi olmayan, sermâyesi bulunmayan arkadaş; senin sermâyeni alır gider!”
Ondan diyor, arkadaşına dikkat et diyor. Cenâb-ı Hak da:
كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ
“Sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak bize, Âl-i İmrân 110. âyette:
“Siz, insanlığın (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız.”
Demek ki bir mü’minin iki vazifesi var:
Biri şahsî vazifesi; kendisini ihyâ edecek, Cenâb-ı Hakk’a yakın bir kul olacak, şerîat muhtevâsı içinde hayatı devam edecek.
Diğer taraftan da İslâm’ın şahitliğini yapacak, mârufu emredecek, münkerden/kötülüklerden sakındıracak.
Efendimiz buyuruyor:
“Ümmetim bir yağmur gibidir, önü mü sonu mu hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizî, Edeb, 81)
İşte bugün de son olan bir âhir zaman ümmetiyiz. İnşâallah bu bereket, rahmet yağmurunun bir damlası olabilmek, İslâm’ı yaşamak ve yaşatmakla…
Onun için Cenâb-ı Hak, o muhteris insanlara, dünyaya kapılmış, âhireti unutmuş insanlara:
عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ
Buyuruyor Gâşiye Sûresi’nde:
“Çalışmıştır, boşuna!” (el-Ğâşiye, 3)
Bir de o kazandığının, yemediği kazandığının vebâliyle, hesabıyla gidecek öbür tarafa.
Tabi bugün görüyoruz, Cenâb-ı Hak kahrolan yerleri misal olarak devam ettiriyor:
Meselâ Sodom-Gomore’yi, İtalya’da Pompei, Firavun’un cesedini. Yani daima tefekkür edelim:
Nitekim üzerimizdeki Güneş; bir müddet Firavunların, Hâmanların, Nemrutların, Âdların, Semudların saraylarını, köşklerini, hazinelerini aydınlatan, sonra da harabeleri üzerine haşmetle doğan aynı Güneş...
Cenâb-ı Hak buyuruyor, tembihat, îkazlar:
“Andolsun Biz Kur’ân’ı, anlaşılıp öğüt alınması için kolaylaştırdık. O hâlde düşünüp (tefekkür edip) ibret alan yok mu?” (el-Kamer, 17, 22, 32, 40) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Yine Rabbimiz:
“Onlar Kur’ân’ı inceden inceye düşünmezler mi? Yoksa (kalpleri yok mu onların) kalplerinde kilit mi var?” (Bkz. Muhammed, 24) buyuruyor.
Yine Cenâb-ı Hak:
“Andolsun ki Biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur’ân’da insanlara her türlü misâli verdik.” (ez-Zümer, 27) buyuruyor.
Kur’ân-ı Kerîm, tefekkürsüz bir göz ile okunursa, satırlardan öteye geçmez. Lâkin sadırlar yani kalp ile okunursa, nice hikmetler ve ibretler temâşâ edilir.
İnsanın şerhi Kur’ân’dır. İnsanın Kur’ân’da kendisini görmesi, yani kendisini Kur’ân’da tanıması lazım. Yani bir endam aynasıdır. “Kur’ân’a göre nasıl bir kulum?” muhâsebesinde bulunması zaruridir.
Cenâb-ı Hak ondan sonra gelen âyette:
“İnsan var ya (buyuruyor, insanın bir gafletini bildiriyor), Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda, bol nîmet verdiğinde «Rabbim bana ikram etti» der.” (el-Fecr, 15)
Yani ben zengin oldum ki Allah bana zengin olmamı bana ikram etti der. Hâlbuki burada Allah bol verir kimine, o, imtihandır. Riyâzat hâlinde yaşayacak, “mal, Allâh’ındır.” Diyecek, “Mal, Rabbimindir” diyecek. “قُلِ الْعَفْوَ : fazlasını ver” diyor, infak edecek. (Bkz. el-Bakara, 219)
Kendi de israfa girmeyecek, pintilik etmeyecek. İşine göre kendini ayarlayacak. İşini aksatmadan o şekilde devam edecek.
Yine Sebe Sûresi’nin 39. âyetinde:
“De ki: Rabbim, kullarından dilediğine bol rızık verir (dilediğini de) kısar. Siz hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”
Yine buyruluyor:
“Bu dünya malı, tatlı ve çekicidir. Kim onu tok gözlü bir şekilde alırsa, (yani kanaatle, infak etmek sûretiyle alırsa) bereketlenir. Kim de onu açgözlülükle, ihtirasla alırsa bereketi kaybolur. Hırslı insanlar yiyip yiyip de bir türlü doymayan obur kimseler gibidir.” (Buhârî, Zekât, 50)
عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ
“Çalışmıştır, boşuna!” (el-Ğâşiye, 3)
Cenâb-ı Hak burada Kārun’u misal veriyor. Yani her nîmet, iki uçlu bıçak gibi. Servet de evlât da kulak da göz de dil de hepsi iki uçlu bıçak gibi. Bunlar, kalbin istikâmetinde hayırlar için kullanıldığında kişiyi Cennet’e, nefsin istikâmetinde kullanıldığında Cehennem’e yolcu eder.
Mü’min, pinti olamaz. Kendine mal biriktiremez. Bu bir gasptır. Çünkü mal, Allâh’ındır. Zira emanettir. Yine israf da edemez. Bu da ayrı bir gasptır. Bize emânet edilen malı, Kur’ân ve Sünnet’in muhtevasında kullanacağız.
Para yılan gibidir, hangi delikten girdiyse oradan çıkar. Boğazdan haram para geçerse ameller bozulur. En azından ihlâs kaybolur.
Mü’min cömert olacak, diğergam olacak, paylaşan insan olacak. Allâh’ın kendisine verdiği nimetleri tefekkür edecek.
Sâdî-i Şîrâzî diyor ki:
“Gönlü yaralı olanların hatırlarını sor, onlara bak. (Yani onlara ikram et.) Belki bir gün sen de o vaziyete düşersin. (Daha evvel onların hatırına böyle bir şey gelmiyordu.)
Sen ki hiçbir şey istemek için kimsenin kapısına gitmiyorsun; buna şükrâne olarak, kapına gelen yoksulu da, ona da surat asma, onu tebessümle karşıla...”
Yine, Ziya Paşa’nın güzel bir mısraı vardır:
Dehrin ne safâ var acabâ sîm ü zerinde,
İnsan bırakır hepsini hîn-i seferinde...
Yani o ölüm seferinde hepsini bırakır gider.
Yine, Şâbî’nin güzel bir ifadesi var:
“Fakirin ihtiyacından fazla, kendisini sadaka sevâbına muhtaç görmeyen zengin, sadakasını iptal etmiş ve ecrini kaybetmiştir.”
Demek ki buradan şunu anlıyoruz:
Yani fakirin sadakaya olan ihtiyacından daha çok, zengin verdiği sadakaya muhtaçtır. Onunla ancak Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilir.
Mü’min, hassâsiyeti iki şey üzerinde olacak:
Cebindeki paraya haram karışmayacak. O, ibadetlerin de feyzini alır.
İkincisi; gönlünde muhabbetini taşıdığı insanlara dikkat edecek.
Zira Gazâlî buyuruyor yine:
“Zihnî beraberlik, zamanla kalbî beraberlik hâline döner.”
Amellerimizde iki büyük müessir var, tesir eden âmil; biri muhabbet, biri para. Sevdiğin kimseyle, o sâlihse doğru yola gidersin. Fâsıksa yanlış yola gidersin.
Onun için çok duâ etmek lâzım:
“Yâ Rabbi, bana haramdan korunmayı nasîb et! Yâ Rabbi, sevmediğini bana sevdirme!”
Sanki bugüne ait bir âyet var, İsrâ Sûresi’nin 64. âyette, şeytanın azmi:
“Onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle, onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol, kendilerine vaatlerde bulun. Şeytan, insanlara, aldatmaktan başka bir şey vaad etmez.” (Bkz. el-İsrâ, 64)
Yine, rızâ hâlinde yaşayabilmek. Allah’tan râzı olmak. Zaten râzı olmazsan ne değişiyor? Hiçbir şey! Sıkletinden başka bir şey değil.
Yine Bakara 216. âyette:
“…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkün, sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
Onun için hâle rızâ; “Bu benim için hayırdır.” demek.
Eğer mal, bir ikram vesîlesi olsaydı, bütün peygamberlerde servetler dolup taşardı. Asıl nîmet, Allâh’ın Kitab’ına ve Peygamber’in Sünnet-i Seniyye’sine ittibâdır.
Yine:
“Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise; «Rabbim beni önemsemedi.» der (gâfil).” (el-Fecr, 16)
Ona verdi, bana vermedi, der. Belki ona verse Cehennemlik olacaktı, israfa gidecekti, pintiliğe gidecekti, gösteriş yapacaktı, riyaya girecekti.
Hâlbuki müslüman mütevâzı olacak. Tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yok. İsraf etmek öyledir. Riyâ da öyledir -Allah korusun-. Şirk-i hafî olmuş oluyor.
Ondan sonra gelen aşağıdaki âyette:
“Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz.” (el-Fecr, 17)
Bu da çok mühim. Rasûlullah Efendimiz’i yetim gönderdi Cenâb-ı Hak. Arkadan öksüz oldu.
Demek ki Efendimiz’in terbiyesi Cenâb-ı Hakk’a aittir. Demek ki buradan da bize bir ders; yetime, öksüze ne kadar bir îtinâ göstereceğiz?
“…Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz.” (el-Fecr, 17) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
“Yoksulu yedirmeye de birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.” (el-Fecr, 18) Hem yoksulu yedireceksin, hem de teşvik edeceksin.
“Haram-helal demeden mirası yiyorsunuz.” (el-Fecr, 19)
Bu câhiliye insanı birbirini dolandırarak mirasları yerlerdi. Oburca yersiniz buyuruyor.
“Malı aşırı biçimde seviyorsunuz.” (el-Fecr, 20)
Onun için bu mal sevgisi, insanın felâketi. Mal, Allâh’ın rızâsını kazanmak için kullanılmalı.
Efendimiz’in bir hadîsi, Buhârî hadisi:
“…Vallâhi sizin benden sonra tekrar şirke dönmenizden hiç korkum yok. Ben asıl sizin dünyayı elde etmek için birbirinizle kapışıp kavga etmenizden korkuyorum.” (Buhârî, Cenâiz 71, Menâkıb 25, Megâzî 27, Rikâk 7, 53; Müslim, Fezâil, 30)
İhtiras…
Ondan sonra kıyamete geçiyor âyet, kıyâmeti tefekkür:
“Ama yeryüzü parça parça döküldüğü, Rabbinin (emri) geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman (her şey ortaya çıkacaktır).” (el-Fecr, 21-22)
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- diyor:
“Gerçek bir müʼmin, altı korku içinde olmalı:
Birincisi; îmânını kaybetme korkusu.
(Allah korusun!)
İkincisi; kıyâmet günü kendisini rüsvâ edecek şeylerin melekler tarafından yazılması korkusu.
(Bugün ne varsa orada çıkacak ortaya. O gün, Cenâb-ı Hakk’a dua etmeli ki çok Cenâb-ı Hakk’ın Settâr sıfatı tecellî etsin de o hatâlarımız orada bütün âlemin içinde ortaya çıkmasın.)
Üçüncüsü; amellerinin şeytan -aleyhi’l-lâ‘ne- tarafından boşa çıkarılması...
(Yani gösteriş, riyâ, ben şu camiyi yaptırdım, şu kursu yaptırdım vs. yaptım, şu kadar hatim indirdim, şöyle yaptım, böyle doyurdum değil. Allah ile senin aranda kalacak. Şeytan boşa çıkartıyor öyle…)
Dördüncüsü; ölüm meleği Azrâil’e gaflet içindeyken, ansızın yakalanma korkusu.
(İnternette bir, kötü bir yere bakarken, televizyonda kötü bir yere bakarken, kötü bir mecmuanın lânetli bir sayfasına bakarken o anda bir can verebilmek… Allah korusun! Onun için her ânımıza dikkat edeceğiz. Her an ölüm gelebilir.)
Beşincisi; dünya ile mağrur olup, âhiretten gâfil kalma...
(Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“…Bu dünyâ hayatı, aldatma metâından başka bir şey değildir.” [Âl-i İmrân, 185])
Altıncısı; çoluk-çocuğuyla fazla meşgul olup Allah Teâlâ’nın zikriyle yeterince meşgul olamama korkusu.”
“Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir, büyük mükâfat Allah katındadır.” (el-Enfâl, 28)
Bu imtihan günleri görüyoruz. Okul kapıları tıklım tıklım anneler-babalar bekliyorlar. Bir saat, iki saat, üç saat bekliyor orada. Ki dünyevî bir okulu kazanacak o kadar. Ne kadar yaşayacağı belli değil.
Peki âhiret için o evlâda ne veriliyor? Namaza alıştırıldı mı, cömertliğe alıştırıldı mı? Merhamete alıştırıldı mı? Yoksa o çocuk bir egoist olarak mı, “ben” diyerek mi yetişecek?
Orada bir bir hatırlatıyor Cenâb-ı Hak, fakat hatırlamanın ne faydası var, işte geldi geçti.
Yine Cenâb-ı Hak Kehf Sûresi’nde, bu da çok ibretli bir âyet-i kerîme:
“Kitap ortaya konmuştur. (Senin bütün hâlin orada ortaya konmuştur.) Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. (Kendinden korkmaya başlar insan, o hatâlardan.)
«Vay hâlimize!» derler, «Bu nasıl kitapmış! (Derler.) Küçük-büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!» (Bu kitap.) Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (el-Kehf, 49) İnsan kendi kendine zulmeder. Kehf Sûresi, 49. âyet.
Mahşer günü mü’minin en kıymetli varlığı, sevaplarıdır. Böyle iken; dünyada girdiği kul hakları sebebiyle, o sevapları kaybetmesi, hattâ kul hakkı olan kimsenin günahlarını onun üzerine yüklemesi, bir kul için en fecî perişanlık ve hüsrandır!..
Onun için en mühim şey, gıybetten, dedikodudan kaçınmak lâzım, kaçmak lâzım. Hattâ dedikodu olan bir mecliste bulunmamak lâzım.
En fecîsi de çocuğuna İslâmî bir terbiye ve dînî tahsil vermeyen, onları “uydum kalabalığa” diyerek sokakların insafına bırakan anne-babalardan, âhirette kendi evlâtları dâvâcı olacak. “Yâ Rabbi! Annem-babam bana öğretmedi.” diyecek.
Hadîs-i şerîfte buyruluyor:
“Kimin endişesi âhiret olursa, Allah, zenginliği onun kalbine koyar, işlerini dağınıklıktan kurtarır ve dünya ona boyun eğer (huzurlu bir dünya hayatı olur).
Kimin endişesi dünya olursa Allah fakirliği onun gözü önüne koyar, (ihtirasa kapılır) kendisini derbeder eder, dünyadan da kendisine ancak takdir edilen (olduğu) kadar alır.” (Tirmizî, Kıyamet, 30/2465) Tirmizî hadîs-i şerîfi.
Kul olma seviyesini kazananlar için:
“Ey, Rabbine itaat edip itmi’nâna (huzura) eren nefis!” (el-Fecr, 27)
İtmi’nâna eren nefis, yani bu Cenâb-ı Hak’la beraber olmuş, Kitap ve Sünnet’in muhtevâsı içinde hayatı devam etmiş, hiçbir zaman Cenâb-ı Hakk’ı unutmamış, şu ilâhî laboratuvarda gözün gördüğünde kalp daima; “Aman yâ Rabbi, aman Allâh’ım!” demiş… Semâya bakıyor öyle, atmosfere bakıyor, toprağa bakıyor, kendine bakıyor, yavrusuna bakıyor, Allâh’ın verdiği nîmetlere bakıyor, kâinatta bütün mahlûkâta kurulan sofralara bakıyor, hep daima zikir hâlinde. itmi’nâna ermiş, yani Cenâb-ı Hak’la huzur bulmuş bir nefs.
Râdıye; sen Allah’tan râzı…
Hayatta inişler çıkışlar olmuş; hastalık, sağlık, zenginlik, fakirlik vs. O zaman şükür hâlinde, hiçbir îtiraz yok. Râzı Allah’tan.
Merdıyye; Allah da ondan râzı…
“Cennetime gir” buyuruyor. “Sâlihlere katıl, Cennetime gir” buyuruyor. (Bkz. el-Fecr, 28-30)
Yani bir rahmet insanı olabilmek. Bu rahmet insanının mânevî vasıfları da:
–Kibir, enâniyet, dedikodu, iftira, yalan, israf, cimrilik, emsâli kötü hasletler de rahmet insanında olmayacak. Çünkü kalpte bunlar varken cemâlî sıfatlar o kalpte tecellî etmez.
Bu kötü vasıflardan ateşten kaçar gibi kaçacak. Hep hatırladıkça “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Kalp, zikirle yıkanacak, temizlenecek. Bunun neticesinde ne kadar temizlendi? Cömertlik, merhamet, şefkat, hizmet, tevâzu, nezâket, sabır, edep, hayâ, vakar gibi fazîletlerle müzeyyen olacak. Kendi için istediğini kardeşi için de isteyecek.
Kendini daima nefsânî manzaralardan muhâfaza edecek. Ebedî saâdeti yakıp kül eden bir ateş gibi görecek onları.
Seyrettiği Rahmânî manzaralar da kendisini derin bir tefekküre sevk edecek. Tefekkür bir îman anahtarıdır.
En mühimi; en alt kademeden en üst kademeye kadar insanları irşad heyecanı içerisinde bulunur. Bu da fedakârlıktır.
Yani bir kardeşinin Cehennem’e girmesini istemeyecek. Onu kurtarmaya çalışacak. Çoraklaşmış gönüllere, bir yağmur misâli rahmet hâlinde olacak.
Bütün mü’minlerin kendisine zimmetli olduğunun idrâkiyle yaşayacak. Gönlü bir dergâh hâlinde olacak. Bütün insanların neşesi ve hüznü onun gönlünde olacak.
Değişen şartlarda muvâzeneyi kaybetmeyecek. Hep Allâh rızâsında, dâimâ hamd, şükür hâlinde yaşayacak.
Allah cümlemize nasîb eylesin -inşâallah-.
Duâmızın kabulü niyâzıyla; Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..
YORUMLAR