Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 28 Eylül 2020 Sohbeti
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Musa Aleyhisselam ve Kârun'dan bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 28 Eylül 2020 tarihli sohbeti...
28 Eylül 2020 Sohbeti
Çok muhterem kardeşlerimiz!
Sohbetimizde bereket olması için, üç İhlâs, bir Fâtiha;
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümle geçmişlerimizin, şehidlerimizin rûh-i şerîflerine,
Dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine,
Şerirlerin şerlerinden, zamanımızın virüs hastalıklarından muhâfazası için;
Bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Muhterem kardeşlerimiz!
Bu, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın üçüncü sohbetimiz olmuş oluyor.
Mûsâ -aleyhisselâm- ülü’l-azm peygamberlerden. Hayatı çilelerle dolu, med-cezirlerle dolu, ibretlerle dolu.
Firavun’un Kızıldeniz’de boğulması 10 Muharrem’e geldi. Firavun’un zulmünden Benî İsrâil kurtulmuş oldu. Hattâ o gün oruç tuttular.
Bizde de o oruç var 10 Muharrem’de. Rasûlullah Efendimiz; “Biz Mûsâ’ya sizden daha yakınız...” 10 Muharrem, bir gün evvel, bir gün sonrasında, sünnet-i müekkede olarak müslümanlar da oruç tutuyorlar. (Bkz. Ahmed, I, 241; Bezzâr, no. 1052; Heysemî, III, 188)
Mûsâ -aleyhisselâm- 12.000 kişilik bir ordu hazırladı. Orduyu Mısır’a gönderdi. Mısır’da Firavun’dan kalan ganimetleri aldılar, geri döndüler. Kıptîler de Firavun’un ölümünden sonra perişan oldular.
Yine İsrâiloğulları -tabi içlerinde menfîler var, müsbetler var- denizden geçtikten sonra Kızıldeniz’den, birtakım putlara tapan bir kavim gördüler. İçlerinden, kalbinde problem olanları;
“…«–Ey Mûsâ! Onların ilâhları olduğu gibi, sen de bizim için bir ilâh yap!» dediler. (Putperestti etraflarında...)
Mûsâ (-aleyhisselâm-):
«–Gerçekten siz (çok gâfil) bir toplumsunuz!» buyurdu.” (Bkz. el-A‘râf, 138)
Onlara öğütler verdi Mûsâ -aleyhisselâm-:
“...Allah sizi âlemlere üstün kılmışken, Allah’tan başka bir Allah mı arıyorsunuz? Hatırlayın ki, sizi işkencenin en kötüsünden, Firavun’un adamlarından Allah sizi kurtardı. Onlar erkek çocuklarınızı öldürüyorlardı, kadınlarınızı da sağ bırakıyorlardı (hizmetkâr olarak). İşte bunda sizin için Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardır.” (Bkz. el-A‘râf, 140-141)
Yani şükredeceğiniz yerde, dalâlete sapıyorsunuz!..
Mûsâ -aleyhisselâm- Arz-ı Mev’ûd’u vaad etmişti. Ona yine yolda türlü türlü Benî İsrâil’e ikramlarda bulundu.
Bulutla gölgeledi; çöl, sıcak. Kudret helvası ve bıldırcın gönderdi. (Bkz. el-Bakara, 57)
Fakat kavim;
“–Mûsâ su yok.” dedi.
Asâyı vurdu. On iki gruba on iki tane çeşme, on iki tane su oradan fışkırdı. Cenâb-ı Hak:
“–Allâh’ın rızkından yiyin, fakat sakın bozgunculuk da etmeyin, nankörlük etmeyin!” buyurdu. (Bkz. el-Bakara, 60)
Onlar yine nankörlüğe devam etti.
“–Ey Mûsâ dediler. Biz bir tek yemekle yetinmeyiz dediler. Bizim için duâ et de yerden; sebzeler, hıyarlar, sarımsaklar, mercimekler, soğanlar bize çıkarsın.” dediler.
Mûsâ -aleyhisselâm- onlara:
“–Bak size en hayırlı olan şeyi Cenâb-ı Hak ihsan etti. Kudret helvasını, bıldırcın etini. Eğer değiştirmek istiyorsanız bu nîmeti, inin şehre. Zira orada istedikleriniz sizin vardır.” buyurdu.
Tabi bu, onların bu, devam eden nankörlükler… Mûsâ -aleyhisselâm-’a yük yüklüyorlardı. Yani teşekkür edecekleri yerde, şükran hâlinde olacakları yerde, nankörlüğe devam ediyordu.
Bu nankörlükten sonra, üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu buyruluyor. Allâh’ın gazabına uğradılar. Bu musîbetler, Allâh’ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, hattâ bazı yine Benî İsrâil’de haksız yere -âyet-i kerîmede- peygamberlerini katletti. Bunlar, sadece isyan ve taşkınlık, yani nefsânî hayatta yaşama arzusu… (Bkz. el-Bakara, 61)
Efendimiz, Benî İsrâil kavminden çok çok bahsediyor, onların nankörlüklerinden. Medîne devrinde de en çok müslümanları rahatsız eden, tâciz eden, Benî İsrâil, yahudîler olmuş oldu. Belki bugün de öyle…
Cenâb-ı Hak Benî İsrâil’i senelerdir hayalini kurdukları Arz-ı Mev’ûd’a -vaad etmişti- fakat Arz-ı Mev’ûd’a giderken Amâlika diye bir kavim vardı ve bu kavimle harp edeceklerdi. Oradan geçip Arz-ı Mev’ûd’a gideceklerdi. Fakat dediler ki:
“–Mûsâ dediler. Biz, onlar çok güçlü, biz onlarla mücâdele edemeyiz. Sen ve Rabbin ikiniz gidin, biz burada oturalım, siz o Amâlika’yı tahrip edin. Biz ondan sonra gidelim.” (Bkz. el-Mâide, 24)
Yani daima peygambere bir yük vurur hâlinde. Tabi şunu da unutmayalım, orada tabi sâlih kimseler de var.
Cenâb-ı Hak da kırk sene bu Tîh Sahrası’na mahkûm etti. Çıkmaya çalışıyor çıkıyorlardı, tekrar dönüp tekrar Tîh Sahrası’na giriyorlardı. Yani kırk sene orada kaldılar. En nihâyet kırk sene sonra, güzel bir nesil geldi, müttakî bir nesil geldi ve bu nesli Mûsâ -aleyhisselâm- Arz-ı Mev’ûd’a götürdü. O şekilde Arz-ı Mev’ûd bir yerleşme oldu.
Yine Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- İsrâiloğulları’na, Mısır’dan çıkıp düşmandan kurtulunca ümmetine, Allah katından bir Kitap getireceğini söylemişti.
Harun -aleyhisselâm-’ı -kardeşini- de yerine vekil olarak bıraktı:
“–Sen bunların yanlış işlerini ıslâh et! Ben, Allâh’ın emri ile Tûr Dağı’na gidiyorum. Allah’tan nâzil olacak yeni bir Kitap ile döneceğim!” dedi.
İsrâiloğulları yine bir nankörlükte bulundu:
“–Yanında biz de şahit istiyoruz dediler. Mûsâ dediler, onun için yanında seninle yetmiş kişi göndereceğiz.” dediler.
Yetmiş kişiyle beraber Mûsâ -aleyhisselâm- Tûr Dağı’na çıktı.
Cenâb-ı Hak’tan vaad edilen kitabı niyaz etti. Hak Teâlâ, ona otuz gün oruç tutmasını, on gün de ilâve olarak oruç tutmasını, yani kırk gün oruç tutmasını bildirdi. Bir rivâyete göre de savm-ı visâl tuttu Mûsâ -aleyhisselâm-. Yani iftarsız oruç tuttu. Yani nefsânî arzular, nefsânî güç tamamen inecek, rûhânî istîdatlar artacak. Cenâb-ı Hak’la mükâlemeye bir vesîle olacak.
Cenâb-ı Hak âyette, A‘raf Sûresi’nde bunu bildirmektedir. (Bkz. el-A‘râf, 142)
Bu kırk gün, Hazret-i Mûsâ için bir mektep olacaktı. Oruç da, zühd, duâ, murâkabe, tefekkür ve geceleri ihyâ ile Rabbiyle mülâkâta hazırlanmış olacaktı.
Öyle anlaşılıyor ki, ilk otuz gün mânevî bir eğitim gerçekleşecek; sonraki on günde, ilâve on günde Tevrât’ın nüzûlü, Cenâb-ı Hak ile mükâleme, yani konuşma vukû bulacaktı.
Yine âyet-i kerîmede:
“…Allah, Mûsâ’yla mutlak olarak konuştu.” (en-Nisâ, 164) buyrulmaktadır. Bunun için Mûsâ -aleyhisselâm-’a “Kelîmullah” denildi.
Fakat bu konuşmanın keyfiyeti nasıl, bu bir “Kelâm” sıfatıyla Cenâb-ı Hak, bir konuşma oldu. Yani beşerin konuşması gibi değil. Zira Cenâb-ı Hakk’ın “muhâlefetün li’l-havâdis” sıfatı vardır. Yani yarattığı mahlûkâtın hiçbir hâline benzememek.
Nitekim bu konuşmanın şeyinde 70 tane şahit vardı. Cebrâîl de bulundu. Fakat o konuşmadan hiçbir şey anlamadılar. Zaten duymadılar bir şey.
Yani bu bir sesle bir konuşma değil, Cenâb-ı Hakk’a ait kelâm sıfatının bir tezâhürüydü.
Tabi bu görüşme esnâsında Cenâb-ı Hak’la, Mûsâ -aleyhisselâm- bir hâl oldu kendisinde. Yani dehşetli bir hâl oldu. Dünyada mı âhirette mi, berzahta mı, ne olduğunu, kendinden geçti. Israrla;
“–Yâ Rabbi! Sen’i göreceğim.” dedi. Büyük bir zevk, büyük bir lezzet meydana geldi. Dünyayı da unuttu, âhireti de unuttu:
“–İllâ Sen’i ben göreceğim.” Büyük bir lezzetin içinde. Cenâb-ı Hak da:
“–لَنْ تَرٰینِى / Ben’i göremezsin.” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm- ısrar etti. O zaman “şu dağa bak” buyurdu. Perdeler arkasından zerre kadar bir nur tecellî etti. Dağ infilâk etti, un hâline geldi. (Bkz. el-A‘râf, 143)
Mûsâ -aleyhisselâm- bayıldı o şiddetten. Ayıldı. Hattâ üç gün bir örtüyle gezdi. Mûsâ -aleyhisselâm-’ı gören, düşüp bayılıp ölüyordu. (Bkz. Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr fi’t-Tefsîri bi’l- Me’sûr, c. III, s. 116)
Böyle bir, bu nûrun bir tesiriydi.
Tabi bu, çok dehşet yani. Tabi bizde gaflet; Cenâb-ı Hak buyuruyor Haşr Sûresi’nde:
“Eğer Biz, bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, paramparça olmuş görürdün! Bu misâlleri, insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” (el-Haşr, 21) İdrâk etsinler. Yani öyle bir şey ki, bu işin sonunda Cennet var veyahut da Cehennem var. Geriye dönüş de yok!
Yine Ahzâb Sûresi’nde:
“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Onlar, bunu yüklenmekten çekindiler, (yani mes’ûliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu (insan da) çok zâlim ve çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Çok zâlimdir; insanın en büyük zulmü, dünyevî zâlimlere değil, kendisine. Ebedî hayatını mahvediyor. Onun için en büyük zâlim, gaflette dünyayı geçiren kişiler olmuş oluyor. Cenâb-ı Hak kitap gönderiyor, peygamberler gönderiyor, kâinat kevnî âyetlerle dolu; farkında değil! Nefsî arzularına dalmış gidiyor!..
Yani gelen niye geliyor, giden niye gidiyor, kimin mülkünde yaşanıyor, kimin rızkıyla merzuk durumunda; o idrakten uzak… İşte bu, ve kendisine zulmediyor. En büyük câhil olmuş oluyor ve zâlim olmuş oluyor. Kalp, iyice katranlaşmış oluyor.
Velhâsıl Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın mükâlemeden sonra Tevrat nâzil olmaya başladı.
Rasûlullah Efendimiz, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Cenâb-ı Hak ile olan mülâkâtından bir kısmı naklediyor:
“Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, kendisine has olduğunu sandığı altı husûsiyetten, bir de sevmediği (yedinci) bir husûsiyetten (bahsediliyor. Mûsâ -aleyhisselâm- soruyor:)
«–Yâ Rabbi diyor, hangi kulun en müttakîdir?»
(Cenâb-ı Hak ise:)
«–Devamlı zikreden ve aslâ unutmayanlardır.»
(Zaten mâlum, âyette de “Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzereyken zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını (yani kevnî âyetleri) derinden derine tefekkür ederler. Yâ Rabbi! Sen Sübhan’sın derler, bizi Cehennem azâbından koru derler.” [Âl-i İmrân, 191])
«–Yâ Rabbi, hangi kulun en müttakîdir?»
«–Devamlı zikreden, aslâ unutmayandır.»
(Yani namazın vakti var, orucun vakti var, hizmetlerin vakti var, fakat Cenâb-ı Hak’la beraberliğin vakti yok. Kalp, Cenâb-ı Hakk’ın kevnî âyetleri, ilâhî azamet tecellîlerini hatırlayacak, unutmayacak, “Aman yâ Rabbi!” diyecek. İkinci soru:)
«–Hangi kulun en çok hidâyette olandır?»
(Ona da Cenâb-ı Hak buyuruyor:)
«–Hidâyete tâbî olanlar (Kitâb’ın muhtevâsında yaşayanlar).»
(Demek ki insan kendisini murâkabe edecek; ben ne kadar Kitab’ın ve Sünnet’in muhtevâsı içinde yaşıyorum?
Yine diğer bir soru:)
«–Hangi kulun, hüküm vermekte en âdildir?»
«–İnsanlar hakkında, kendi hakkında hükmettiği gibi hükmedenler.»
(Yani hakkı, adâleti tevzî edenler.)
«–Hangi kulun en âlimdir?»
«–İlimden aslâ doymayan.»
(Yani ilmi irfâna çeviren, mârifetullah’tan bir nasîb alan. Yani zihnî bilgiler kâfî değil. Zihnî bilgiler, zihinde bir arşiv oluyor. Fakat Cenâb-ı Hak kalbe in’ikâsını istiyor. Bu da neyle olacak? Malzeme? Okuma-yazmakla değil -o zihnî bilgilere ait- muhabbet olacak. Muhabbetin de neticesinde bir âdab olacak. Allah Rasûlü’nün âdâbıyla, edebiyle edeplenmek.)
«–Hangi kulun en şereflidir?» (diye bir soru daha soruluyor Cenâb-ı Hakk’a. O da:)
«–Güçlü iken affetmesini bilenlerdir.»
(İşte bunu Mekke (Fethi)’nde görüyoruz. Tam bir kısas zamanıydı, Efendimiz “af” buyurdu. Yusuf -aleyhisselâm-’da görüyoruz. Kardeşlerine “af” buyurdu.)
«–Hangi kulun en zengindir?»
«–Kendisine verilene râzı olandır.»
(Yani bir rızâ hâlinde yaşayanlar.
Zıddı var bir de:)
«–Hangi kulun en fakirdir?»
«–Kendisine verileni az bulup fazlasını isteyenler.»
(Muhterisler, haset hâlinde olanlar. Bunlar da en fakirlerdir. İsterse dünya onların olsun, büyük mülkleri olsun.)” (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XV, 899/43549)
Tabi burada bir şey daha var:
Sâmirî adlı bir Benî İsrâilli, bir put yaptı. Altınları topladı, onu rüzgâra doğru çevirince onradan ses…
“–Bak diyordu, Rabbiniz sizinle konuşmaya başladı.” diyordu.
Mûsâ -aleyhisselâm- geldi, çok üzüldü. Hattâ Hârun’u şöyle çekti.
“–Anamın oğlu dedi! Bu kavim, beni cidden zayıf gördü, nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de benim böyle başımı çekerek benim düşmanlarımı güldürme, bu zâlim kavimle beraber olma!” dedi.” (Bkz. el-A‘râf, 150)
Kendisine acımasını şey yaptı. Mûsâ -aleyhisselâm- bunlara yine nasihat etti. Tevbeye davet etti. Başınıza büyük bir felâket gelecek dedi. Yine o şekilde bir yol gösterdi. Yine bunlara tevbe ettirdi.
Allah Teâlâ yine şöyle buyurdu:
“O davranışlarınızdan sonra (akıllanıp) şükredersiniz diye sizi affettik.” (el-Bakara, 52) buyuruyor.
Demek ki Cenâb-ı Hakk’a devamlı gafletimizden O’nun affına müracaat edeceğiz. O’nun affının en yoğun olduğu zamanlar da;
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ
(“…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17]) Seherler olmuş oluyor.
Tabi o Sâmirî de, yapan da;
“–Niye böyle yaptın?” denilince:
“–Bu böyle, nefsime, bana hoş geldi.” (Bkz. Tâhâ, 95-96)
Onu yapacak, iltifat görecek vs. olacak… İnsanın daima mağlup olduğu şeyler.
Tabi onu Mûsâ -aleyhisselâm- da tardetti.
Yine bu, bir zamanlar:
“–Ey Mûsâ! Biz Allâh’ı açıkça görmedikçe aslâ sana inanmayız dediler. Onun üzerine bir deprem oldu. Yine bir korktular. Mûsâ -aleyhisselâm- da:
“–Yâ Rabbi dedi. Bu beyinsizler yüzünden bizleri helâk mi edeceksin yâ Rabbi?” dedi. (Bkz. el-A‘râf, 155)
Velhâsıl durum şu, âyetlerde, Mûsâ -aleyhisselâm- bunlara yol gösteriyor, bunlar isyan ediyor, peygamberlere daima yük vuruyorlardı.
Katâde bin Nûmân’ın nakline göre Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- şöyle dedi:
“–Yâ Rabbi! Ben levhalarda insanlar arasından çıkarılmış, iyiliği emreden kötülükten nehyeden/yasaklayan hayırlı bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum (bu Tevrat levhalarında). Allâh’ım onları benim ümmetim kıl!” diye duâ etti.
Allah Teâlâ:
“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu. Mûsâ -aleyhisselâm- yine:
“–Rabbim! Levhalarda, dünyaya gelişte son, Cennet’e girişte ilk olan bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Onları benim ümmetim kıl yâ Rabbi!” dedi.
Cenâb-ı Hak:
“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Yâ Rabbi! Yine levhalarda bir ümmetten bahsediliyor ki, (kitapları) sadırlarındadır (ğöğüslerindedir), ezberden okurlar. Hâlbuki onlardan önceki ümmetler kitaplarını bakarak yüzünden okurlardı. Kitapları kaybolunca da onlar hiçbir şey hatırlamazlardı.
Şüphesiz Sen bu ümmete daha önce hiçbir ümmete vermediğin bir ezberleme, bir muhâfaza kuvveti vermişsindir. Allâh’ım! Onları benim ümmetim kıl!” dedi.
Allah Teâlâ:
“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Yine Hazret-i Mûsâ:
“–Rabbim! Orada hem önceki kitaplara hem de son kitaba îman eden, her türlü sapıklıkla savaşan bir ümmet zikrediliyor. Onu benim ümmetim kıl!”
Allah Teâlâ:
“–O, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Rabbim! Öyle bir ümmet zikredilmektedir ki, onlar bir iyilik yapmaya niyet etse de onu yapamasa bir hasene verilir, yaptığı takdirde 10’dan 700’e kadar sevap verilir. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.
Allah Teâlâ:
“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Nakledildiğine göre, bunun üzerine Hazret-i Mûsâ, elindeki levhaları bir kenara bıraktı, elini kaldırdı:
“–Allâh’ım dedi, beni de ümmet-i Muhammed’den kıl!” buyurdu. (Bkz. İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 259)
Yani bu bize şunu gösteriyor ki, büyük bir peygambere ümmet olduk. Biz bunu meccânen olduk. Rasûlullah Efendimiz de ümmetini çok seviyor, çok raûf ve çok rahîm. Ümmetine bir vasiyeti var:
“Sakın günah işleyerek kıyamet günü benim yüzümü kara çıkartmayın.”
A‘râf Sûresi’nin 159. âyetinde:
“Mûsâ’nın kavmi içinde hakkı anlatıp onunla insanlara doğru yolu gösteren, yine hakka dayanarak doğruluğu, adâleti uygulayan bir topluluk vardı.”
Yani bu zâlimlerin yanında bir de böyle bir faziletli bir toplum vardı buyruluyor. Hazret-i Mûsâ’nın kavminin hepsi, haksız ve zâlim insanlar değildi. İçlerinde dînin emirlerine uygun yaşayanlar, insanları doğrulukla hak dine dâvet edenler ve insanlar arasında adâletle hükmeden sâlihler de vardı.
Bunlar, Allâh’ın emrine uygun olarak istikamette yaşarlar, Allâh’ın emrine uygun amel ederlerdi. Almaları, vermeleri hep Hak emrine uygundu. Yani hayatının bütün muhtevâsını Allâh’ın emirleri içinde geçirirlerdi. Zulmetmezlerdi. Adâlet tevzî ederlerdi. İsrâiloğullarının işledikleri günahları işlemeyen salih bir topluluktu. (Taberî, X, 501)
Taberî tefsirinde böyle bir ifade var.
Yine Rûhu’l-Beyan’da daha enteresan bir şey naklediliyor. Cenâb-ı Hak Miraç’ta Rasûlullah Efendimiz’i zaman-mekândan müstağnî kıldı. Geçmiş zamana ait hâdiseleri bildirdi. Gelecek zamana ait hâdiseleri bildirdi. Bu hâdise de Cenâb-ı Hakk’ın tâ mâziye doğru gidiyor, mâzide -Rûhu’l-Beyan’da buyruluyor- sâlih kavimlerin durumunu, hususiyetlerini Cenâb-ı Hak bildiriyor.
Allah Teâlâ’nın “Mûsâ’nın kavminden hak ile doğru yolu gösteren ve onunla âdil davranan bir topluluk vardır.” âyetiyle övdüğü kavmi görmek istedi. Tabi geçmişte bir kavim. İki bin-üç bin sene evvel gelmiş bir kavim. Cebrâil, Efendimiz’e buyurdu ki:
“–Seninle onlar arasında altı yılda gidilecek, altı yılda dönülecek bir mesafe vardır. Fakat Rabbine yalvar, O sana izin versin. O sana gösterir.”
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz duâ etti. Cebrâil de “Âmin” dedi. Allah Teâlâ, Cebrâil’e duânın kabul olduğunu bildirince Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Burak’a binip birkaç adım gitti. Derken kendini istediği kavmin arasında buldu bir anda. Onlara selâm verdi, onlar da selâma karşılık verdiler. Sonra Peygamberimiz’e:
“–Sen kimsin?” diye sordular.
Peygamberimiz de:
“–Ben ümmî peygamberim.” dedi.
Onlar:
“–Sen, Mûsâ’nın bize müjdelediği peygambersin. O bize:
«–Sizden kim Ahmed’e kavuşursa O’na benden selâm söylesin.» diye vasiyet etmişti.” dediler.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mûsâ’nın selâmını aldı.
Yine o kavim:
“–Yanındakiler kimdir?” diye sordular.
Peygamberimiz:
“–Onu görüyor musunuz?” buyurdu.
Onlar:
“–Evet.” dediler.
Peygamberimiz:
“–O, Cebrâil’dir.” dedi. Yine Efendimiz;
“–Görüyorum ki, kabirleriniz evlerinizin önündedir. Bunu niçin böyle yapıyorsunuz?”
Onlar dediler ki:
“–Bunu, sabah-akşam sürekli olarak ölümü hatırlamak için böyle yaparız.”
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Evlerinizin hepsinin seviyesi aynı yükseklikte olduğunu görüyorum. Bu nedendir?”
Onlar:
“–Bazımız, bazımızdan üstün olmasın, birimiz diğerinin rüzgârını ve havasını kesmesin diye böyle yapıyoruz.”
Peygamber Efendimiz:
“–Bana ne oluyor ki, ne aranızda bir hâkim, ne de başınızda bir sultan görüyorum?”
Onlar dediler ki:
“–Birbirimize karşı son derece biz insaflı davranırız, hak sahiplerine hakkını veririz. Böyle olunca da aramızda hükmedecek bir hâkime ihtiyacımız yok, duymayız onu.”
Yine Efendimiz:
“–Niye çarşılarınız bomboş?” diye sordu.
Onlar:
“–Bizler birlikte eker, birlikte biçeriz. Her birimiz ihtiyacı miktarını alır, artakalanı kardeşlerimize bırakırız, infak ederiz. Bunun için çarşıya-pazara, alım-satıma da ihtiyaç duymayız.”
Yine Peygamber Efendimiz:
“–Sizden şu topluluğa ne oldu ki, gülüyorlar?” (Gülen bir topluluk gördü Efendimiz.)
Onlar:
“–İçlerinden biri öldü. Allah Teâlâ, o kimsenin canını tevhid üzere aldığı için sevinçlerinden gülüyorlar.” (Yani Mevlânâ’nın şeb-i arûsu gibi.)
Peygamberimiz:
“–Peki, şu grup niçin ağlıyor?”
Onlar:
“–İçlerinden birinin çocuğu dünyaya geldi. Bu çocuğun hangi din üzere canını teslim edeceğini bilmedikleri için üzülüp ağlıyorlar. (İlticâ ediyorlar.)”
Yine Peygamber Efendimiz:
“–Erkek çocuğunuz doğduğunda ne yaparsınız siz?”
Onlar:
“–Buna şükür olarak Allah için bir ay oruç tutarız.”
Peygamberimiz:
“–Peki, kız çocuğunuz doğduğu zaman nasıl davranırsınız?”
Onlar:
“–Şükür olarak Allah için iki ay oruç tutarız.”
“–Niçin?” (Erkek çocuğa bir ay, kız çocuğa iki ay?)
Onlar da:
“–Çünkü, Mûsâ’nın bize haber verdiğine göre kız çocuğunu yetiştirip büyütmek ve onun derdine katlanmak, erkek çocuğundan daha faziletlidir.” (Çünkü ailenin temeli anneden gelecek.)
Yine Peygamberimiz:
“–Sizde iffetsizlik var mı?”
Onlar:
“–Bir insan böyle bir iş yapabilir mi hiç dediler. Eğer biri bu günahı işlese gökten onun başına taş yağdırılır, yer de onu içine batırır.”
Peygamber Efendimiz yine:
“–Sizde fâiz alıp veren var mıdır?”
Onlar:
“–Ancak Allâh’ın vereceği rızka güveni olmayan kimseler fâiz alıp verir.”
Peygamber Efendimiz yine:
“–Siz hasta olur musunuz?”
Onlar:
“–Ne hasta oluruz, ne de günah işleriz. Ancak Sen’in ümmetin (ümmet-i Muhammed) günah işler, günahlarına kefâret olsun diye hasta olurlar.”
Peygamberimiz Efendimiz (son suâli sorar):
“–Yaşadığınız bölgede yırtıcı hayvanlar ve yırtıcı kuşlar var mı?”
Onlar:
“–Evet, var. Biz onların, onlar da bizim yanımıza uğrar, fakat birbirimize zarar vermeyiz.”
Bunun üzerine Peygamberimiz, onlara kendi şerîatini, beş vakit namazı anlattı ve onlara Fâtiha Sûresi’ni, Kur’ân’dan bazı sûreler öğretti. (Bkz. Rûhu’l-Beyân, III, 260)
Kasas Sûresi’nde ibretli bir hâdise var, bu da “Kârun”. Mûsâ -aleyhisselâm-’ın amcası veya amcasının oğlu. Zamanında biraz zâlimdi. Tabiatı biraz sertti. Fakat müslüman oldu. Çok fakirdi. Mûsâ -aleyhisselâm- buna simya ilmini öğretti, yani maddelerden altın yapma. Tevrât’ı, Mûsâ -aleyhisselâm-’dan sonra en güzel okurdu. Çok fakirdi. Sâlih kimseydi. Başkalarının yardımıyla geçinirdi. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın duâsı ile simyâ, yani kıymetli maddelerden altın yapma ilmi verildi.
Bir zühd hâlinde yaşıyordu, ibadet hâlinde. Ancak mel’ûn şeytan, nasıl meyveli ağaca taş atar; insan kılığında geldi, arkadaş oldu. Sonra fırsatını bulduğu bir gün, dostâne bir tavırla:
“–Ey Kârûn dedi. Başkalarından gelenlerle geçineceğimize, gidip haftada bir gün çalışalım; altı gün de ibadet edelim!”
Bu fikir, Kârûn’a uygun geldi. Şehre indiler, bir gün çalıştılar. Bu bir günlük çalışmaları mukâbilindeki ücretle de altı gün geçinip müstağnî olarak / kimseden bir şey almadan ibadetle geçirdiler.
Bu ilk tâvizi koparmış olan şeytan:
“–Ey Kârûn dedi. Bak; kimseye muhtaç olmadık! Gel bundan sonra haftanın yarısında para kazanalım, yarısında ibadet edelim! Hem kazandığımız paranın fazlasını Allah yolunda fakirlere infâk edelim.” dedi.
Artık tâviz yoluna girmiş bulunan Kârûn’a, bu teklif daha da câzip göründü ve bunu da kabul etti.
Şeytan, hîlesini gerçekleştirmeye muvaffak olmuştu. Çalışma müddetini iyice artırdı:
“–Daha fazla çalışıp daha çok para kazanalım! Bu parayla hem ibadet eder, hem de fazla fakiri sevindiririz!” dedi.
Hep câzip teklifler…
Ve yavaş yavaş Kârûn’un kalbine dünya meyli ve dünya muhabbeti girdi. Hazret-i Mûsâ’nın duâsıyla kendisine verilen simyâ ilmi ile çok zengin oldu. Kalbi, dünyevî ihtiraslarla doldu. Gurur ve kibre kapıldı. Oysa zenginliği, Hazret-i Mûsâ’nın öğretmiş olduğu ilim sâyesinde idi.
Rasûlullah Efendimiz buyurur:
“Dünya tatlıdır ve manzarası hoştur (göz kamaştırır, câzibesi güçlüdür). Şüphesiz ki Allah, onu (imtihanınız olarak) tasarrufunuza verecek ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. O hâlde (gaflete dûçâr olmamak için) dünyadan (yani onun nefsânî tuzaklarından) kendinizi koruyun!..” buyurdu. (Müslim, Zikir, 99)
Kasas Sûresi 76. âyette Cenâb-ı Hak:
“Kârûn, Mûsâ’nın kavminden idi, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti (şımardı, gurur-kibre kapıldı, kavmi de ona dedi ki): «–Şımarma! Bil ki Allah, şımarıkları (şımaranları) sevmez!»”
Tabi bu büyük bir maddî zenginlik, onu büyük bir gaflete düşürdü. “Mal, benimdir.” dedi. Hâlbuki mülk Allâh’a aittir. Dilediğine, dilediği ölçüde verir. Bir kimse, kendisine ihsan edilen nimetler dolayısıyla şımararak israfa düşer ve cimriliğe meylederse, kendi felâketini hazırlamış olur.
Zira Cenâb-ı Hak malı da canı da bir imtihan testi olarak vermiş oluyor. Tevbe Sûresi’nin 111. âyetinde Cenâb-ı Hak:
“Allah mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır…”
Demek ki insanın en büyük problemi, canı ve malı. O, Cennet’e de götürüyor, -Allah korusun- kötü bir âkıbete de dûçâr ediyor.
Velhâsıl kul, kendisine ikrâm edilen nimetlerin bir lûtuf olduğunun farkına varacak, infak edecek. Riyâzat hâlinde yaşayacak. Çünkü İslâm’da mal ne toplumundur, ne fertlerindir; mülk Allâh’ındır. Onun için mülkü Allah bana bu mülkü niye verdi? Ona vermedi, bana verdi, bunun tefekkürü bir içinde… Mal kazanırken bunun tefekkürü içinde, “Ben nasıl mal kazanırım, nasıl şey yaparım?..” Malı kazandığı zaman da bunun tefekkürü içinde olacak. “Onda yok, bende var; benim vazifem nedir?..”
Yine Fecr Sûresi’nde:
“İnsan var ya (Cenâb-ı Hak gafleti, gafleti insanın), Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda, bol nîmet verdiğinde «Rabbim bana ikram etti» der.” (el-Fecr, 15) Gaflet… Onun için kalbin uyanması lâzım. Hayatın uykuda geçmemesi lâzım. “Allah bana bunu niye verdi?” der. Kendi kendini bir muhâsebe etmesi lâzım.
Her nîmet, iki uçlu bıçak gibi... Şayet kalbin fazîlet, takvâ üzere istikâmetinde kullanılırsa kişiyi Cennet’e nâil eyler. Yok; nefsin istikâmetinde kullanıldığında ise kişiyi Cehennem’e dûçâr eder -Allah korusun-.
Bu, o kadar çok nâzik işler var ki:
Bir gün, Ahnef bin Kays, Irak heyetiyle birlikte Hazret-i Ömer’in yanına geldi. Çok sıcak bir gündü. Hazret-i Ömer bir önlük giymişti, zekât develerinden birinin bakımını yapıyordu. Onun üzerindeki tozları temizliyordu. Hazret-i Ömer onları görünce:
“–Ahnef dedi, üst elbiseni çıkar da bana yardım et dedi. Çünkü dedi, bu benim temizlediğim, zekât devesidir dedi. Onda yetimlerin, dulların ve yoksulların hakkı vardır.” dedi.
İçlerinden biri dedi ki:
“–Allah seni mağfiret etsin ey Mü’minlerin Emîri! Kölelerden birine emretsen de bu işi o yapsa olmaz mı?!” dedi. Hazret-i Ömer şu cevâbı verdi:
“–Ey filân, kim Ömer’den ve Ahnef’ten daha iyi köle olabilir ki? Mâdem ki o müslümanların işlerini üzerine almıştır, öyleyse müslümanların kölesidir. (Hizmetkârıdır müslümanların.) Nasıl ki kölenin efendisine karşı samimî olması, emâneti hakkıyla îfâ etmesi gerekiyorsa onun da müslümanlara karşı böyle yapması îcâb eder.” (Ali el-Müttakî, V, 761/14307)
Mevlânâ da diyor ki:
“مَنْ بَنْدَهِ قُرْآنَمْ” diyor. Ben Kur’ân’ın kölesiyim diyor. Muhammed Mustafa’nın yolunun ayağının tozunun toprağıyım diyor. Herkes (diyor Mevlânâ), köle olmaktan üzülür diyor, ben ise köle olmaktan seviniyorum. Çünkü ben Rabbimin kölesiyim.” buyuruyor.
Derin bir idrak…
Nasıl; “Bu diyor, zekât devesidir.” diyor. Onun için Hazret-i Ömer o zekât devesini temizliyor.
Yine o, Velfecri’nin 16. âyetinde:
“Onu imtihan edip de rızkını daralttığımızda; «Rabbim beni önemsemedi.» der.” Gâfil! Hâlbuki belki o, onun için hayırlı. Daima Kârun’u düşünecek, Kârun ne oldu?
Yani saâdet, Allah rızâsını yaşayabilmek, hâle râzı olmakta…
Yine Bakara, 216. âyette:
“…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilemezsiniz.”
Demek ki eslim, İslâm, teslim… Kul, her şeye bir teslim hâlinde yaşayacak. Cenâb-ı Hakk’a olan tevekkül ve teslimiyetini ispat etmiş olacak. Yani devamlı bir test hâlindeyiz. Allâh’ın verdiği her nimetle bir test hâlindeyiz.
Mal imtihan vesilesidir. Eğer mal, ikram olsaydı peygamberler servetlerle dolup taşardı. Asıl nimet, Allâh’ın kitabına ve Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sine ittibâdır.
Sadece bir Süleyman -aleyhisselâm-’a çok büyük bir servet verdi. Bu da ümmete bir numûne oldu. Nasıl bir “ağniyâ-i şâkirîn” olacak, şükreden bir zengin olacak? Hattâ:
“–Ben fakirim diyordu, bana fakirlerle beraber olmak düşer.” diyordu. Onu da Cenâb-ı Hak imtihan etti:
“Süleyman’ı tahtının üzerinde ölü bir ceset gibi bıraktık.” buyurdu. Nîmeti bir an aldı. Kalktı Süleyman -aleyhisselâm- istiğfar etti. (Bkz. Sâd, 34)
Cenâb-ı Hak niye verdi?.. İki şey çok zor. Ağniyâ-i şâkirîn olmak. Nedir ağniyâ-i şâkirîn? Allah servet vermiş, kendisi riyâzat hâlinde yaşıyor. Servet, mülk, Allâh’ındır diyor, benim değil diyor. Ben bir emanetçiyim diyor. İşte bu, ağniyâ-i şâkirîn oluyor. Riyâzat hâlinde geçiyor hayatı.
Kazanacak, edecek, fabrika da, şeyi olacak; nasıl yaşayacak?
“قُلِ الْعَفْوَ” Cenâb-ı Hak buyuruyor. “Fazlasını ver.” diyor. (el-Bakara, 219) Riyâzâtın fazlasını da ver, buyuruyor.
Vermedi; Eyyûb -aleyhisselâm-’ı hatırlayacak. Bunun bir hikmeti var; “İşte Kârun!” diyecek. Yokluktaydı, vesâireydi, büyük zengin oldu, ne oldu?!. Aynı şey, şeytan da beni istilâ edebilir…
Kârun’un kalbi, -Kârun’a geliyoruz yine- dünya meyli ile dolunca, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın nasîhatlerinden sıkıldı, tavsiyelerine tahammül edemez oldu.
Orada bir kurban kesme salâhiyeti vardı. Buna “hibirlik” deniliyordu. Bunu, Harun -aleyhisselâm-’ın soyundan gelen Levililer’e verince, kalbine yerleşmiş kötü hasletler, iyice gün yüzüne çıktı. Öfkeye kapıldı; dayanamadı. Mûsâ -aleyhisselâm-’a gelince:
“–Ey Mûsâ! Kardeşin Harun’a hibirlik (kurban kesme vazifesi) verdin. Benim ise, benim salâhiyetimde olması lâzım. Çünkü Tevrât’ı en iyi okuyan benim.” dedi.
Mûsâ -aleyhisselâm- da:
“–Buna ben dedi, karar vermedim, Cenâb-ı Hak’tan gelen bir vahiydir.” dedi.
“–Yok, değildir dedi, sen karar verdin.” dedi.
“–O zaman dedi, hepiniz bastonlarınızı getirin, bir odaya koyalım, kiminki yeşerirse, o onun, hibirlik onun hakkıdır.”
Getirdi, koydular. Harun -aleyhisselâm-’ın hemen yeşerdi.
“–Bak dedi, Kârun dedi, gördün mü?” dedi.
“–Mûsâ dedi, sen sihir yaptın, ondan yeşerdi!” dedi.
Kalp ölünce, felâket…
Yani Cenâb-ı Hak bizleri kibre düşmekten muhafaza buyursun! Kişi benliğe kapılınca, nasıl da kendini başkalarından üstün görüyor! Bir üstünlük varsa, onu veren Cenâb-ı Hak’tır. O üstünlüğü gördüğü zaman şükredecek, tevâzuu artacak.
“İbâdurrahmân, yeryüzünde tevazu içinde yürürler...” (el-Furkân, 63) buyuruyor. Hiçbir kimse, kendi hususiyeti dolayısıyla kendisini başkasından üstün görebilir, buna dikkat edecek, bunu görmeyecek.
Aynaya baktığı zaman, yüzünü güzel görünce fânîliğini düşünecek, ihtiyarlığını düşünecek.
Güzel konuşması mı var? Talâkati çok mu güzel? İnsan aklî melekelerini kaybedince iki kelimeyi yan yana getiremiyor. Bir felç oluyor, bir ifade edemiyor. Onu düşünecek.
Gücü-kuvveti hususunda da böbürleniyor… Yaşlanınca bastona dayanmadan ayakta duramaz hâle geliyor bu böbürlenen.
Rabbimiz’in değer verdiği husus ise takvâ, yani gönlün, Efendimiz’in güzel ahlâkından nasîb alması…
Bunun için muhabbet olacak, muhabbet artacak. Muhabbet, fânî muhabbetlerin üstüne çıkacak. Bu muhabbetin neticesinde âdab olacak. Allah Rasûlü’nün edebiyle kul edeplenecek. Bu şekilde Cenâb-ı Hak’la dost olacak.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Harun’a bu vazifeyi, makâmı ben değil, Cenâb-ı Hak verdi!” buyurdu.
Fakat Kârûn diretti. Yine, işte bu baston hâdiseleri…
Bu açık mûcize neticesinde Mûsâ Kârun’a döndü:
“–Ey Kârun dedi, ben mi yaptım?” dedi.
Kârun da şaşkınlaştı:
“–Bu, sihirden başka bir şey değildir!” dedi. Sonra kızgın bir şekilde ortadan kayboldu gitti.
Allah -celle celâlühû-, Benî İsrâil kavminin, elbiselerine mâvi şerit takmasını emretti. Kârûn, buna da isyân etti:
“–Bu, ancak efendileri kölelerinden ayırmak içindir!” dedi ve takmadı bunu. Artık Kârûn’un, Mûsâ -aleyhisselâm-’a hıncı iyice artmıştı. Nefsindeki haset ateşi, içini yakıp eritmekteydi. Etrafındakileri de -çok zengin, saray yaptırdı- kendisine halkı cezbetmek için ziyafetler vermeye, kendisinin üstünlüğünü belirtici sohbetler yapmaya başladı.
Bir gün Mûsâ -aleyhisselâm- çağırdı. Onun bir zekâtını hesab etti.
“–Senin şu kadar zekât vermen lâzım Kârun!” dedi.
Kârun da:
“–Şimdi de (birtakım bana salâhiyetleri vermedin, şimdi de benim) malıma da mı göz diktin dedi? Bu serveti ben kazandım!” dedi.
Kârûn’a hitâben buyruldu âyet-i kerîmede 77. âyet Kasas Sûresi:
“Allâh’ın sana verdiğinden (yolunda harcayarak Allah yolunda) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasîbini unutma! (Riyâzat hâlinde yaşa.) Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsan et! (Çok dehşetli bir… Bize her şeyi ihsan eden Cenâb-ı Hak. Bizim de vazifemiz, bütün insanlar, hattâ hayvanat zimmetli, bizim de vazifemiz, onlara ihsan etmek.) Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama! (Yani bir gurura, kibre kaptırarak bozgunculuğu arzulama.) Şüphesiz ki Allah, müfsitleri (bu fesat kimseleri) sevmez!” buyurdu.
Demek ki mü’min, dünya ve âhiret dengesini iyi koruyacak. Cömert olacak, diğergâm olacak, paylaşacak.
Cenâb-ı Hak “قُلِ الْعَفْوَ” buyuruyor. “Fazlasını ver.” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 219)
Ancak riyâzat yaparsan fazlasını verirsin.
İkincisi:
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
Bir test istiyor. Kendi kendimizi test edeceğiz biz. Yani;
“Sevdiklerinizden vermedikçe birre nâil olamazsınız.” (Âl-i İmrân, 92) Fazilete eremezsiniz, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşamazsınız, buyruluyor.
Bir veznedarın, kendisine emânet edilen paralara gönül bağlaması ne kadar abestir! Onun tek vazifesi, paraların gerçek sahiplerinin verdiği vazifeyi yerine getirmektir. Zira mülk Allâh’ındır. Mü’min, mülkün gerçek sahibi olan Allâh’ın emânetçisidir. Elindeki mal ve imkânları ilâhî tâlimatlar istikametinde kullanması zarurîdir. Bu tasarruf da şunlardır:
‒Bir defa pinti olmayacak. Yani nîmeti kendi için saklamayacak. Pintilik nedir? Korkaklıktır. Allâh’ın kendisine emânet olarak verdiği malı kendisine ayırıyor; “Bana yarın bir şey olursa ben ne yaparım?..”
Yani Allâh’a güveneceğine, Cenâb-ı Hakk’a teslim olacağına parasına teslim oluyor, parasının esiri oluyor. Parasının kölesi oluyor. Korkaklık… Pintilik, yani bu nîmeti kendine saklamak… Netice korkaklık. Çok ağır bir şey. Yani Allâh’a teslim olacağı yerde o parasına teslim oluyor. Kârun da parasına teslim oldu, yerin dibine girdi.
İkincisi:
‒İsraf. Allâh’ın verdiği bu nîmeti, kendine ziyan etmek. İsraf nedir? Aşağılık duygusunu bastırma hareketi. Yani geometri ile, elbise ile, malla, mülkle, arabasıyla vesâiresiyle, aşağılık duygusunu bastırma hareketi.
İkisi de reddolmuştur.
İsraf edenlerin durumu; “…Şeytanların arkadaşlarıdır, şeytan da Rabbine karşı çok nankördür.” (Bkz. el-İsrâ, 27) buyruluyor.
Pinti için de; “Sarıcı bir ateşe dûçâr olacaktır.” Cenâb-ı Hak buyuruyor. (Bkz. el-Hümeze, 6)
Yani her ikisi de aynı derecede çirkin davranışlardır. Zira her ikisi de nîmeti insanın kendi için, bencilce kullanmasıdır.
Vefâsını göreceğimiz dünya malı da, şimdiden infâk ederek âhirete gönderdiklerimizdir.
Bu vefâ çok mühim. Vefâsını göreceğimiz evlât, Allah yolunda yetiştirdiğimiz, ardımızdan bize sadaka-i câriye olan evlâttır.
Vefâsını göreceğimiz dost, Allah için sevip zor zamanlarda kardeş olduğumuz dosttur.
Allâh’ın kendisine verdiği nîmetleri tefekkür edecek; “Allah bunu bana niye verdi?” diye tefekkür edeceğiz.
Kendimizden zayıf olanları kendimize zimmetli göreceğiz.
“Bugün bir yetim başı okşadınız mı?
Bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?
Bir aç insanı doyurdunuz mu?
Bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)
Hep bunlar (kalbi) kırıklar; ne kadar kırıkların yanındayız?
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Yâ Rabbi! Sen’i ben nerede arayayım?” buyuruyor. Cenâb-ı Hak:
“–Mûsâ, sen Ben’i (kalbi) kırıkların yanında ara.” (Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)
Yani mü’min, ihtiras bataklığına düşmeyecek.
Efendimiz buyuruyor:
“Âdemoğlunun bir vâdi dolusu altını olsa, bir vâdi daha ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz. Allah tevbe edenlerin tevbesini kabûl eder.” (Buhârî, Rikāk, 10; Müslim, Zekât, 116-119)
Yani Dünya’yı verseler; “Ay’da bir parsel yok mu?” Zaten Ay’a çıkmaya çalışıyorlar. Orada bir hayat kuracaklar, ölümden kurtulacaklar. Tam cehâlet!..
Âyetlere geçiyoruz, 78-80. âyetler:
“Kârûn ise;
«–O (servet), bana ancak kendimdeki bilgi sâyesinde verildi.» dedi (Mûsâ -aleyhisselâm-’a).
Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti! Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir).
Derken, Kârûn, ihtişâmı içinde kavminin karşısına çıktı. (Büyük bir sükse ile, büyük bir konforlu bir şekilde.) Dünya hayatını arzulayanlar:
«–Keşke Kârûn’a verilenlerin bir benzeri bize de verilseydi; doğrusu o çok şanslı!» dediler.
Kendisine ilim verilmiş (mârifet verilmiş, Hakk’a kul olan sâlih kimseler de dedi ki):
«–Yazıklar olsun sizlere! (Dedi.) Îman edip sâlih amel işleyenler için Allâh’ın mükâfâtı daha üstündür. Ona da sabredenler ancak kavuşabilir.» dediler.” (el-Kasas, 78-80)
Velhâsıl Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna lûtfettiği can ve mal, bir emânet. Evlât da bir emanet. Bütün nîmetler O’ndandır, O’na âittir. Bu yüzden ârif gönüllerin Hakk’a karşı duyguları dâimâ şöyledir; Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri:
“Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen!..
Ne verdinse odur. Dahî nemiz var!..”
Can ve mal, Allah yolunda sarf edildiği takdirde bir “ziynet” olacak. Aksi hâlde “fitne”ye dönecek.
Efendimiz buyuruyor:
“Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi de maldır.” (Tirmizî, Zühd, 26/2336)
1450 sene evvelki Rasûlullah Efendimiz’in devrindeki insanların yaşayışını düşünelim, bir de bugünkü insanın yaşayışını düşünelim. Bir doyumsuzluk var. Moda, vs. alıp götürüyor. Yani selde sürüklenen kütükler gibi, hangi girdapta boğulacağız belli değil. Lüksün bir felâketi içinde.
Yani bir mü’min, canını ve malını yanlış yerde sarf etmeyecek. Böyle kimseleri fecî bir âkıbet bekliyor. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“…Altın ve gümüşü yığıp da Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azâba dûçâr olacaklardır.” (Bkz. et-Tevbe, 34)
Demek ki insan çalışacak, gayret edecek. Fabrikası olacak, müessesi olacak, israf etmeyecek, pintilik etmeyecek. Öyle bir olacak ki kendisini Allâh’a adayacak, Allah için çalışacak, Allah için infak edecek, öylelikle “ağniyâ-i şâkirîn”den olacak.
Yine bir Kârun’a dönelim:
Kârun’da ihtiras iyice arttı. Mûsâ -aleyhisselâm-’a düşmanlık arttı. Hâlbuki her şey Mûsâ -aleyhisselâm- sayesinde, Cenâb-ı Hak onun sayesinde ikram etti. O simya ilmini vs. Nasıl bir nankörlük?..
Bir gün Kârun, Benî İsrâil kavmini topladı. Mûsâ -aleyhisselâm-’ı da oraya çağırdı:
“–Şimdi ey Mûsâ dedi, biz sana bazı sorular soracağız, Allâh’ın emirlerini bize bildir, dedi:
–Mûsâ dedi, hırsızlık yapanın durumu ne olur dedi,
–Zinâ yapanın durumu ne olur dedi,
–Bunları sen yaparsan senin durumun ne olur Mûsâ?” dedi.
Mûsâ -aleyhisselâm- da:
“–Hırsızlık yapanın kısas yapılır, zinâ eden de recmedilir!” dedi.
Kârun tekrar:
“–Bunu sen yaparsan?!” diye sordu. “Sen yaparsan ne olacak Mûsâ?” diye sordu.
Mûsâ -aleyhisselâm- da:
“–Aynıdır, bir şey değişmez!” dedi.
Bunun üzerine Kârun, kalabalığın arasında bulunan bir kadına seslendi:
“–Ey kadın, gel dedi buraya dedi! Mûsâ ile yaptığın çirkin fiili, iffetsizliği şurada anlat cemaate!” dedi.
Bu müthiş iftirâ karşısında Mûsâ -aleyhisselâm- tehevvüre kapıldı. O sırada kadın da, yanına gelmişti. Bir şeyler söylemek istedi, kadının dili tutuldu; söyleyemedi.
Hazret-i Mûsâ büyük bir hiddetle sordu:
“–Ey kadın dedi! Denizi yarıp yol yapan, Tevrât’ı indiren Allâh’ın hakkı için doğruyu söyle dedi: Ben seni tanıyor muyum dedi? Seninle bir alâkam var mı benim?” dedi.
Kadın büyük bir pişmanlık içinde:
“–Yâ Mûsâ dedi, Kârun bana çok bol para verdi ve sana bu iftirâyı atmam için beni kandırdı!” dedi. Büyük bir nedâmetle kadın tevbe etti.
Mûsâ -aleyhisselâm- secdeye kapandı:
“–Yâ Rabbi dedi, onların cezâsını ver!” dedi.
Bu bedduâdan sonra yer yarıldı. Rezil plânı ters düştü, Kârun ve ona tâbî olanlar, hazineleriyle birlikte yerin dibine gömüldü.
Cenâb-ı Hak âyette, 81. âyet Kasas Sûresi:
“Nihayet Biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allâh’a karşı kendisine yardım edecek avenesi olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.”
Kelâm-ı kibarda buyruluyor:
“Dîni sevenler dünyadan çıkmadı. Dünyayı sevenler dinden çıktı.”
Kârun’u, dünyaya meyli ve başkalarında bulunan nîmetlere haset etmesi helâk etti.
Daha sonra, 82-83. âyette, onun yerinde olmak isteyenler vardı. Keşke biz de bu Kârun gibi olsak diyorlardı. Âyet-i kerîmede:
“Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler:
«–Demek ki Allah, rızkı, kullarından dilediğine bol veriyor (imtihan), dilediğine az (veriyor, imtihan)! Şâyet Allah bize lûtufta bulunmuş olmasaydı, biz de yerin dibine geçirilirdik. (Yani Kârun’a meylederdik, Kârun gibi yerin dibine geçirilirdik.) Vay! Demek ki, inkârcılar iflâh olmazmış!» demeye başladılar.
(Cenâb-ı Hak:)
İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi, fesâdı arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.” (el-Kasas, 82-83)
Demek ki âhiret yurdu kimlere âit? O, yeryüzünde böbürlenmeyenler, mütevâzı yaşayanlar. Cenâb-ı Hak:
“İbâdurrahmân, yeryüzünde mütevâzı olarak yürürler…” (el-Furkân, 63) buyuruyor.
“…Fesâdı arzulamayan kimselere veririz…” (el-Kasas, 83)
İhtiras, haset olmayacak. Teslimiyet olacak, mütevâzı olacak.
“…Âkıbet de, takvâ sahiplerinindir.” (el-Kasas, 83)
Velhâsıl Kârun kıssasından çıkaracağımız hisse;
–Âhireti unutup dünyaya dalanların durumu,
–Dünya malına tamah edenlerin, dünya malına sığınanların durumu,
–Kibir ve haset çukuruna düşenlerin fecî âkıbeti, ümmete bir ibret sahnesi olarak sergilenmektedir.
Kul dâimâ Rabbine sığınacak. Yegâne sığınak, barınak, istinadgâh, Cenâb-ı Hak olacak.
Kârun, servetine sığındı. Malıyla beraber yerin dibine gömüldü.
Cenâb-ı Hak, kulunun daha fazla mala sahip olmasını değil, ilâhî taksime rızâ içinde yaşamasını arzu ediyor.
Bunun için mal vermişse, “ağniyâ-i şâkirîn”den olacak; vermemişse “fukarâ-i sâbirîn”den olacak. Bu ikisi de nedrette. Süleyman -aleyhisselâm- misal, Eyyûb -aleyhisselâm- misal.
Rasûlullah Efendimiz her iki hâle misal:
Beşte bir ganimetler gelirdi. Efendimiz onu infak etmeden huzur bulamazdı. Yani onları doyurmakla Efendimiz doyardı. Onları sevindirmekle Efendimiz sevinirdi. Ağniyâ-i şâkirîne misal.
Âişe Vâlidemiz buyuruyor:
Evimizde üç gün sıcak yemek pişmezdi diyor. Bu da fukarâ-i sâbirîne misal.
Rasûlullah Efendimiz kıyâmete kadar gelecek bütün karakterlere, bütün şahsiyetlere, insanlar ne durumda olurlarsa olsun…
Rasûlullah Efendimiz; nasıl Kur’ân-ı Kerîm kavlî bir mucize, kâinat kevnî bir mûcize, Efendimiz de insanda bir mucize.
Cenâb-ı Hak O’na ümmet olmanın şükrünü yaşamayı, cümlemize nasîb eylesin.
Duâmızın kabulü niyâzıyla; Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..