Osman Nuri Topbaş Hocaefendi İle 2018 İftar Sevinci Programı Özel Mülakatı

VİDEOLAR

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, Erkam Radyo'da yayınlanan "İftar Sevinci" programında Prof. Dr. İrfan Gündüz'ün konuğu oldu.

İFTAR SEVİNCİ PROGRAMI ÖZEL MÜLÂKÂTI (2018 RAMAZAN)

Erkam Radyomuzun çok değerli dinleyicileri ve değerli izleyiciler! Gönül frekansınızdan sizlere seslenmek istiyoruz ve sevincimizi, duygularımızı, hislerimizi paylaşmak üzere huzurlarınızdayız.

Ve bu Ramazan’da da ilk iftar soframızın aziz misafiri, değerli üstâdımız Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi.

Estağfirullah.

Hoş geldiniz Efendim. Şerefler verdiniz.

Şeref aldık, teşekkür ederiz.

Şimdi yepyeni bir mevsime doğru gidiyoruz.

Allah mübârek eylesin.

Âmîn. Gerçi bunun ayak seslerini biz üç ayların başında Regâib Kandili ile hissetmeye başladık. Receb, ardından Şâban ve Şâban ayında Mîrac gecesi ve nihâyet Kur’ân ayı Ramazân-ı Şerîf’e Rabbim erişmeyi nasîb etti.

Tabi Ramazan, derin bir yolculuğa çıkmak, içimize doğru bir yolculuğa çıkmak. Ve Ramazan’ı, Ramazân-ı Şerîf’in mânâsını “içselleştirmek” -modern tâbirle söylüyorlar bunu-. Bunlarla ilgili neler söyleyebilirsiniz Efendim? Zât-ı âlînizin çizeceğiniz rota istikâmetinde ya da iz istikâmetinde dinleyicilerimiz de Ramazan’larını daha derin hissetmeye ve ihyâya gayret göstersinler.

Âmîn! Estağfirullah.

Cenâb-ı Hak Ramazân-ı Şerîf’imizi, dînimize, vatanımıza, milletimize, bütün İslâm dünyasına, mazlumların selâmetine -inşâallah- Cenâb-ı Hak vesîle eyler.

Âmîn!

Cenâb-ı Hakk’ın gün içinde lûtuf saatleri vardır; seher saatleri.

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ (“…Seherlerde tevbe ederler.” [Âl-i İmrân, 17]) buyruluyor. Cenâb-ı Hak tevbe kapılarını açıyor.

Hafta içinde Cuma günleri vardır. Bu da bir lûtuf günü olmuş oluyor. Seneler içinde de bir mevsim var ve bu mevsim de Receb, Şâban ve Ramazân-ı Şerîf’e mülâkî olabilmek.

Ramazân-ı Şerîf büyük bir lûtuf, ihsan, ikram… Kur’ân-ı Kerîm’in indiği bir mevsim. Kur’ân-ı Kerîm ile hâllenilecek, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşılacak, takarrub/yaklaşma artacak.

Bu, Ramazân-ı Şerîf, Allâh’ın rahmetinin âdeta tuğyân ettiği, husûsî bir mevsim. Bu rahmet ikliminden istifade edebilmek için, kulun her zamankinden daha fazla gayret göstermesi îcâb eder. Zira bu kıymetli zamanda gösterilecek gaflet, nefsâniyet, tembellik, ihmal, sâir zamandakilere göre daha çok mahrumiyete, hattâ azâba müncer olur.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir hadîs-i şerîfinde buyruluyor:

“Cebrâil bana göründü; «Ramazan’a erişip de günahlarından (korunmayan, gaflete dûçâr olan) rahmetten uzak olsun.» buyurdu…” (Bkz. Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Demek ki Ramazân-ı Şerîf böyle mübârek bir ay. Cenâb-ı Hakk’ın affından Cenâb-ı Hak cümlemizi istifade ettirsin.

Âmîn, âmîn!..

Efendim, görüyoruz, sporcular var; bu, şampiyonluk maçına hazırlanmak için kendilerini kampa çekerler, ihtilâttan men kararı alırlar. Sanayiciler, tüccarlar zaman zaman dünyevî gayelerini daha öteye götürmek için ticârî gayelerini, toplanırlar, seminerler verirler, seminerler alırlar. Ramazân-ı Şerîf ise Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lûtuf mevsimi. Bu mevsimde de kul Cenâb-ı Hakk’a yaklaşacak ve bir âhiret hazırlığı içinde olacak. Rabbimiz -inşâallah- bu Ramazân-ı Şerîf bütün İslâm dünyasına, bilhassa mazlumlara huzur, selâmet ve kurtuluş mevsimi olur -inşâallah-.

Hazret-i Mevlânâ’nın güzel bir tarifi var:

“Ramazan geldi. Artık maddî yiyeceklerden elini çek ki gökten sana mânevî rızıklar insin. Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatalarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îmân ile dolduğu bir aydır.”

Cenâb-ı Hak, bu, gökten gelen yiyecekleri, yani Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin tecellîsini cümlemize nasîb eylesin -inşâallah-.

Âmîn! Efendim, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri, tabi gökten sağanak sağanak rahmet-i ilâhî yağar da yalnız bu rahmet-i ilâhîden nasîb almak için; “Rahmet-i ilâhî; bükük boyun, kırık gönül ve yaşlı göz arar.” diyor Hazret-i Pîr.

Evet.

Ki böyle mütevâzı gönül arar. O yüzden bu Ramazan’a girerken, tabi, esas sağanak sağanak yağan bu rahmet-i ilâhîden nasip almak ki, evveli rahmet… Şimdi rahmet ayına girmiş bulunuyoruz. Ortası mağfiret… Rabbim nasîb ederse -inşâallah- üçüncü on gününde de Cehennem ateşinden kurtuluş nasîb olur.

İnşâallah.

Bu, rahmet-i ilâhîden nasîb almanın… Evet oruçta bedenimizin gücünü kırdık, yani gönlümüzde îmânımız, inancımız, şuurumuz iktidar olmaya başladı. Ama bu feyz-i ilâhîye nâil olmak için başka neler yapmak, neleri düşünmek, neleri duymak lâzım Efendim!

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi pek güzel eyledi.” buyuruyor. (Süyûtî, I, 12)

Demek ki Allah Rasûlü’nün hayatının her safhasını kaplayan fârik vasıflar, onlardan bir hisse almaya gayret etmek lâzım.

Rasûlullah Efendimiz:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ buyuruyor.

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

İşte sahâbî O’nu yakından tanıdı. O şahsiyete, o karaktere hayran oldu ve ona yaklaştı. Bir câhiliye insanından bir asr-ı saâdet medeniyeti meydana geldi.

Ez-cümle Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in fârik vasıflarını bir tekrarlamak arzu edersek;

Birincisi: İbadetteki rûhâniyet:

Yani daima kendimiz şunu düşüneceğiz; “Ben hangi gönül kıvamındayım?”

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz… İslâm’ın murâd ettiği kâmil insan modelini (Cenâb-ı Hak) Hazret-i Peygamber Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şahsında sergiledi. Ve O’nu bütün bir beşeriyete üsve-i hasene ve örnek olarak lûtfetti.

İbadetlerimiz demek ki ne kadar Rasûlullah Efendimiz’e benzeyecek?

İbadetlerin bir zâhirî tarafı var, bir de bâtınî tarafı var. Cenâb-ı Hak:

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

“Mü’minler felâh buldu.” (el-Müʼminûn, 1)

Arkadan ise:

اَلَّذِينَ هُمْ فِى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ

“Onlar namazlarını huşû ile îfâ ederler.” (el-Müʼminûn, 2) buyuruyor.

Demek ki Rasûlullah Efendimiz’in ibadetleri, kalp ve beden âhengi içindeydi.

İnşâallah, Cenâb-ı Hak bizlere de kalp ve beden âhengi içinde duygulu bir şekilde ibadetler nasîb eyler. Tabi bu da -inşâallah- takvâda merhaleler katetmeye bağlıdır.

Efendim, izin verirseniz burada bu “üsve-i hasene”…

Evet.

Yani -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in “üsve-i hasene” vasfı üzerinde biraz daha durmak gerekiyor herhâlde Ramazan’a girerken. Hem dinleyicilerimizin hem mü’minlerin gönülleri daha da yufkalaşmış, Allâh’a yönelişleri ve teveccühleri daha da artmış bir durumda, daha da etkili olur. Ama burada bizim insanımıza, bizim gençlerimize bugün çok farklı modeller sunuluyor ve bizi hep başkalarına benzetmeye çalışıyorlar.

Hâlbuki bize Cenâb-ı Hak, benzemek istiyorsanız eğer, en güzel örnek, Allâh’ın Rasûlü… Her noktası, her tavrı bizim için numûne-i imtisal olacak ve O’nun peşinden gideceğiz.

Evet.

Bununla ilgili neler söyleyebiliriz şu Ramazan içerisinde Efendim?

Efendim, şunu söyleyebiliriz; âyet açıktır, âyette Cenâb-ı Hak, birincisi; “Allâh’a kavuşmayı umanlar.” (Bkz. el-Ahzâb, 21)

Birinci madde. Her hâlimizde, “Ben Allâh’ın rızâsında mıyım?..” Kendimizi ilâhî müşahedenin, ilâhî kameranın altında olduğumuzun duygusu içinde olacağız.

İkincisi; “Âhirete kavuşmayı umanlar.” (Bkz. el-Ahzâb, 21)

Bir âhiret endişesi içinde olunacak. Zira; “Kitabını oku, bugün nefsin (sana hesap sorucu olarak) kâfidir.” (el-İsrâ, 14) denilecek. Bütün şu hayatımız, önümüzde yeni baştan sergilenecek. Âhireti unutmamak…

Üçüncüsü de; “Cenâb-ı Hakk’ı çok çok zikredenler için Allah Rasûlü’nde üsve-i hasene vardır.” (Bkz. el-Ahzâb, 21)

Demek ki bu üç şartı yerine getirmenin gayreti içinde olacağız -inşâallah-.

Biz “namaz”dan başladık.

Evet.

Kalp ve beden âhengi içinde kılınmasını...

Tabi namazlar; farz namazlar vardır. Onlara ilâveten sünnet namazları vardır. Duhâ namazı var, işrak namazı var, evvâbin namazı var, teheccüd, vudû, sefer, hâcet, husuf, küsuf namazları var. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in devam ettiği namazlar.

Tabi biz farz namazlara ilâveten ve farz namazları tâdil-i erkânla kılmak şartıyla ne kadar bu sünnet ve nâfile namazlara ittibâ edersek, o kadar Allah Rasûlü ile yakınlığımız artar. Cenâb-ı Hak:

“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak insan anatomisini en güzel secde edecek şekilde halketti. Cenâb-ı Hak bize bol bol secde etmeyi nasîb eylesin.

En mühimi, şuna da duâ etmemiz lâzım, Cenâb-ı Hak bize namazı sevdirsin.

Âmîn!

Namazı seven, namazı cemaatle kılar, îtinâlı kılar, zamanında kılar geciktirmez.

Evet. Şimdi; “Namazda gönlü olmayanın ezanda kulağı olmazmış.” derler Efendim.

Evet.

Rabbim gönüllerimizi hem namaza hem de Ramazan’a bağlasın.

Doldursun.

Âmîn.

Efendim, orada, namazda Efendimiz’in iki tâlimâtı var hatırımda. Biri, “Namazı, son namazın gibi kıl.” (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed, V, 412)

Yaa, evet.

Yine burada huşû devreye giriyor.

Diğeri de;

“Benim kıldığım gibi kılın.” buyruluyor. (Bkz. Buhârî, Ezân, 18)

Demek ki bu, kalbin sanatı olmuş oluyor.

Evet Efendim.

Bir ikincisi, Rasûlullah Efendimiz’e yakınlık olmuş oluyor. Sosyoloji alanının mütehassıslarından Ümit Meriç şöyle diyor:

“Namaz kılan bir toplumun psikolojik bir tedaviye ihtiyacı yoktur.”

Evet.

Çünkü “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) Onun bütün kederini… Cenâb-ı Hak ona yaklaş diyor, yaklaştıkça o secde eden şifâ bulur.

İkincisi;

“Zekât veren bir toplumda diyor, bir sosyolojik bir patlama da olmaz.” diyor.

En mühim burada namazdır. Efendimiz’in en büyük îtinâ gösterdiği ibadetlerin başında gelir. Tabi bunun -Allah korusun- terki de çok büyük felâket olur. Çünkü Sekar Cehennemi’ne girenlere, Cennet’e girenler uzaktan soruyorlar:

“–Siz niçin Cehennemliksiniz?”

Peygamber geldi, Kitap geldi, şu kâinatta her şey Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesinin bir delili, kudret akışlarıyla dolu…

“‒Siz niçin Cehennemlik oldunuz?”

Onlar beş madde sayıyor. Biri de:

“–Biz namaz kılanlardan değildik.” diyorlar. (Bkz. el-Müddessir, 42-43)

Efendim, burada, Tehiyyat’ta okuduğumuz bir şey var…

Evet.

İfade buyurduğunuz doğrultuda; “Eyyühe’n-Nebiyyü ve rahmetullâhi ve berakâtüh.” Eyyühâ; nidâ edatı. Arapça’da muhâtabımıza söylenir.  

Evet.

Gıyâbında olana “Yâ eyyühâ” kullanılır, “Yâ eyyühellezîne âmenû, yâ eyyühe’n-nâs…” Ama namazları öyle kılacağız ki, ya Allâh’ın Rasûlü’nün imâmetinde biz cemaat olmuşuz, ya da Allâh’ın Rasûlü Efendimiz hemen yanıbaşımızda. O edep ve o hassâsiyetle namazları kılmak ve Rasûlullah ile beraberliği tesis etmek.

Çok mühim hocam.

Hocam bir ekleme yapacağım ben. Namaz kılarken birisi gelse, selâm verse, selâmına icâbet edemeyiz.

Evet.

Namazımız bozulur.

Amel-i kesîr...

Amel-i kesîr. Fakat Tehiyyat’ta, buyurduğunuz gibi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e selâm gönderiyoruz.

Evet.

Demek ki Cenâb-ı Hak ne kadar Efendimiz’i seviyor, ne kadar ümmetinin de Efendimiz’i sevmesini arzu ediyor.

Evet Efendim.

Efendimiz de yine o Tehiyyat’ta “sâlih kulların üzerine” buyuruyor.

Evet.

Yani her sâlih kula, demek ki bu namaz kılanlardan duâlar gelmiş oluyor.

Evet, Efendim; diğer bir husus; “oruç” var.

Tabi oruç, insanın nîmetler karşısında şükrünü artırması lâzım. Oruç, nîmetlerin kadrini idrâk ettirir. Bir yarım günlük bir zaman içinde, yarım bardak suya, yarım dilim ekmeğe hasret kalıyoruz. Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerini tefekkür edemeyiz, sonsuz… “Sayamazsınız” buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. İbrahim, 34)

Her mahlûkâta birkaç çeşit yiyecek veriliyor. Her an sofralar kuruluyor milyonlarca mahlûkâta. İnsana ise verilen nîmetler, gıdalar, sayısız. Fakat insan yarım gün mahrum olduğu zaman, tâkatten düşüyor.

Demek ki birincisi; oruç, nîmetlerin kadrini idrâk ettirecek.

İkincisi; sabır ve metâneti bileyleyecek.

Üçüncüsü; yoksul ve gariplerin hâlini yakînen anlamaya vesîle olacak.

Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm- aç olarak dağıtıyordu erzakları. Dağıtırken;

“–Ey Yusuf dediler, senin arkanda koca hazineler var, niye açsınız?”

“–Açların hâlinden daha iyi anlayayım.” buyurdu.

Yaa, empati…

Evet.

Empati diyorlar Efendim.

Diğer bir husus; ibadette rûhâniyet:

Zekât, sadaka, infak var.

Zekât 32 yerde, sadaka 21 yerde, infak da 72 yerde, yani cem’an verme 125 yerde geçiyor.

Yaa demek infak 72 yerde geçiyor.

Yaa, bu kadar! Demek ki;

“O takvâ sahipleri ki bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar…” (Âl-i İmrân, 134)

Demek ki Cenâb-ı Hak diğergâm bir mü’min istiyor. Cenâb-ı Hak merhametli, “Rahman ve Rahîm” esmâsı en çok Kur’ân-ı Kerîm’de geçen. Efendimiz, “raûf ve rahîm”. Demek ki bir müslüman da çok merhametli olacak.

Diğer, ikinci husus; birincisi, demek ki ibadette rûhâniyete dikkat etmek, her zamankinden daha fazla.

İkincisi, muâmelâtta zarâfet:

Çok güzel.

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor ki:

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha yakınım…” diyor. (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Yani bir ananın, babanın yakınlığından, Efendimiz daha yakın. Bir misal veriyor Efendimiz;

“…Bir kimse diyor, vefat ederken mal bırakırsa, o mal, kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir, yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” buyuruyor. (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Nasıl bir yürek!?.

Evet.

Demek ki mü’min, bu şekilde bir diğergâm olacak. Allah korusun, hodgâmlıktan uzaklaşacak.

Bir gün Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- Kâbe’yi tavaf etti. Ardından Makâm-ı İbrahim’e gidip iki rekât namaz kıldı. Sonra yanağını Makam’a koyup ağlamaya başladı:

“‒Yâ Rabbi! Sen’in küçük ve zayıf kulun kapına geldi. Allâh’ım! Âciz hizmetçin kapına geldi. Yâ Rabbi! Dilencin kapına geldi. Sen’in yoksulun kapına geldi.” diyor, bunu defalarca tekrarlıyordu.

Sonra ayrıldı Kâbe’den. Çıkınca garipler gördü. Garipler… Tabi merhamet, tevazu zirvede. Hemen o gariplerin yanına yaklaştı. Garipler, suya ekmek batırıp yiyorlardı. Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-’ı davet ettiler. Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-’ı ekmek ve suya davet ettiler. Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-:

“–Ben dedi, Ehl-i Beyt olduğum için dedi, bana sadaka yasaktır dedi. Eğer bunun sadaka olduğunu bilmesem dedi, sizinle beraber lezzetle yerdim.” dedi.

Fakat üzüldü o davete iştirak edemediği için.

“–Haydi dedi, hanemize gidelim.” dedi. Evine götürdü. Hem onlara ziyafet çekti hem de onların ceplerine harçlıklar verdi. (Ebşîhî, el-Müstatraf, Beyrut 1986, I, 31)

Demek ki burada ne görüyoruz, gönüldeki zarafet bu…

Misalleri artırabiliriz.

Bir gün Efendimiz, sabah namazını kıldıktan sonra ashâbına döndü. Daha gün ağarmamıştı.

“–İçinizde oruçlu var mı?” buyurdu, nâfile oruç.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlâllah! Yok, niyetli değilim.” dedi.

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“–Devam ediyorum yâ Rasûlâllah!” dedi. Nâfile oruç

İki tane ictimâî soru gelecek arkasından.

“İçinizde bugün hasta ziyaretinde bulunan var mı?” buyurdu.

Ömer -radıyallâhu anh- dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Daha gün doğmadı, daha karanlık, daha bir hastayı ziyarete gidecek bir zaman yok, olmadı.”

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“–Evet Yâ Rasûlâllah! Ravza’ya gelirken sabah namazına Abdurrahman ibni Avf’ın hasta olduğunu duydum, ziyaret ettim, şifa diledim, oradan namaza geldim.”

Allah Allah, evet.

Üçüncüsü; yine Efendimiz üçüncü ictimâî soruyu soruyor:

“–Bugün bir aç doyuran var mı?”

Yine Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlâllah diyor, daha gün doğmadı.” diyor, hafif bir îtirazlı şekilde sanki.

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“–Evet yâ Rasûlâllah diyor. Ravza’ya gelirken diyor, oğlumun elinde arpa ekmeği vardı diyor, oğlum Abdurrahman’ın elinde, onun elinden arpa ekmeğini aldım, bir yoksul vardı, yoksula verdim.” buyuruyor.

“–Ebû Bekir, sen Cennetliksin!” diyor.

Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Eyvah, vah vah, keşke!..”

“–Yok Ömer diyor, Allah sana da rahmet eylesin.” diyor. (Bkz. Heysemî, III, 163-164. Ayrıca bkz. Ebû Dâvud, Zekât, 36/1670; Hâkim, I, 571/1501)

Şimdi, Efendimiz’in burada muhakkak niyeti, teşviki, sabahleyin kalktığımız zaman; “Bugün ben Allah rızâsı için ne yaparım?..”

Fakat gönlümüzün arzusuna göre Cenâb-ı Hak mutlakâ onu tahakkuk ettiriyor.

Evet Efendim.

Velhâsıl bu, zarâfet… Yürekteki zarâfet.

Efendim, şimdi zât-ı âlîniz ifade buyurdunuz. Tabi bir de muâmelâtta da zarâfet… Namaz meselesiyle ilgili iki tane ifade var Kur’ân-ı Kerîm’de. Bir;

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ . اَلَّذِينَ هُمْ فِى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ

(“Mü’minler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.” [el-Mü’minûn, 1-2])

Bir de;

فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ . اَلَّذِينَ هُمْ عَنْ صَلَاتِهِمْ سَاهُونَ

Allah korusun!

“Öyle namaz kılanların vay hâline ki namazlarından gafildirler.” (el-Mâûn, 4-5) İki tane namaz kılan var.

Evet.

O yüzden burada Ramazan’ı, orucumuzu ve Ramazan’da ibabetleri, rûhânî bir kıvama getirmek, mânevî yönden zenginleştirmek… Ama buradan bir de esas “muâmelâtta nezâket” buyurdunuz. Burada fakirlik ve zenginlik meselesi ve Cenâb-ı Hakk’ın burada varlıklı olan mü’minlere yüklediği mükellefiyetler… Bu açıdan neler söyleyebiliriz Efendim?

Yani “ahlâktaki nezâket” diyorsunuz.

Evet.

Ahlâktaki şey diyorsunuz, zarâfet…

Burada Efendim, Enes -radıyallâhu anh-, onu annesi veyahut da üvey babası getirdi hicrette;

“–Yâ Rasûlâllah dedi, benim Siz’e vereceğim tek şey, bu yetimim dedi. Bu Siz’e hizmet etsin.” buyurdu.

On yaşındaki bir çocuk, 53 yaşındaki bir Peygamber’e nasıl hizmet edebilir? Fakat Efendimiz ne kadar bize bir telkinde; alıyor, kabul ediyor. Ve Enes’i devamlı takip ediyor.

Hattâ Enes’i bir yere gönderiyor. Çocuklarla oynuyor Enes. Yaklaşıyor:

“–Enesçik!” diyor.

Başını çeviriyor, bakıyor, Allah Rasûlü!..

“–Şuraya göndermiştim değil mi Enesçik?”

“–Evet yâ Rasûlâllah, koşarak gidip alayım.” diyor.

Enes diyor ki:

“Beni diyor, bir sefer azarlamadı.” diyor. Fakat diyor, öyle bir, nasıl bir terbiye ediyor ki, Enes diyor ki:

“Rüyâ görüp de diyor, Allah Rasûlü’nü görmediğim bir rüya yoktur.” diyor.

Ne kadar ruhuna, Efendimiz’in muhabbeti işlemiş!..

Sonra yine bir kıssa var:

Talebesi diyor ki Enes’in:

“‒Üstad diyor, sanki diyor, bir yere bakarken diyor, Rasûlullah’a bakıyormuşsun gibi diyor, sanki O’nu görüyorsun diyor, gözlerin O’nu arıyor devamlı diyor. Konuşurken sanki muhâtabın O’ymuş gibi, o kadar yumuşak konuşuyorsun ki…” diyor.

“–Evet diyor, öyle bir hasretim ki diyor, kıyâmet günü yanına yaklaşacağım; «Yâ Rasûlâllah ne olursun, küçük bir hizmetçin geldi, bu küçük hizmetçini yanına kabul et.» diyeceğim.” diyor. (Bkz. Ahmed, III, 222. Krş. Buhârî, Savm 53, Menâkıb 23; Müslim, Fedâil 82)

Demek ki burada Efendimiz’in nasıl bir terbiye, bir yetimi terbiye…

Biz şunu düşüneceğiz; biz kendi evlâtlarımızı nasıl bir terbiye edebiliyoruz?!.

Evet Efendim.

Bir de efendim, diğer bir husus, tabi bir de “gönülde bir letâfet”, Efendimiz’de.

Yine Enes diyor ki:

“-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz din kardeşlerinden birini üç gün görmese onu sorardı. Uzaktaysa onun için duâ ederdi, evindeyse ziyaret eder, hastaysa şifâ dilerdi.” buyuruyor. (Bkz. Heysemî, II, 295)

Yani mü’minler demek ki birbirini yıkayan iki el gibi olacak. Bir mü’min diğer mü’minin kendisinin zimmetinde olduğunun idrâki içinde olacak. Ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisine olan nîmetlerini paylaşacak onunla.

Buyruluyor:

“Kişi kardeşinden müstağnî değildir. Tıpkı iki el gibi bunların biri diğerinden asla müstağnî olamaz.” (Deylemî, Firdevs, III, 409/5251)

Tek elle bir şey yapamazsın.

Evet.

Çift el olacak ki sen ona hizmet edeceksin, duâsını alacaksın, gönül muhabbeti artacak. O da bir… Yine bir hadîs-i şerîfte;

“Kıyâmet günü Arş’ın gölgesi altında kalacaklardan, yedi kişiden biri de Allah için kardeş olanlar bu dünyada.” (Bkz. Buhârî, Ezân, 36)

Tabi bu kardeşlik, çay-kahve kardeşliği değil, zor zamanların kardeşliği. Bilhassa bugünkü Sûriyelilere yapılan yardımlar gibi, onlara yapılan yakınlıklar gibi.

Hattâ Efendim şey de; “وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ” sizin aranızdan bir ümmet çıksın buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Âl-i İmrân, 104) O “ümmet” kelimesini yorumlarken, ümmetin bir anlamı da “aynı anneden doğanlar”. “Ümm” kelimesinden türemiş. Aynı anneden doğanlar gibi birbirlerini seven, sayan, böyle iki el gibi birbirlerine yakın olan bir duyguyla müslümanların birlikte olması.

Mevlânâ burada diyor ki:

“Aynı anneden doğanlar karındaş olur ama yalnız aynı Allâh’a inanan, aynı kıbleye yönelen, aynı Kitab’a inananlar, aynı Peygamber’in izinde gidenler, kardeş olur diyor. Kardeşlik, karındaşlıktan bin defa daha üstündür.” buyuruyor.

Öyle, öyle… Yani bu kalp kardeşliği çok mühim. Eğer kalp kardeşliği yoksa, beden kardeşliğinin veyahut da beden oğluna babanın bir şeyi yok. Cenâb-ı Hak Nuh -aleyhisselâm-’a;

“Nuh, o senin ehlin değildir…” (Hûd, 46) dedi oğlu için.

Bir misal daha anlatacağım, Efendimiz’in ahlâktaki bir nezâketini:

Bedevînin biri mescitte, herhâlde yeni müslüman olmuş, daha farkında değil, mescidin kenarına küçük abdestini yapıyor. Sahâbî hemen azarlamaya kalkışıyorlar.

Efendimiz:

“Durun diyor, adamı diyor kendi hâline bırakın.” diyor.

Adamın abdestini bozduğu yere bir kova su istiyor. Ya kendisi döküyor veyahut da döktürüyor Efendimiz.

“Biz diyor, Cenâb-ı Hak sizleri kolaylık için gönderdi buyuruyor, zorluk için göndermedi.” buyuruyor.

O kişi diyor ki sonra:

“–Yâ Rasûlâllah! Allah Sen’den, benden, ikimizden râzı olsun.” diyor. Ashâb-ı kirâmın o şiddetini görüyor.

Efendimiz:

“–Yok diyor, bak diyor, bu diyor kardeşlerine de duâ et.” diyor. (Bkz. Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80; Müslim, Tahâret, 98-100; Ebû Dâvûd, Tahâret 136)

Efendimiz o kadar bir şeydi ki daima arkadakilere bir kuvvet verirdi.

Yine Ebû Dâvud’da buyruluyor:

“Rasûlullah Efendimiz yolculuk esnâsında arkadan yürürdü dönüşte. Gidişte önden yürürdü, dönüşte arkadan yürürdü. Güçlük çeken zayıflara yardımcı olurdu. Onları terkisine bindirirdi, onlara duâ ederdi.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 94/2639)

Yani bu, Efendimiz’in nasıl bir gönle sahip…

Yine Mevlânâ’nın güzel bir şeyi var:

“Şunu iyi bil ki diyor, bedenden, maldan-mülkten kaybetmekte, ziyana uğramakta rûha fayda vardır. Onu vebâlinden kurtarır. Mal, bağışlamakla, infak etmekle görünüşte elden çıkar ama verenin gönlüne yüzlerce mânevî hayat verir.”

Velhâsıl hizmet, çok mühim.

Yine Sâdî-i Şîrâzî buyuruyor:

“Para yığmakla yükseleceğini sanma! Duran su fenâ kokar. Bağışlamaya çalış. Akan suya gök yardım eder, yağmur yardım eder, sel gönderir, onu kurutmaz.” buyuruyor.

Yine Mevlânâ:

“Ekin eken, önce ambarı boşaltır ama sonra hâsılâtı çok büyük olur. Tohumu ambarda tutan ise sonunda onu farelere yem eder.”

Yani pintinin durumu!

Evet.

Pintinin durumu. Efendim, ondan sonra tabi burada, demin buyurduğunuz, bu, merhametle ilgili olan, yine Sâdî-i Şîrâzî Bostan adlı eserinde diyor ki:

“Birisine iyilik ettiğin zaman diyor, «ben efendiyim, beyim, o bana muhtaçtır» diye sakın büyüklenme diyor. «Zaman kılıcı o muhtaç kimseyi vurmuş» deme. Zira o vuran kılıç henüz kınına girmemiştir. Mümkündür ki o kılıç, yarın bir gün seni de biçer.”

Bu Suriyeliler için, bu çok, ona vermekle, Suriyelilere yaptığımız yardımla -inşâallah- huzur bulacağız, onlara minnettar olacağız. Çünkü onlar Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını bize kazandırmaya vesîle olmaktadır.

Yine Sâdî-i Şîrâzî diyor ki:

“Kapına bir garip gelirse eli boş gönderme! Allah göstermesin, belki bir gün sen de garip olur, kapıları dolaşırsın.

Gönlü yaralı olanların hatırlarını sor, onlara bak. Bir gün belki sen de o vaziyete düşersin.

Sen ki bir şey istemek için kimsenin kapısına gitmiyorsun. Buna şükrâne olarak kapına gelen yoksulu kovma, ona surat asma, onu tebessümle karşıla!..”

Hayattan bir misal vermek istiyorum:

Rahmetli peder Mûsâ Efendi biz ticaretle meşgulken, zaman zaman ticarethaneye gelirdi. Otururken ticarethânede, bir sâil geliyor, bir muhtaç geliyor, bir şeyler istiyor tezgâhtardan. Tezgâhtar da:

“‒Yahu diyor, daha dün verdik diyor, her zaman gelinmez!” diyor.

Peder onu çağırıyor tezgâhtarı:

“‒Bak oğlum diyor. Allah’tan diyor biz devamlı istiyoruz. Bak sabah kahvaltı ettik diyor, öğlen yine yiyeceğiz diyor, akşam yine yiyeceğiz diyor. Bu ise senden diyor, birkaç günde bir geliyor.” diyor.

O saydığı yemekler için Efendim; Allah’tan istediğimiz ne kadar çok şey var…

Onun için yine Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin bu hususta güzel bir şeyi var:

“Gönül almaya bak diyor. Güçsüzlere hizmet et diyor. Zayıfları, gönlü kırıkları koru. Onlar öyle kimselerdir ki halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla beraber tam bir kalp huzuru, tevazu, kırıklık içinde kalır giderler. Onları ara bul!..”

Cenâb-ı Hak da:

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor.

اَلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ

Sâil, isteyen. Mahrum, iffeti dolayısıyla, teaffüf sebebiyle isteyemeyen. (Bkz. ez-Zâriyât, 19)

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor.

Demek ki Cenâb-ı Hak bize böyle bir fazîlet… Sırf kapımıza gelen değil. Gidip kendimiz arayacağız. O mahrumları, iffetli aileleri bulacağız. Onlara infak edeceğiz. Bu da çok mühim bir, vicdanî bir durum olmuş oluyor.

Allah râzı olsun.

Diğeri efendim, sîmâlarında nûr-i melâhat Rasûlullah Efendimiz’in…

“مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ” (“…Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir…” [el-Feth, 29]) âyet-i kerîmede buyruluyor. Dâimâ sîret sûrete aksediyor.

Abdullah bin Selâm, yahudilerin haham başıydı. Hicrette; “gösterin dedi, o peygamberi” dedi. Gösterdiler. Şöyle baktı, süzdü:

“Bu sîmâ yalan söylemez.” dedi. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 42/2485; İbn-i Mâce, Et’ime 1, İkâmet 174)

Yine, Tâif’te Efendimiz taşlandı. Orada bir köle, Addas, bir bahçede Efendimiz’i şöyle Addas seyretti köle:

“‒Siz kimsiniz?” dedi. Çünkü onlara daha evvel bir salkım üzüm verdi. Efendimiz salkım üzümden alırken besmele çekti.

“‒Siz kimsiniz?” dedi Addas. Buranın halkı dedi, bu sizin söylediğiniz sözü bilmez dedi. Siz herhâlde başkasınız.” dedi.

Efendimiz:

“‒Sen nerelisin?” dedi.

“‒Ben, Ninovalıyım.” dedi.

“‒Haa dedi, sen dedi, demek ki Metta oğlu Yunus’un memleketindensin.” dedi.

Şaşırdı:

“‒Siz Matta oğlu Yunus’u nereden biliyorsunuz? Buranın halkı bilmez.” dedi.

“‒Biz dedi, bir babanın oğulları gibiyiz dedi, ikimiz de peygamberiz.” dedi. (İbn-i Hişâm, II, 30; Ya’kûbî, II, 36)

Demek ki bir mü’minin hâlinden, tavrından, şahsiyetinden, karakterinden, onun başka bir insan olduğunu…

Cenâb-ı Hak zâten âyet-i kerîmede:

(Kur’ân ile, Sünnet ile) Allâh’a davet eden, amel-i sâlih işleyen, «Ben Müslümanlardanım.» diyenden kimin sözü daha doğrudur.” diyor. (Bkz. Fussilet, 33)

Demek ki bizden Cenâb-ı Hak İslâm şahsiyeti ve karakteri istiyor. Bu da ancak Rasûlullah Efendimiz’in izinden gitmekle mümkün.

Âmennâ.

Diğer bir husus:

Lisanlardaki selâset Efendimiz’de.

Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh- diyor ki:

Ben, annem ve babamla Allah Rasûlü’ne bey’at için gittik diyor. Ayrıldığımda annem-babam dedi ki bana, “annem-teyzem” -af edersiniz-:

“Yavrucuğum, biz bu zât gibisini hiç görmedik. Yüzü O’ndan daha güzel, elbisesi O’ndan daha temiz, sözü daha yumuşak hiçbirini bilmiyoruz. Sanki mübarek ağzından nur saçılıyordu.” (Heysemî, VIII, 279-280)

Demek ki yani bir müslümanın dili hiçbir zaman gönül kırmayacak. Kalp incitmeyecek, rahmet taşıracak.

İşte Hak dostları vefatlarından sonra rahmetle anılıyor. Çünkü onlar dâimâ insanın gönlüne huzur ve rûhâniyet veriyor. Yine buna benzer birkaç daha misaller daha var.

Meselâ Ebu’d-Derdâ bir söz söylediğinde muhakkak tebessüm eder, dâimâ tebessümle konuşurdu.

“‒Niçin böyle konuşuyorsun?” denilince:

“‒Allah Rasûlü hep tebessümle konuşurdu.” buyuruyor. (Ahmed, V, 198, 199)

Cenâb-ı Hakk’ın tavsiyeleri:

Cenâb-ı Hak bize bir konuşma tâlimi buyuruyor.

قَوْلًا سَدِيدًا (el-Ahzâb, 70) buyuruyor. Doğru söyle diyor.

قَوْلًا كَرِيمًا (el-İsrâ, 23) diyor. Annene, babana iltifatkâr konuş diyor.

قَوْلًا مَعْرُوفًا (el-Ahzâb, 32) buyuruyor. Yerinde ve uygun söz buyuruyor.

قَوْلًا لَيِّنًا (Tâhâ, 44) buyuruyor. Tesirli söz söyle buyuruyor.

قَوْلًا مَيْسُورًا (el-İsrâ, 28) buyuruyor. Hiçbir şey veremiyorsan gönül alıcı tatlı birkaç söz söyle buyuruyor.

Zâlime karşı, onu irşad etmek için “قَوْلًا لَيِّنًا” (Tâhâ, 44) suyun akışı gibi ona yumuşak söz söyle buyuruyor.

Cenâb-ı Hak bizden kaba bir lisan istemiyor. Kaba söz, müslümanın şahsiyetine yakışmaz.

Cenâb-ı Hak bir misal veriyor ki Lokman Sûresi’nde:

“…Seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman, 19)

Bir müslüman asla lisanında da nezâketi bozmayacak.

Efendimiz’i, tabi sayamayız, Efendimiz’in duygularındaki bir incelik…

Efendim, buna da bir misalle başlayayım:

Medîne-i Münevvere’de, Mekke-i Mükerreme’de iftar sofraları açılır. Orada yoğurt, ekmek, hurma, zemzem vardır ekseriyetle. Bir de pide getirilir bazen. Gelen, pide getiren delikanlı dedi ki:

“Bu pideyi dedi, herkes yiyebilir.” dedi.

“‒Niye?” dedim.

“‒Bu pidelerde deve eti yok.” dedi.

“‒Ne mahzuru var dedim. Deve temiz bir hayvan. Kurban edilen bir hayvan?”

“‒Burada dedi, Zâhiriyye mezhebinde bulunanlar dedi, deve eti abdest bozuyor diye yemezler.” dedi.

Ben de merak ettim. Yani niye deve eti abdest bozsun? Temiz bir hayvan…

Sonra bir gün bir sohbette geçti hâdise. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kirâm ile beraber deve eti yiyorlar. Tabi deve eti belki hazmı zor olan bir et olabilir. Yiyenlerden biri, tam namaza duracaklar, af edersiniz, yelleniyor gayr-i ihtiyârî. Efendimiz onu mahcup etmemek için;

“Deve eti yiyenler yeniden abdest alsın.” buyuruyor.

Bir kişiyi kırmamak için.

Yani bir kişiyi mahcup etmemek için o kadar sahâbî yeni baştan abdest alıyor. Bundan daha büyük bir nezâket olabilir mi?

Velhâsıl bu sorunun kısa cevabı, hulâsa cevabı bu kadar.

Ramazan’a girerken bir gönül rikkati… İşte Peygamber Efendimiz’in güzel evsâfını, Efendim, lûtfettiniz. Her birisini kendimize örnek alarak O’nun sözündeki akıcılık, güzellik, letâfet, muâmelâtındaki nezâket, rikkat, ahlâkındaki nezâfet…

Ama bir de buradan Ramazan’da Peygamber Efendimiz’in bütün, sadece duygularını değil, ama malını da nasıl ashâb-ı kirâm ile paylaşmış? Buradan esas infak ve sadaka yönünü de ele alırsak Ramazan’da; mü’minin dünya malına karşı tavrı nasıl olmalı?

Efendim, bir misalle başlayayım. Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

Biz diyor, Medîne-i Münevvere’de diyor, çok sade bir hayat yaşardık diyor. Fakat diyor, bu diyor, imkânımız olmamasından değildi diyor. Ganimetlerin beşte biri gelirdi. Çünkü “…Enfâl, Allah ve Rasûl’üne âit…” (el-Enfâl, 1) Beşte bir. Hediyeler gelirdi. Fakat Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunları tevzî etmeden huzur bulamazdı. Öyle bir tevzî ederdi ki kendisi açlığını unuturdu. Evimizde üç gün sıcak yemek pişmezdi.

“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, üç gün arpa ekmeğiyle doymadı.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Eymân, 22; İbn-i Mâce, Et’ime, 48)

Demek ki burada neyi görüyoruz; bir infâkı görüyoruz. Çünkü Cenâb-ı Hak Rahman ve Rahîm. Efendimiz raûf ve rahîm. Bir mü’min de demek ki ne kadar bir merhametli olacak. Veren el olacak.

Zekât, zaten kırkta bir, minimum. Zaten zekât, senin malın değil. Senin malın içinde, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen sekiz hususiyetteki kimsenin malı olmuş oluyor. Orada bir mü’min, emânetçi. O sekiz yerden birine o infâkı vermesi lâzım, dağıtması lâzım. Bu, en asgarîsi.

Onun bir ötesi, sadaka var. Sadaka da mü’mini belâlardan, musibetlerden, vs.’den korur ve Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırır.

Cenâb-ı Hak burada “يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ” buyuruyor. “Sadakaları Ben alırım.” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 104)

Demek ki burada, veriş öyle veriş olacak ki, Cenâb-ı Hakk’a veriş olacak. O verdiğimiz kişiler, bir gölge fâniler. Böyle bir şey olacak.

Bir de infak var daha ötesi, bunun ucu açık.

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

(“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe, iyiliğe/birrʼe eremezsiniz…” [Âl-i İmrân, 92])

Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak için, sevdiğimizden vermek zaruretini âyet-i kerîme bildiriyor. Bunun da bir misali -buna îsar deniyor-:

Yine İnsan Sûresi’nde, Ali -radıyallâhu anh- ve Fâtıma Vâlidemiz’in bir hâdisesini Cenâb-ı Hak naklediyor:

Ali -radıyallâhu anh- bir bahçe suluyor, arpa alıyor. Fâtıma Vâlidemiz onu değirmende un hâline getiriyor. Bir ekmek yapıyorlar. Tam o sırada bir fakir geliyor; “lillâh” diyor. “Allah için ver.” diyor.

İkinci olarak tekrar Fâtıma Vâlidemiz bir ekmek daha yapıyor. O zaman yetim geliyor, yetim de; “lillah” diyor, yetime de veriyorlar.

Üçüncüde esir geliyor, esire de veriyorlar. Kendileri aç. Diğer bir rivâyette, iftarlıkları.

Burada Cenâb-ı Hak;

“…Kendileri de muhtaç olduğu hâlde…” (el-İnsân, 8) buyuruyor. Bu zirve bir hâdise.

Îsar dediğimiz bu.

Îsar dediğimiz bu. Evet. Kendileri muhtaç olduğu hâlde verirler buyruluyor.

Başkalarının ihtiyacını kendi ihtiyaçlarımıza tercih...

Tercih ederler. Sonra verirken de nasıl bir mahviyet var; diyorlar ki verirken de:

“…Sizden bir teşekkür (bir minnet) beklemiyoruz.” (el-İnsân, 9) diyorlar. Sakın bir minnet altında kalmayın diyorlar. Çünkü diyorlar -bir gerekçe, esbâb-ı mûcibe bildiriyorlar-:

“Biz (diyorlar) bunu Allah rızâsı için veriyoruz…” (el-İnsân, 9)

Zira «عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا» o sert, musîbetli, belâlı günün şerrinden korkarız diyorlar. Allah da onları o günün şerrinden koruyor, gönüllerine ferahlık vereceğini bildiriyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. el-İnsân, 10)

Demek ki bu vermenin ucu açık. Tabi bu da bir mü’minin fârik vasfı. İşte Osmanlılarda bilhassa, bu iş, bu vakıf işleri çok gelişti. Aşhânelerdi, vs. idi, fakir-fukaraydı, sadaka taşları vs…

Demek ki bir mü’minin gönlü alınacak, o mü’min de duâ edecek Cenâb-ı Hakk’a. Ve o duâsı dolayısıyla kıyâmet günü onun duâsıyla âbâd olacak, ihyâ olacak.

Efendim, bizim Osmanlı, buyurdunuz, Osmanlı Medeniyeti, aslında Vakıf Medeniyeti...

Evet.

Ve vakıf medeniyetinde de ben şöyle bir gerçeğe şâhit oldum.

Evet.

Allâh’ın Rasûlü’nün her söylediği ve her yaptığı, Osmanlı’da sözde kalmamış, satırlarda da kalmamış, kuruma, bir kuruma dönüşmüş, kurumsal bir yapıya dönüşmüş. Ve onlar toplumda, o kurum, Efendimiz’in tavsiye buyurduğu noktalardaki tüm yaraları sarmak için kıyâmete dek vakfedilmiş.

Evet.

Vakıfların ortaya çıkmasına bendeniz böyle bakıyorum.

Öyle hocam.

Yetimler için, dullar için, öksüzler için, gaziler için, şehidler için, âcizler için, fakirler için, öğrenciler için… Bakıyorsunuz, bugün herkesin devletten, hükümetten yada belediyelerden beklediği toplumsal hizmetlerin yüzde doksan beşi, vakıflar tarafından yürütülmüş.

Evet.

Tabi burada bir şey daha var yine o ifade buyurduğunuz “merhametli olmak, müşfik olmak” lâfla olmaz. Ubeydullah Ahrar Hazretleri; “Bizim yolumuzda terakkînin birinci şartı hizmettir.”

Evet.

Yani şefkatin de ve merhametin de hayata yansıması. Düşenin elinden tutulup kaldırılması. Yarası kanayanın yarasının sarılması. Bir muhtacın ihtiyacının giderilerek onun yüzünün güldürülmesi. Bütün bunların hepsi…

Baktığımız zaman, şimdi burada tabi Peygamber Efendimiz;

“Veren el, alan elden üstündür.” buyuruyor. (Buhârî, Zekât, 18)

Ama ifade buyurduğunuz gibi, şimdi zekât, esasında biz, veren değiliz esasında. Bizim malımızda, mülkümüzdeki fakir-fukarânın, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de beyan buyurduğu kişilerin bizdeki haklarıdır. Esas biz onların haklarını veriyoruz. Yoksa… Ama işte orada sadaka, bizzat Allâh’a verilen şey…

Evet.

Ve infak. Burada sadece zenginler mi infaktan sorumlu?

Hayır, hayır.

Bir de öyle bir yanlış kanaat var, onun için.

Yok. Sade; infak, her şeyde infak. Efendimiz; Ebû Zer diyor -Ebû Zer en fakirlerinden sahâbenin- “Ebû Zer diyor, çorbana su koy.”diyor. Fazla tane koyacak hâli yok. Birinci şart çorbana su koy.

İkinci; “Etrafını gözet.” Kim o çorbaya muhtaç? (Bkz. Müslim, Birr, 142)

Üçüncüsü, verirken de bir nezâketle ver.

Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri şöyle buyuruyor:

“İnfak hususunda aslında veren kimse alan kimseye karşı bir teşekkür edâsı içinde olmalı. Çünkü veren, alan kimse vesîlesiyle dünya ve âhirette birçok iptilâlardan, musibetlerden, sıkıntılardan kurtulmuş olacak.”

Onun için bu, en mühim, Allah korusun, bir gösterişle, bir gururla değil de bir tevâzuyla vermeli. Cenâb-ı Hak zaten:

“İbâdurrahman, yeryüzünde tevâzuyla dolaşırlar.” buyuruyor.

Hattâ biz büyüklerimizden, Sâmi Efendi Hazretleri’nden, Mûsâ Efendi Hazretleri’nden gördüğümüz; meselâ bir zekât, sadaka veyahut da bir infak gönderecekler; “Ahmed Beyefendi!” -zarfa yazdıkları- “Hediyemizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz.”

Çünkü o bunu alacak, şey olmayacak, yüksünmeyecek.

Üstâdımız, o yazıya bile çok dikkat ediyordu. Zarfa bile güzel dikkat ediyordu.

Evet.

Yani hem hitap da, yazı da, zarf da…

Evet.

Hattâ bazen çok küsurat bile koyuyorlardı bazen.

Evet.

Hissetmesin diye… Ne kadar şey…

Efendim bir de şunu yaparlardı, rahmetli pederimden görüyordum. Meselâ bir camiden yardım isterler. Yahut bir dernekten bir yardım isterler. Derlerdi -zarfa koyar-;

“‒Birisinin getirdiği bir sadaka vardı, onu ben size vereyim. Emânet vardı, vereyim…”

Yani mümkün mertebe hafî olarak, kendine izâfe etmeden verebilmek.

Evet, evet.

Çünkü burada “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ (“…Aslâ zarara uğramayacak bir kazanç.” [Fâtır, 29])” buyruluyor. Onun üçüncü şartı da gizli ve açık olarak verebilen. Tabi gizli vermek, en makbulü. Zaruret vardır, açık verecektir, onda da kalbini muhafaza ederek. Yani bir benlik gelmeyecek verirken.

Evet, evet.

Bir minnettarlıkla verecek. Çünkü o, onu Cenâb-ı Hakk’a yakınlaştıracak.

Bu hususta Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın güzel bir şeyi var, ifadesi var:

“İki nîmet vardır ki diyor, ben hangisini daha çok seveceğimi bilemem diyor. (Tabi ikisini de birbirinden çok seviyor.) Birisi diyor, bir kişinin diyor, ihtiyacını karşılamak ümidiyle beni tercih etmesi diyor. Bana îtimâd etmesi diyor. Bana hüsn-i zan etmesi diyor. İkincisi diyor, onun ihtiyacını görmem veyahut da görmeye vesîle olmamdır.” diyor.

Tabi bunlar, bir şey; şâheserlik…

Evet.

Şâheserlik.

Cenâb-ı Hak bu duyarlığı cümlemize nasîb etsin.

Efendim, 3. Mustafa, Şeyhülislâm Emin Efendi’ye iftar ziyaretine gidiyor.

“–Efendi Hazretleri diyor, ben diyor, çok diyor ziyarete gelmek istiyorum ama diyor, eviniz uzak gelemiyorum ondan.” diyor.

Şeyhülislâm Hazretleri Mehmed Emin Efendi diyor ki:

“–Pâdişâhım diyor, ben isterim size daha yakın, saraya yakın bir yerde oturayım ama diyor, buradaki insanların mutfağı yok.” diyor.

“–Aa, nasıl diyor, bu evlerde, bu civarda mutfak yok mu?”

“–Yok diyor, hepsinin mutfağı diyor, bizim evdedir diyor, bizim evden tevzî olur.” diyor.

Allah Allah!

Yani öyle bir durum ki hocam, yani veren bir tevâzuyla verecek.

Tabi burada bir de şey var Efendim, demin ben arz ettim zât-ı âlînize, hep zenginler sanki infak yapar, hayır yapar gibi zannediliyor, hâlbuki bir defa Ramazan’da bir fıtır sadakası var.

Evet.

Adam, evet, zekât mükellefi değil ama, yalnız fıtırda mükellef.

Evet.

Öbür taraftan bizim ecdâdımızın kurduğu vakıflara baktığımız zaman sadece zenginler vakıf yapmamış.

Evet.

Bir fakir, dul bir hanım, iki göz odası var, odasının birisini vakfetmiş. Öldükten sonra da diğerini vakfetmiş meselâ. Yani sadece zenginlerin artan gelirlerinden ortaya çıkmıyor.

Hocam ben birkaç misal vereyim başımızdan geçen. Siz de, o zaman beraberdik, Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı’ndaydık.

Evet.

Bu, aşağı yukarı 30 sene evvel.

Evet.

İlk kuruluş zamanlarında. Orada çok ibretli manzaralarla karşılaştık. Bir anne gelirdi iki ekmekle, aşhâneye bir ekmeğini bırakırdı.

Evet, Efendim.

Bir anne geldi, sakat bir oğlu vardı. Dedi ki orada, siz dedi benim oğluma ve bana baktınız dedi. Oğlum sakattı, çalışacak gücü yoktu dedi. Bugün oğlum vefat etti dedi. Sizden aldığımız son sadakayla dedi, son zekâtla ben oğlumun cenazesini kaldırdım dedi.

Yaa, defnettik dedi.

Artık dedi, benim bir kuru başım kaldı dünyada dedi. Siz dedi, bize verdiğinizi bundan sonra bizim gibi diğer muhtaç bir âileye verin dedi.

Ne kadar bir zarif, ince ruhlu insanlar var!..

Evet.

Yine bu, insana bakış tarzı… Yine o gün ben iftarda yoktum o şeyde. İftarda, iki tane sallanan sarhoş geliyor. Bunu zaten bir hikâye olarak da ben kaleme almıştım. İki sarhoş geliyor. İki sarhoşa cemaat diyorlar ki bir kısmı:

“‒Yâhu ağızları kokuyor bunların, mübârek bir zamanda, mübârek bir saatte nedir bunların hâli?! Atalım, kovalım gitsin!” diyor.

Diğer bir kişi kalkıyor:

“–Arkadaşlar diyor, bugün diyor, biz bunu o şekilde, o sıfatla, o kötü sıfatlarla görmeyelim. Bugün Allâh’ın aç bir kulu geldi diyelim. Yanımıza alalım, infak edelim…”

Ondan sonra o Abdülkadir Efendi…

Evet.

Onunla çok bizim hâtıralarımız oldu. Bir gün baktım elinde gündüz şeyle gidiyor, yemekle.

“–Niye yemekhânede yemedin?” dedim.

“–Oruçluyum.” dedi.

Sefertasıyla.

“–Oruçluyum.” dedi.

Yine o, caminin, Aziz Mahmud Hüdâyî Câmii’nin altında kalıyordu. Dedim ki:

“–Bak burada akrep, yılan filân, ufak tefek şeyler var dedim. Tarladan geliyorlar dedim. İnşâallah dedim bir huzurevi açılacak, seni oraya vakıf nakleder.” dedim.

“–Yok dedi, Osman Efendi dedi, ben dedi onlarla arkadaş oldum burada dedi. Bana onlar dokunmaz dedi. Bir şey yapmaz.” dedi.

Bir gün yine onunla uçakta beraber gidiyorduk. Baktık, first class’a oturmuş. Birisi ona bir umre parası vermiş. Baktım first class’ta:

“–Abdülkadir Efendi, hayrola?” dedim.

“–Yâhu dedi, bileti çift mi kesmişler, ne olmuş dedi. Ben açıkta kaldım dedi. Beni tuttular buraya oturttular.” dedi.

Yine bir hâtıra:

Nereden nereye? Yani bir sarhoş…

Bir gün yine Medîne-i Münevvere’de Ravza’da beraberdik iftarda.

“–Nerede kalıyorsun dedim, hangi otelde?” dedim.

“–Burada Allah Rasûlü’nün otelinden daha güzel otel var mı?” dedi.

Yaa, Ravza’da kalıyor demek ki…

“–Ben dedi Ravza’da kalıyorum.” dedi.

Velhâsıl bu, bir sarhoşa verilen ikram bu. Yani hocam, Hâlık’ın (şefkat) nazarıyla mahlûkâta bakışı tadabilmek.

Cenâb-ı Hak -başta bana- hepimize Cenâb-ı Hak bu hassâsiyeti kalplerimize ihsân eylesin -inşâallah-.

Âmîn. Kul kusursuz olmaz Efendim, yani Cenâb-ı Peygamber Efendimiz;

“Ne mutlu o kimseye ki diyor, kendi kusurlarıyla meşguliyeti, başkalarının ayıbını araştırmaktan alıkoymuştur.” (Bkz. Ali el-Müttakî, XV, 865/43444)

Biz kendi kusurlarımızla uğraşalım.

Evet.

Öyle, bizim Hüdâyî Vakfı’nda, ki ben oradaydım o iftarda, Abdülkadir Efendi’nin geldiğinde.

Evet.

Daha sonra, bu, bağımlı çocuklar var.

Evet.

O çocuklardan geldiler beş-altı kişi. O çocukları almak istemediler. Ben aldırdım sonra. Sonra o çocukların çoğu geldiler bizim vakfa, şey oldular…

Çalıştılar.

Çalıştılar Efendim, tam bir İslâmî çizgiye girdiler, okudular… Burada siz, yaptığınız iyiliğe bağlı.

Evet.

O yüzden duâ da etmek lâzım. Yani biz de öyle olabiliriz. İfade buyurduğunuz şey, hiç kimsenin zenginliği de bâkî değil, bugünün zengini yarın fakir olabilir.

Sıhhati de bâkî değil.

Bugünün fakiri de yarın zengin de olabilir. Cenâb-ı Hak Rezzâk-ı Âlem.

Evet.

Bu, Sakarya depreminde biz gördük. Dünün fabrikatörü, kamyonlarla zekât dağıtan adam, orada kuyruğa girmişti şeyde. Bir günde fakir duruma düşmüştü.

Suriye’den gelen göçmenler, muhâcirler hâkezâ.

Bizim de elimizden gidebilir.

Evet.

Yani Cenâb-ı Hak imtihan edebilir.

Fâil-i Mutlak, Cenâb-ı Hak.

O yüzden onu hep…

Hocam kul, dâimâ haddini bilecek.

Evet.

Fâil-i Mutlak, Cenâb-ı Hak olduğunu yakından tanıyacak.

Evet.

Onun için “ben” demeyecek, dâimâ; “Yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi” diyecek.

Aczi ve o hiçliği hiç unutmamak lâzım.

Böyle huzur bulacak.

Bu arada bizim, şeyde, Hüdâyî Vakfı’nda gene Efendim, hâtıradır, “hiç” yazılıydı bizim orada.

Evet.

Bir de şey yazılıydı:

وَاُفَوِّضُ اَمْرِى اِلَى اللّٰهِ

(“…Ben işimi Allâh’a havâle ediyorum…” [el-Mü’min, 44])

Evet.

Sonra ben yıllar sonra bir arkadaş milletvekili, mecliste karşılaştım.

“‒Yaa, ben dedi, Hüdâyî’de müslüman oldum.” dedi.

Evet.

Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde okuyormuş.

“–Niye dedim, hayrola, ne oldu?”

“‒Orada bir «hiç» yazılıydı sizin dedi aşevinde, o beni etkiledi dedi. Bir «âh teslimiyet» vardı dedi. Bir de «وَاُفَوِّضُ اَمْرِى اِلَى اللّٰهِ». Üç levha dedi, bir defada beni çarptı, elhamdü lillâh, o gün bugündür hayatım istikâmete girdi.” dedi.

Esas hocam, ilk âyet:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” [el-Alak, 1])

İnsan burada, “Rabbinin adıyla oku.” Bir defa kendini okuyacaksın. Bir hiçliğini okuyacaksın. Sen insan olarak dünyaya gelmeni kendin mi tayin ettin? Allâh’ın sana ne kadar büyük bir lûtfu.

Evet.

Gördüğün bir kedi, köpek vs. dâimâ seni duygulandıracak. Ben onlar gibi gelebilirdim dünyaya…

Evet.

Cenâb-ı Hak seni lûtfen bir insan olarak dünyaya getirdi. Elhamdü lillâh en büyük Peygamber’e ümmet kıldı…

Yani dâimâ insan bir hiçliğinin idrâki içinde olacak. Yani bir sıfır sermaye ile geldik. Fakat gidişimiz sıfır sermaye ile olmayacak. Burası bir mekteb-i âlem; kulluğumuzu idrakle olacak.

Niçin geldik, kimin mülkünde yaşıyoruz, gidişimiz nereye, bu akış nereye?.. Bunun idrâki içinde olacak. Cenâb-ı Hak nasîb eylesin cümlemize -inşâallah-.

İnşâallah Efendim.

Muhterem Efendim, sohbetimizin sonunda, Ramazan’a girerken dedik, Ramazan hayatını diri tutmak, gönlümüzü diri tutmak… Ama yani insana da gelen oklar her yönden geliyor. Zamanın fitnesi var, teknolojinin getirdiği fitneler var, nefsimizin getirdiği fitneler var, var, var. Sosyal hayattan gelen fitneler var.

Bütün bu oklara karşı direnmenin, sizce yolu nedir? Ki Ramazan’da bu, herhâlde her şeyden daha önemli gibi geliyor Efendim. Neler söyleyebilirsiniz?

Şunu söylemek istiyorum baştan, hocam. Yani bu, demir parçasının, makinenin terakkîsine, terakkî diyorlar, medeniyet diyorlar. Fakat bu medeniyetin, faydalı tarafları var, fakat faydalı taraflarından ziyâde zararlı tarafları daha fazla.

Zararlı tarafları nelerdir? Reklâmlar, televizyonun bazı programları, internet… Bu, tiryâkilik hâline geliyor ve insana âhireti unutturuyor. İnsanın diğergâmlığını alıyor, hodgâm yapıyor insanı. Muhteris yapıyor, menfaatperest yapıyor.

Bilhassa bu, elimizde bulunan bu cep telefonu, yediden yetmişe herkesin cebinde. Eski insanların nasıl elinde tespih vardı, şimdiki yediden yetmişe ellerinde bu şeyler var, cep telefonları.

Hafızamızı siliyor efendim.

Siliyor ve bir robot haline getiriyor.

Bir unutsak biz cep telefonunu…

Evet.

Aklımızı kaybetmiş bir adam gibi oluyoruz. Hiç aklımızda telefon numarası bile kalmıyor.

Yani uzaktan kumandalı oyuncaklar gibi, o insanı televizyonun, internetin menfi tesirleri içinde, selde sürüklenen kütükler gibi, nerede hangi girdapta boğulacağı belli değil, akıp gidiyor.

Tabi burada toplumlarda büyük bir huzursuzluk, dehşetli bir huzursuzluk var. Ailede var, ticarî hayatta var, vs. var.

Bir son tavsiye dediniz. Cenâb-ı Hakk’ın en çok tavsiyelerinden biri namazdır.

Evet.

Çünkü namaz;

“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyruluyor.

Buyurduğunuz gibi daha evvel, fahşâdan-münkerden koruyor. (Bkz. el-Ankebût, 45)

Yani namaz, esasında bir röntgen. Şimdi eğer bizim kıldığımız namaz; yanlış vitrinler seyrettiriyorsa, kulaklarımız yanlış nağmelere teşne oluyorsa, ağzımızdan yanlış kelâmlar çıkıyorsa, demek ki kıldığımız namaz, zayıf bir namaz oluyor. Bizi fahşâdan, münkerden koruyan bir namaz olmuyor. Demek ki namaza çok ehemmiyet vermemiz lâzım.

Bu namazın ehemmiyeti bir de şurada şey yapmalı, cemaatle namaz kılmak. İbn-i (Ümmi) Mektum vardı, âmâ idi. Bir gün Efendimiz’e geldi:

“‒Yâ Rasûlâllah dedi, benim gözlerim görmüyor dedi. Beni mescide getirecek kimse yok dedi. Yolum da çok uzak dedi. Yolda haşerat var, kendimi koruyacak güçte değilim dedi. Ben dedi, evde namaz kılsam olur mu?” dedi.

Efendimiz bir müddet sükût etti:

“‒İbn-i (Ümmi) Mektum dedi. Ne hâlde olursan ol, cemaate devam et.” buyurdu. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 46/552)

Âmâ bir sahâbîye.

Evet. Ben talebeye şunu söylüyorum: Yani siz diyorum otobüsle giderken ezan okundu, inin otobüsten camiye gidin, namazınızı kılın zamanında, bakın işiniz çok daha rast gidecek, Cenâb-ı Hak size zaman açacak.

Onun için tavsiye, namaz ve namaza da yavrularımızı ufak yaşta alıştırmak.

İmam Mâlik Hazretleri diyor ki:

“Bana diyor, babam bir hadis ezberletirdi, bir hediye verirdi diyor. Öyle bir hâle geldim ki diyor, babam hediye vermese bile ben hadis ezberlemeye devam ettim.”

Demek ki yavrularımızı namaza alıştırmak. İnfâka alıştırmak, vermeye alıştırmak. Demek ki namaz, en dikkatle üzerinde duracağımız…

Nirengi noktası.

Nirengi noktası.

Diğeri, sâlih ve sâdıklarla beraber olmak.

Nasıl bir atom infilâk ettiği zaman radyasyon veriyor. Bunun faydaları var, zararları var. Yine birçok ışınlar var; alfa, beta, gama ışınları, mor ötesi ışınları, röntgen ışınları, görmediğimiz ışınlar… Fakat insan kalbinden de daima ışınlar çıkıyor. Biz bunun faydalısına feyz, rûhâniyet diyoruz; zararlısına gaflet diyoruz.

Onun için Cenâb-ı Hak; sâlih ve “sâdıklarla beraber olun” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 119)

Mevlânâ Hazretleri, Sâdî-i Şîrâzî Hazretleri;

“Bak diyor Kur’ân-ı Kerîm’de Kehf Sûresi’nde bir kelp diyor, sâdıklarla beraber olduğu için Kur’ânî bir ifade kazandı diyor.

Diğer taraftan Tahrim Sûresi’nde, iki peygamber karısı, fâsıklarla beraber olduğu için Cehennemlik oldu.” buyuruyor.

Onun için bu sâlih ve sâdıklarla beraber olmak, buna da çok dikkat etmemiz lâzım. Gâfillerden kendimizi uzak tutmamız…

Diğer bir mesele; her hâlimizde âhireti unutmamak.

Rasûlullah Efendimiz:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ

(“Allâh’ım! Esas hayat âhiret hayatıdır.” [Buhârî, Rikāk, 1]) buyuruyordu. Muvaffakıyette taşkınlık olmasın, gurura dönmesin iş. Onun için “Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyuruyordu.

Çok zorluklar, meşakkatler öyle. Sahâbede öyle hâller oldu ki;

“Acaba Allâh’ın yardımı gelmeyecek mi?” diye kalplerine vesvese geldi. O zaman da Efendimiz:

لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ

“Esas hayat âhiret hayatıdır.”

Bir imtihan olduğunu…

Velhâsıl âhireti unutmamak.

Diğeri de en mühimi, takvâ. Yani hayatımızın bütün muhtevâsını Kur’ân’la beraber yaşayabilmek.

Yaşayan Kur’ân olmak Efendim.

Canlı bir Kur’ân olabilmek.

Evet.

Bir de şu mühim: İbadetlerin nasıl zâhiri vardır; namaz, oruç, zekât vs… Bu zâhirine dikkat edilir. Fakat bunun bâtınına da dikkat etmek lâzım ki bu da yaptığımız ibadetlerin seviyesini gösterir. En başta güzel hasletler, bâtınî hasletler; cömertlikti, tevâzuydu, hizmetti, vs. vs…

Yine zâhirî haramlar var. Bunlar bize çok çirkin gelir; içkiydi, domuz etiydi, kumardı, zinaydı vs…

Bu da zâhirî. Evet…

Bunun bir de bâtını var -Allah korusun-; kibir...

Kibir, haset Efendim, riyâ…

Kibir, haset vs…

Allah korusun.

Şimdi meselâ, bir yerde domuz eti birisi yese, acaba bu adam gavur mu oldu deriz. Hâlbuki gıybet… O domuz etini yiyenin zararı kendine, fakat gıybet eden kimsenin umuma…

Evet; ölü kardeşinin etini yiyor.

Bir de affı da yok.

Evet.

Affı kıyâmete kalıyor. Domuz etini yiyen; Allah, beklenir, umulur ki affedebilir. Pişman olur, tevbe-i nasuhta bulunur.

Fakat gıybet eden bir kimsenin, nemîme yapan, söz taşıyan bir kimsenin durumu âhirete kalıyor.

Onun için Hasan Basrî Hazretleri buyuruyor ki:

“Eğer diyor, dedikodudan çok hoşlanıyorsan diyor, dedikodudan kendini koruyamıyorsan diyor, o zaman ananı-babanı gıybet et diyor. Sevapların ona gitsin diyor, yabancıya gitmesin.” diyor.

Onun için ibadetlerin zâhirine dikkat ettiğimiz gibi bâtınına da dikkat etmemiz…

Allah râzı olsun Efendim.

O da zarûrî.

Zaten Mevlânâ da öyle diyor Efendim. “Sûrete takılıp kalmayın.”

Evet.

Aslolan sîrettir.

Evet.

Maddeye takılıp kalmayın. Arkasındaki mânevî derinliğe bakın diyor.

Evet.

Yoksa sûrete bakarsan her insan birbirine benzer.

Evet.

Hattâ Mevlânâ:

“Ahmed ile Ebû Cehil arasında ne fark var sûreten bakarsanız. Ama birisi Rahmeten li’l-Âlemîn; birisi lânetullâhi aleyh!..

Yaa…

O yüzden, işin derinliğine ve arka plânına nüfuz etmek lâzım.

Hocam, kalp o kadar mühim ki… Yani buyurduğunuz gibi, Ebû Cehil de Rasûlullah Efendimiz’i gördü, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da Rasûlullah Efendimiz’i gördü. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- hayran oldu, yanında bile hasretti. Ebû Cehil ise kendi zifiri karanlığını gördü.

Demek ki göz görmüyor, kalp görüyor.

Evet Efendim.

Onun için kalbin ihyâsı çok mühim. Cenâb-ı Hak:

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) buyuruyor.

Nasıl anadan tertemiz doğdu, ibadet, muâmelât, ahlâk ile o şekilde bir Cenâb-ı Hak bizi Cennet’e davet ediyor.

Allah râzı olsun Efendim. Çok teşekkür ediyoruz.

Âmîn, sizlerden de Allah râzı olsun.

Rabbim, bu güzel duyguların içimizde doğmasına sebep olsun -inşâallah-.

Âmîn.

Çok teşekkür ediyoruz Efendim.

Biz teşekkür ederiz, Allah râzı olsun.