Osman Nuri Topbaş Hocaefendi İle 2019 İftar Sevinci Programı Özel Mülakatı

VİDEOLAR

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, Erkam Radyo’da yayınlanan “İftar Sevinci” programında Prof. Dr. İrfan Gündüz’ün konuğu oldu.

Erkam Radyomuzun çok değerli dinleyicileri! Bir iftar sevinci programında daha sizlerle beraber olmanın huzur ve mutluluğu içerisindeyiz.

Muhterem üstâdımız Osman Nûri Topbaş Hocaefendi ile beraberiz.

Efendim, bu iftar sevinci programında esas, Ramazan’a biz zât-ı âlînizle başlamak istedik. İnşâallah bu bir teberrük olur.

Allah mübârek etsin -inşâallah-.

Efendim bir teberrük olur ama, bu Ramazan ayı, hani bir ilâhide de söylüyorlar:

“On bir aylık yoldan gelir,

bir ay bize mihmân olur.” diye.

Ama bir misafir gibi gelen Ramazan, önemli bir Ramazan, içinde Kur’ân-ı Kerîm’in indiği ay olduğu için Kur’ân ayı olan Ramazan. Ve içinde bin aydan daha hayırlı Kadir Gecesi’nin bulunduğu Ramazan.

Bu Ramazan’da da yine bir, herhâlde tevâfuktur, bu sene Diyanet İşleri Başkanlığı, Ramazan’ın ana konusunu da “Gönülleri Birleştiren İnfak” diye belirlediler ve mahyalarda, efendim, bütün televizyonlarda filân, Diyanet’in câmilerdeki programlarında, hep bu konu işlenecek.

O yüzden zât-ı âlînize bendenizin sormak istediği esas soru, bu güzel Ramazan, mübârek Ramazan ayını genelde İslâm’ın, özelde de Ramazan’ın ve orucun bizden istediği insan tipi nasıl olmalı? Yani dinleyicilerimiz de biz de hep kendimizi bu formata göre akort edelim diye, bunu arz ediyorum zât-ı âlînize.

Cenâb-ı Hak, yüce Zât’ını en çok “Rahmân ve Rahîm” esmâsıyla tanıtır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de “raûf ve rahîm” yani çok müşfik ve çok merhametli olduğunu bildirir.

Dolayısıyla ilâhî ve nebevî ahlâk ile ahlâklanan bir mü’minin de bir “rahmet insanı” olması îcâb eder.

Şefkat ve merhamet, bir müslümanın tabiat-ı asliyesidir.

Ramazân-ı Şerîf de, ilâhî rahmetin âdeta tuğyân ettiği bir aydır.

Tabi Ramazan’ın fârik vasfı, “oruç” ilk defa hatıra gelir. Oruçtan başlayalım. Sonra da, nasıl bir rahmet insanı olabiliriz?..

Bu ibadetin, yani oruç ibadetinin bir mü’mine en mühim telkini, merhamettir. Yani, birincisi, en başta, merhamet, şefkat, cömertlik, diğergâmlık tâlimidir oruç.

Zira oruç, belli bir süreliğine de olsa açlık ve âcizliği tattırarak toplumdaki aç ve muhtaçların hâlinden daha iyi anlamayı telkin eder. Onların sessiz feryatlarını duyurur.

Nitekim Mısır’da şiddetli kuraklığın hüküm sürdüğü zamanda Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm-’a sorarlar:

“–Siz, devlet hazinesine hükmeden bir idarecisiniz. Neden kendinizi aç bırakıyorsunuz? Niçin aç olarak tevzî ediyorsunuz?”

O da şu cevabı verir:

“–Karnım tok olursa açların hâlini anlayamam, ondan korkuyorum!” der, bir haksızlık yaparım…

Diğer bir, orucun bize getirdiği; nîmetlerin kadrini bildirir.

Cenâb-ı Hak:

“…Verdiğimiz nîmetleri sayamazsınız…” (Bkz. İbrahim, 34) buyuruyor.

Yarım günlük bir oruçta -bilhassa sıcak günlerde- yarım bardak suya, yarım dilim ekmeğe muhtaç kalıyoruz.

Ne kadar Cenâb-ı Hakk’a muhtacız? Bize her mevsim ayrı ayrı gıdalar veriyor. Toprak bizim için çalışıyor. Birçok mahlûkat bizim için çalışıyor. Etini, vesâiresini, sütünü bizim için veriyor.

Demek ki ne kadar Cenâb-ı Hakk’a hamd ve şükür hâlinde olacağız?..

Zaten her rekâtta okuduğumuz Fatiha’da ilk âyet:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

(“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” [el-Fâtiha, 2])

Demek ki hamd ve şükür tâlimidir oruç. Yani nîmetlerin kadrini idrâk ettirir.

Diğer taraftan bir sabır tâlimidir. Nefsânî arzuları, bilhassa öfkeyi frenleyebilme irâdesini kazandırır.

Tabi bir teennî tâlimidir. Sabır tâliminde, insanın acele etmeyip, ihtiyatlı davranması gerekir. Bu şekilde bir “teenni”yi öğrenir. Buyrulur:

“Teennî Cenâb-ı Hak’tandır, acele şeytandandır.” (Tirmizî, Birr, 66/2012)

Diğer olarak, bir nefis tezkiyesi tâlimidir. Yani oruç; rûhâniyeti nefsâniyete galebe ettirmektir. Bâkîyi fânîye tercih edebilmektir. Yani dünyevî zevkleri bertaraf edebilmektir. Mârifetullah’tan bir nasip alabilmektir. Rûhânî âlemden bir ufuk açılabilmesidir.

Velhâsıl takvâyı fücûra gâlip getirmek için nefse karşı girişilen en büyük cihaddır. Zira Cenâb-ı Hak:

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(“(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 8-9]) buyuruyor.

Velhâsıl rûhun, nefsâniyetin kasvetinden, sıkletlerinden kurtarmaktır oruç.

Güzel ahlâk tâlimidir. Cenâb-ı Hak ile beraberlik şuuru içinde tutulan oruç, yüksek bir takvâ duygusuyla, insanı günahlardan, mâsıyetten ve gafletten korur. Buna mukâbil de -fârik vasıf- nezâket, zarâfet, rikkat ve inceliğe sevk eden, yine oruçtur. Gözü, kulağı, ağzı yanlış hâllerden muhafaza eder.

Diğer taraftan bir ihlâs tâlimidir. Her ibadette olduğu gibi oruçta da yegâne niyet, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsı olmalıdır. Bunun için riyâ ve gösterişten sakınmak, ibadete fânî menfaatleri ortak etmemek gerekir.

Diğer taraftan, zühd, takvâ ve riyâzat tâlimidir.

Bugün maalesef lüks, israf, oburluk, güç gösterisi ve nefsânî ihtirasların arttığı bir devirdeyiz. Hâlbuki oruç ibadeti bizlere, fânî nîmetlerin bir gün elimizden alınacağını, bir âhiret yolcusu olduğumuzu hatırlatmaktadır. Nefsânî zevklere takılıp kalmamayı, helâlleri bile asgarî seviyede kullanıp kifâyet miktarıyla yetinmeyi ve dünyevî imkânları âhiret sermâyesi kılma firâsetini telkin eder.

Orucun en kısaca ifadesi, bize getireceği faydalar; Cenâb-ı Hak:

“لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ” buyuruyor. “Umulur ki orucun bizi bir takvâya götürmesi.” (Bkz. el-Bakara, 183)

Tabi bu, lâyıkıyla tutulan bir oruçtur. Yani dâimâ ashâb-ı kirâmın, Efendimiz’in o tuttuğu oruca benzeyebilmektir.

Efendim, Allah râzı olsun. Şimdi burada, Ramazan’ın evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da Cehennem ateşinden kurtuluş ayı diye değerlendiriyoruz ama zât-ı âlînizin ifadelerinden biz, Ramazan’ın bize getirdiği rahmetten öte, bir de biz, kendimiz merhametli olmamız lâzım.

Tabi.

Belki bu Ramazan’da almamız gereken şey, herhâlde, bizim bu rahmeti hayata yansıtmamız lâzım.

Evet.

Bunu söylerken yine zât-ı âlînizden sık sık duyduğumuz, bizi hep etkileyen, güzel bir şey var. Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nden; “Eğer dünyada soğuktan üşüyen, titreyen bir tek kişi varsa, bizim ısınmaya hakkımız yoktur.”

Nurettin Topçu Hoca’nın da güzel bir sözü var -Allah rahmet eylesin- o da diyor ki:

“Eğer dört duvar arasında feryadı duyulmayan fakir-fukarânın sofrasına uzanan gizli bir müslüman eli yoksa, secdeden diyor halıları eskitseniz de, efendim, hac ve umre yollarında yolları eskitseniz de orada dindarlıktan, hakîkî bir dindarlıktan söz edilemez.”

Dolayısıyla burada, zât-ı âlînizin ifade buyurduğu o şey, gerçekten bizim bir “raûf ve rahîm” olan Peygamber Efendimiz var. Cenâb-ı Hakk’ın Esmâü’l-Hüsnâ’sından bu. Ama aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm, Efendimiz için de kullanmış bunu. Bu konuda neler söyleyebiliriz?

Efendim, bir defa müslümanın idrâki şöyle olacak:

“اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ” mülk, Allâh’a ait.

Komünistlerde, “mülk toplumundur” diyor. İstismar ediyor. Partililer öne çıkıyor.

Kapitalistlerde, onlar da “mülk ferdindir” diyorlar. Fertlerindir diyorlar; tröstler, karteller istismar ediyor.

İslâm’da ise insandan başlar. İslâm, insanın problemini çözer. “Mülk, Allâh’ındır.” buyurur. Ve onun için mülkü kullanırken de dikkatli kullandırır, îtinâ…

Tabi burada Cenâb-ı Hak “fazlasını ver” buyuruyor, “قُلِ الْعَفْوَ” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 219)

Demek ki insan, bir mü’min, helâlden kazanacak. Kifâyet miktarı kendisi için kullanacak. İsraf etmeyecek, pintilik de etmeyecek. Allah yolunda infak edecek. Bu, ivazsız garazsız, hasbeten olacak. Zira Cenâb-ı Hak:

وَيَاْخُذُ الصَّدَقَاتِ

“…Sadakaları Ben alırım…” (Bkz. et-Tevbe, 104) buyuruyor.

Yani bir “rahmet insanı” olacak. Rahmet insanında rahmetin şahsiyete bir in’ikâs etmesi lâzım, yansıması lâzım. Yani kibirdi, enâniyetti, dedikodu, iftira, yalan, israf, cimrilik ve emsâli kötü hasletler; “lâ ilâhe” bunlar yok olacak, kelime-i tevhîdin kıvam bulabilmesi için.

Gönül, rûhânî istîdatlarla inkişâf edecek. Yani gönüller, cömertlik, merhamet, şefkat, hizmet, tevâzu, nezâket, sabır, edep, hayâ, vakar gibi fazîletlerle müzeyyen hâle gelecek. Nihâyet kul;

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُم

“…Nereye gitseniz, O sizinle beraberdir…” (Bkz. el-Hadîd, 4) Kul, bunun idrâki içinde olacak.

Cenâb-ı Hak zaman ve mekândan münezzeh. Dünyada bugün sekiz milyar insan var. Trilyon, trilyon hayvanat var. Trilyon, trilyon nebâtat var. Galaksiler var, vesâireler var, maddeler var… Cenâb-ı Hak hepsinin her an yanında. Kul, bunun için, bunun idrâki içinde olacak. Ve bir ihsan duygusu…

Demek ki Efendim, burada problem, Allah her yerde herkesle beraber de, biz Allah’la beraber miyiz, değil miyiz? Problem bizde başlayıp bizde bitiyor.

Evet.

Dolayısıyla Ramazan ve oruç, bize bir ihsan tipiyle, ihsan şuuru içinde İslâm’ı yaşayan bir insan olmamızı istiyor.

Evet.

Elimizi yemeğe, imsaktan iftara kadar hiçbir şeye elimizi süremiyoruz. Ne kadar acıksak da ne kadar susasak da, onlara elimizi bile değemiyoruz. Demek ki bu, Allâh’ı görür gibi, o şuurda İslâmî hayatı tanzim etmek…

Tabi bu da kolay bir iş değil. Bu, zihnin eğitimi değil. Bu, kalbin eğitimi olmuş oluyor.

Evliyâullâha baktığımız zaman, orada zihnî bilgilerle beraber kalbî eğitim var. Meselâ buyurdunuz ki, Mevlânâ’ya Şems bir tek şey öğretti: “Eğer üşüyen varsa Celâleddin, sen ısınma hakkına sahip değilsin.” dedi.

Bunu zaten zihnî bilgi olarak biliyordu Mevlânâ. Buna ihtiyacı yoktu zihnî bilgiye. İş, bunun kalbe yerleşmesiydi.

Mevlânâ, Selçuklu üniversitesinin dersiâmıydı. Şems-i Tebrizî neydi? Bir dervişti. Fakat gönlü dolu, gönlünden rahmet taşıran bir dervişti. Mevlânâ’ya ne verdi? Ne yaptı Mevlânâ’ya? Ne tasarrufta bulundu? Kalpteki prangaları kırdı. Prangaları kırınca, dehşetli bir ufuk açıldı. O ufukla bir Mesnevî meydana geldi, Dîvân-ı Kebîr meydana geldi, Fîhi mâ Fih meydana geldi.

Yunus aynı şekilde. Tapduk Emre ona birtakım ihtilâçları yaşattı. Eşikte başını koydu beklettirdi vs. Ondan sonra bir Dîvan meydana geldi.

Demek ki esas ilim, mârifetullahtır. İnsan derinleşecek, hassaslaşacak, zarifleşecek. Öbür, mâverâdan birtakım nasipler alacak. Bütün evliyâullâha baktığımız zaman…

Velhâsıl sırf zâhirî bilgi kâfî değil. Zâhirî bilgi ile kalbî bilgiyi mezcetmek, bir âhenk teşkil etmesi lâzım.

İşte Mevlânâ’nın “hamdım” demesi, o Selçuklu üniversitesinin dersimâmıyken. Sonra merhale merhale “piştim” diyor. Sonra da “yandım” diyor.

Yani biz rahmet insanının eğer sıfatlarını tâdâd etmek istersek:

Birincisi; rahmet insanı, bulunduğu yere huzur veren bir kişiliktir.

İşte evliyâullâhın misâli. Hattâ mevtâları bile bir rahmet veriyor. Bir Eyüb Sultan/Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî. Günde ne kadar ziyaretçisi var? Biz diriyiz, bizim kaç tane ziyaretçimiz var?

Demek ki bir huzur veriyor bulunduğu yere. Yani hem hayattayken, hem de vefatından sonra.

Yaşadığı zaman ve mekânda âlemlere rahmet olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in de temsilcisi olabilmenin gayreti içindedir rahmet insanı.

Benliğini, enâniyeti bertaraf etmiştir.

Çoraklaşmış gönüllere, bir yağmur misâli rahmet olabilmenin derdindedir.

Bir vakıf insanıdır, diğergâmdır. Önce kendini düşünmek yerine dâimâ “kardeşim, sen” der.

Ebu’l-Hasan Harakānî Hazretleri’nin güzel bir ifadesi var, gönlünün ifadesi:

“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada bir din kardeşimin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır. Birinin ayağına çarpan taş benim ayağımı acıtmıştır. Bir kalpte hüzün varsa o kalp, benim kalbimdir.”

Bir Ebu’l-Hasan Harakānî’nin gönlüne baktığımız zaman, bugün biz de kendi gönlümüzü bir tâdâd edelim. Bugün Suriye, Mısır, Sudan, Yemen, bunlar bir mâtem ülkesi oldu.

Bizim gönlümüz… Bilhassa bu Ramazan’da kendimizi tâdâd edelim. Gönlümüz, bu ülkelerdeki yetim, dul, kimsesiz, garip, yaralı kardeşlerimize ne kadar uzanıyor? Tabi onlara ne kadar duâ hâlindeyiz? Zira Cenâb-ı Hak buyuruyor ki, Bakara, 143:

“İşte böylece sizin insanlığa şahit olmanız…”

Neyin şahidi, şahitleri olmamız? Allâh’ın dîninin şahitleri.

“…Rasul de size şahit olması için sizi mûtedil bir ümmet kıldık…”

Demek ki, gönlü rahmetle dolu bir mü’min olabilmek. Kalb-i selîm, kalb-i münîb, nefs-i mutmainne, râdıyye, merdıyye, kâmile… Derece derece terfî ettikçe gönül bu merhalelere çıkacak. Daima hâlini bir muhâsebe hâlinde olacak.

İmâm Gazâlî Hazretleri buyuruyor ki:

“Her mü’min, sabah kalktıktan sonra kendine şu hatırlatmalarda bulunmalı:

Benim sermayem ömrümdür. Ömrüm gidince sermayem de gider. Artık kazanma imkânım kalmaz. Bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allah Teâlâ bugün bana müsâade ederek ikramda bulundu. Hayat takviminden bir sayfa açtı…”

Biz de diyeceğiz ki bugün Cenâb-ı Hak lûtfetti. Geçen sene birçok kardeşlerimiz vardı, bu sene onlar yok, selvilerin altında onlar. Bizim bu sene de son Ramazan’ımız olabilir…

Nasıl bir, gönlümüzden rahmet taşıran bir mü’min olabileceğiz? Allah cümlemizin bu hususta ufkunu açar -inşâallah-. Takvâ ile müzeyyen kılar -inşâallah-.

Efendim, tabi burada rahmet ve şefkat, bizim medeniyetimizin adı bu.

Evet.

Ve anne yüreği gibi gerçekten. Müşfik ve merhametli bir medeniyet. Ama rahmet ve şefkat, öyle lâf ebeliğiyle olmuyor Efendim yalnız. Yani bizim ecdâdımız, Peygamber Efendimiz’in hiçbir tavsiyesini, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de geçen hiçbir emrini ne satırda bırakmış, ne sözde bırakmış. Bunlara bir kurumsal kimlik kazandırarak toplumsal yaraları saran kurumlara dönüştürmüş. Vakıf medeniyeti böyle ortaya çıkmış.

Evet.

Zât-ı âlînizin ifade buyurduğu vakıf insanı olmak diyoruz ya biz…

Evet.

Esas, dolayısıyla, kanayan bir yara gördü mü eğer yüreğimiz cız etmiyorsa, düşeni görüp de ona “yahu boş ver” diyerek geçip yolumuza devam edebiliyorsak, o zaman orada rahmetten ve şefkatten söz edilemez. Demek ki bunlar söylem işi değil, eylem işi.

Efendim, Cenâb-ı Hak:

“مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ” buyuruyor. Yani “Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaattir…” (Bkz. en-Nisâ, 80) buyuruyor.

İslâm, çok büyük bir medeniyet. Emsâli olmayan bir medeniyet. Bu medeniyet;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1]) ile başladı.

Vedâ haccında;

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ (“…Bugün size dîninizi tamamladım…” [el-Mâide, 3]) âyetiyle tamamlandı. Demek ki bu kültür, İslâm kültürü 23 senede ancak tamamlandı. Demek ki kültür sahibi olabilmek, bu bir asr-ı saâdet kültüründen haberdar olabilmek.

Efendim, bu öyle bir kültürdür ki, düşünelim:

Bir köle, Abdullah bin Câfer Hazretleri; baktım diyor, bir köle diyor, önünde bir köpek diyor, ona ekmek atıyordu, köpek de kapıyordu. Bir müddet seyrettim diyor. Yanına yaklaştım diyor. Sordum:

“–Kardeş, sen kimsin, bu hayvan nedir?”

“–Ben köleyim.” dedi.

“–Bu hayvan nedir?” dedim.

“–Bunu bana Allah gönderdi. Bu, buranın hayvanı değil. Bunu ben bugün bir misafir olarak karşılıyorum. Buna ben ikram edeceğim.”

“–Peki bu elinde üç ekmek vardı. Senin başka bugün gıdan var mı?”

“–Yok dedi, bugün ben sabredeceğim, Allâh’ın verdiği bu üç ekmeği, bu hayvana ikram edeceğim. Beni yaratan Allah, bu hayvanı yaratan Allah, aynı Allah.”

Demek ki öyle bir hassasiyet var ki, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakabilme tarzı. İşte rahmet insanı.

Diğer taraftan bakıyoruz. O sütçü kadının kızı:

“–Evet diyor, anne diyor, halife görmeyecek ama diyor, Allah görmüyor mu?” diyor.

Çoban diyor ki:

“–Evet diyor, sana bir koyun satayım, benim değil ama diyor; peki diyor, Allah nerede o zaman diyor. Allah görmüyor mu?” diyor.

Düşünelim; bu asr-ı saâdet insanı nerede tahsil gördü? Bunlar nerede doktoralarını yaptı. Esas bu kalbin doktorasına ihtiyacımız var bizim.

Yine rahmet insanı olabilmek. Daima bir mü’min şunu düşünecek:

Bize Cenâb-ı Hak lûtfetti, en büyük Peygamber’e ümmet etti. Demek ki saâdet, huzur… Ashâb-ı kirâm, Efendimiz’in hâliyle hâllendiği zaman huzur buldu. Hattâ öyle bir huzur buldu ki, dâimâ âhireti düşünüyordu, acaba âhirette ben Allah Rasûlü ile beraber olabilecek miyim? Bunun için insanlıkta bir âbide gördü, hayran oldu.

Ashâb-ı kirâm buyuruyor ki:

“Bizi en çok sevindiren:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

«Kişi sevdiğiyle beraberdir.» hadîs-i şerifidir.” (Bkz. Müslim, Birr, 163)

Bütün gayretleri, kıyâmette de Efendimiz’le, Cennet’te de beraber olabilmekti.

Demek ki burada ashâb-ı kirâm, dâimâ kendisiyle Allah Rasûlü arasındaki o mesafeyi tâdâd etme durumunda kaldı.

Meselâ bir misal vereyim. Âişe Vâlidemiz buyuruyor ki:

“Bize diyor, Medîne’de ganimetler gelirdi. Hediyeler gelirdi. Fakat Rasûlullah, bir müslüman muzdaripken dağıtmadan huzur bulamazdı.”

Sanki açlığını onlara dağıtmakla gideriyordu. Ashâb-ı kirâm da bu duruma geldi.

Şimdi biz kısaca bir şey yaparsak, Allah Rasûlü’nün gönlünde ne vardı, bizim gönlümüzde ne var? Bu Ramazân-ı Şerîf’te bizim gönlümüz ne kadar yaklaşabilecek?

Birincisi, Rasûlullah Efendimiz’in gönlünde:

Hidâyet bekleyen insanlar vardı. Bugün toplumumuza baktığımız zaman, bu, hidâyet bekleyen insanlar ekseriyette.

Başka ne vardı? Mü’min olmuş, fakat takvâya erişememiş mü’minler vardı. Onları takvâya eriştirmenin endişesi ve gayreti içindeydi. Bunlarla husûsî meşgul olurdu. “Senin için en hayırlı amel şudur, en hayırlı amel budur…” Kişinin şahsına göre telkinde bulunur, onu terbiye ederdi.

Ne vardı Allah Rasûlü’nün gönlünde? Her müslümanın derdine derman olabilme vardı. Daima Allah için gayret edebilme ve insanların da açlığını tatmin ile en güzel bir insan hâline, mü’min hâline getirebilme gayreti vardı. İncelik, şefkat, hissiyat, duygu derinliği, zarâfet ve letâfet vardı.

Kendisi “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet) idi. Ümmetinin de rahmet mü’minleri olmasını istiyordu.

En mühim, Rasûlullah Efendimiz’de -bugün muhtaç olduğumuz- bir mîras bırakma vardı, insan mîrâsı bırakma vardı.

Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

“Efendimiz’in son günüydü, vefat ettiği gündü. Babam diyor Âişe Vâlidemiz, sabah namazını kıldırdı, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-. Efendimiz şöyle perdeyi araladı, oradan bir seyretti. Arkada güzel bir cemaat, sahâbe cemaati, (arkada bir mîras bırakmak, insan mîrâsı, bir karakter, şahsiyet mîrâsı bırakmak) o kadar Efendimiz tebessüm etti ki hasta hâlinde, o zamana kadar hiç bu kadar güzel tebessüm ettiğini görmedim.”

Demek ki bugün bir müslümanın da vazifesi; evlâtlarımız, akrabalarımız ve toplumumuzda arkamızdan bir insan mîrâsı bırakabilmek. Yani ideal bir insan mîrâsı bırakabilmektir.

Başka ne vardı ashâb-ı kirâmda? Bugün maalesef içine düşülen lüks, israfa düşkünlük yoktu. Kanaat vardı, cömertlik vardı. Takvâda, hayratta mesafe alma vardı, öne geçme vardı. İslâm’ın güleryüzünü tebessüm ettirme vardı. Hakkı tutup kaldırma vardı. Zâlimlerin zulmüne engel olmak, mazlumlara imdad etmek vardı. Düşmanlıkları kardeşliğe dönüştürmek, gönüller arasında sarsılmaz bir muhabbet tesis etmek vardı. Sadece Allâh’a tevekkül, Allah rızâsı ve teslîmiyet, Allah korkusu, beyne’l-havfi ve’r-recâ, öyle bir istikâmet vardı.

Muhterem Efendim, burada da çok güzel lûtfettiniz, ama esas İslâm’ın istediği insan tipi, ya da Ramazan ve orucun istediği insan tipi derken, sanki Hazret-i Mevlânâ yine burada dile geliyor, diyor ki Mevlânâ:

“İnsanlar kral da olsa hamal da olsa, Allah insanları tüketimde eşit yaratmış.”

Her insanın günlük kalorisi 2500 kalori. Ama ben çok zenginim arkadaş, ben günde 5000 kalori ile besleneceğim derseniz, şeker hastalığı geliyor, yakanıza bir yapışıyor, ömür billah, çavdar ekmeğinden kurtulamıyorsunuz.

“Belki diyor hamalın daha çok kaloriye ihtiyacı var, çünkü adam çalışıyor ve eritiyor yediğini.”

Şimdi buradan; çok üreten, az tüketen insan. Marmara Denizi’nin hepsi bizim malımız olsa, içeceğimiz su ne kadar? Yine Mevlânâ diyor ki; “Bir bardak sudur, fazlasını içemezsiniz.”

Şimdi dolayısıyla, hem İslâm’ın hem orucun bizde gerçekleştirmek istediği bir insan modeli, o da çok üreten ama az tüketen insanı inşâ edip artan gelirimizi, ki o zaman herkes zengin oluyor zaten, herkes çok üretip az tüketse, herkesin geliri giderinden fazla olur. O zaman biz artan geliri ne yapacağız meselesini millet düşünüyor. Ve vakıf medeniyeti böyle çıkıyor. Herkes artan gelirini toplumsal bir yarayı saracak bir kuruma, bir vakıf kurmaya yönlendirmiş, böyle bir şey ortaya çıkıyor. Bu konuda neler söylersiniz Efendim?

Efendim, dünya serveti, Kur’ân ve Sünnet ışığında kullanmayı bilenler için büyük bir saadettir. Böyle bir zenginlik, bir ebediyet saltanatıdır. Bunun için zengin müslüman, kendisine harcarken asgarî ile yetinecek, âzamî olarak infak edecek.

Abdurrahman ibni Avf Hazretleri’ni oğlu Abdullah davet etti iftar sofrasına. Çok çeşitli yiyecekler gördü, ağlamaya başladı. Oğlu:

“–Babacığım dedi, bir hatâ mı ettim dedi, niçin sizi böyle mağmum, hüzünlü olarak bıraktım?” dedi.

“–Yok oğlum dedi, bir muhâsebe ettim dedi. Mus‘ab dedi, Uhud’da şehid olduğu zaman örtecek bir kefen bulamadık dedi. Rasûlullah’a sorduk. Başını kefene koyduk, ayaklarını kokulu otlarla örttük. Ben acaba bu nîmetleri görünce Allah -celle celâlühû- acaba bana dünyada veriyor, âhirette tenkis mi edecek? Onun için mahzun oldum.” dedi. (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 27)

Demek ki asgarîde kullanıp üstünü infak etmek…

Mal, en büyük bir imtihan. Cenâb-ı Hak, “mallarınızla, canlarınızla imtihan olunmaktasınız” buyuruyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 186) İkisi de zor imtihan, mal da zor, can da zor. İşte sahâbî bu iki şeyi bertaraf etti. Malıyla imtihan oldu; infak âyetleri inmeye başladığı zaman, gelip;

“–Yâ Rasûlâllah! Benim imkânımdır bu.” dedi infâk etmeye başladı.

Bir misal: Meselâ;

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

(“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe birrʼe (hayrın kemâline) eremezsiniz…” [Âl-i İmrân, 92]) âyeti indiği zaman, sahâbî dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah dedi, benim dedi, 600 hurma ağaçlı bir bahçem var dedi. (Yani o, şimdiki kadınlar kapısının orada.) Bunu dedi, infak ediyorum.” dedi.

Hemen hurma bahçesine koştu. Çitin arkasında şöyle bir hurma bahçesine baktı. Hanımı oradaydı. Hanımı dedi ki:

“–Gelsene dedi, bu bahçeyi sen de çok seviyorsun, ben de çok seviyorum dedi. Niçin gelmiyorsun?” dedi.

“–Hanım dedi, bugün;

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

«Sevdiklerinizden vermedikçe birr’e ulaşamazsınız...» (Âl-i İmrân, 92) Allah bizim îmânımızı test ediyor. Malla test ediyor. Onun için ben bu bahçemizi bağışladım, infak ettim.”

Hanımı diyor ki:

“–Peki diyor, bana da hisse verdin mi diyor bağışlarken?”

“–Evet diyor, beraber bağışladık.” diyor.

O zaman:

“–Efendi, bekle diyor, eşyalarımı toplayayım, ben de bu bahçeden çıkayım diyor, artık bu bahçe bizim değil diyor. Bu bahçe infak oldu.” diyor.

Allâh’a adanmış…

Şimdi, ashâb-ı kirâm aşağı yukarı, Câbir diyor:

“İmkânı olup da diyor, bağış yapmayan diyor, ben kimse bilmiyorum.” diyor. (Bkz. İbnü Kudâme, el-Muğnî, V, 598)

Bunu meselâ Tebük Seferi’nde de çok gördük. Yani nasıl neyi var neyi yok getiren, iki avuç hurma getiren…

Velhâsıl infak, bir müslümanın alâmet-i fârikasıdır. Onun için müslüman, ihtiyaçtan fazlasını harcarsa, o israf oluyor. Cenâb-ı Hak da “İsraf edenler, şeytanların arkadaşlarıdır…” (Bkz. el-İsrâ, 27) buyuruyor.

O zaman israf nedir? Niçin israf ediliyor?

İsraf; aşağılık duygusunu bertaraf etme, geometriyle, şekille-şemâille, malla-mülkle, arabayla, bilmem neyle, şununla-bununla kendi aşağılık duygusunu bertaraf etme hâlidir ve bir aşağılık duygusudur. Hâlbuki insan, faziletiyle insandır.

Pintilik nedir, cimrilik? O da kendine biriktirmektir. Yani ikisi de kendine ait. Hâlbuki Cenâb-ı Hak:

يَاْخُذُ الصَّدَقَاتِ diyor, “Ben alırım.” diyor. (Bkz. et-Tevbe, 104)

“Mâlikü’l-mülk/mülkün sahibi Ben’im.” diyor.

Demek ki bu büyük bir gaflet. Hattâ şaşkınlık bir noktada.

Hattâ Efendim, şey de var, “الم” Bakara Sûresi’nde. “مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ” “…Kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.” (el-Bakara, 3)

Kendi cebimizden infâk etmiyoruz esasında.

Tabi tabi, mülk Allâh’a ait!..

Allâh’ın bize verdiklerinden veriyoruz, verebiliyorsak eğer.

Sonra Hocam, bu infak âyetleri indiği zaman, Rasûlullah Efendimiz, her inen âyeti tatbikâta tâbî tutardı. Meselâ Ashâb-ı Suffe, çoğu fakirdi, çok garipti. Yani üst-başında tam bir, doğru dürüst bir giysisi bile yoktu. Fakat bu infak âyetleri indiği zaman, dağlara çıktılar, odun kestiler, Medîne çarşısında sattılar, Allah Rasûlü’nün önüne koydular. Bu heyecan mühim çok…

Yine bir misal daha vereyim:

Ebû Zer meselâ, en fakirlerinden biriydi. Efendimiz:

“–Ebû Zer dedi, çorbana su koy.” dedi. Çünkü tane koyacak hâli yoktu, bir.

İki; “–Etrafını gözet.” dedi. Git, ara, bul. Çünkü Cenâb-ı Hak âyette “…Sen onları sîmâlarından tanırsın...” (el-Bakara, 273) buyuruyor.

Üçüncüsü:

“–Verirken de bir nezâketle ver.” buyuruyordu. (Bkz. Müslim, Birr, 142)

Tabi biz bu nezâketi büyüklerimizden gördük. Meselâ bir zekât olsun, infak olsun, sadaka olsun verirlerken, zarfın içine koyarlardı. Zarfın üstüne de; “Kıymetli Mehmed Efendi, kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” yazarlardı. Çünkü o, Mehmed Efendi’ye gidiyor ama, esas Allah’a gidiyor. “يَاْخُذُ الصَّدَقَاتِ” (Bkz. et-Tevbe, 104)

Onun için Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri buyuruyor ki:

“Veren diyor, alana karşı teşekkür edâsı içinde olmalıdır diyor. Onun sayesinde Allah rızâsını kazanacak diyor. Onun duâsını alacak buyuruyor. Onun için, veren diyor, teşekkür edası içinde olacak.” diyor.

Meselâ bu, zaman zaman toplumlarda yaşandı. Ömer bin Abdülaziz zamanında müslümanlar, zekât verecek, infak edecek fakir bulamadılar. Herkes infak ediyor. Ömer bin Abdülaziz’e mektup yazdılar, “ne yapalım” diye. O da; “köleleri âzâd edin paralarla” buyurdu.

Zaten, meselâ Efendimiz zamanına, asr-ı saâdete baktığımız zaman, bir rûhî bunalım yok. Hâlbuki bugün en çok olan, rûhî bunalım. Ki bu kadar zenginlik olduğu hâlde, o devre kıyas yaptığımız zaman. Çünkü niye? Secde ediyor herkes. Sığınıyordu. Secde bir barınaktı, sığınaktı. Cenâb-ı Hak’la beraber olmaktı.

Diğer taraftan ise zekât, merhameti artırıyordu. Bir toplumda patlama da yoktu, bir isyan hareketi de yoktu. Fakiri vardı, zengini vardı, hastası vardı, her şeyi vardı; bir huzur vardı.

Ama sahipsiz bir tek mü’min yoktu.

Yoktu. Yani mü’min mü’mine zimmetliydi.

Evet.

Bir mü’min diğer bir mü’mini -eğer müşkül durumdaysa- kendini ondan mes’ûl görüyordu. Zaten Cenâb-ı Hak öyle bir kardeşlik ki, yani dünyaya baktığımız zaman, topluma baktığımız zaman, fakir zengine muhtaç gibi gözüküyor. Hâlbuki zengin fakire muhtaç, onun duâsına muhtaç. Allah rızâsını kazanacak.

Yine topluma baktığımız zaman, hasta sağlama muhtaç gibi gözüküyor. Esas sağlam, hastaya muhtaç. Çünkü hastaya baktıkça kalbi terfî olacak. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanacak.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak bütün insanları birbirine muhtaç olarak… Ki, diğer, gayr-i müslimlere baktığımız zaman, onlar da bizim insanlıktaki bir eşimizdir. Onların da hidâyeti için…

Rasûlullah Efendimiz, bir insanın hidâyete gelmesi için çırpınırdı. Bir yahudi çocuğu müslüman olunca Efendimiz sevindi. Tâif’te taşlandı, bir köle müslüman olunca Efendimiz sevindi.

Mekke’ye indi, terör vardı. “Aman dedi -fuara gelen ziyaretçilere- alın beni memleketinize götürün, size bilmediğiniz, size saâdet verecek şeyleri ben size söyleyeceğim.” buyurdu. (Bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 19-20)

Demek ki bir mü’min, kendi ferdî hayatını ikmâl edecek, ictimâî hayattan da kendini mes’ûl görecek.

Sahâbe niye Çin’e gitti? Medîne’de belki güzel bir hurma bahçesi vardı. Niye Semerkand’a gitti? Niye seksen küsur yaşında Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî İstanbul’a geldi? Niçin İspanya’ya kadar müslümanlar gitti? Demek ki bir mü’min, diğer insanlardan kendini mes’ûl görecek. Onlar da bizim insanlıktaki eşimiz.

Rasûlullah Efendimiz “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet). Bir mü’min de gönlünden rahmet taşıracak, rahmet insanı olacak.

İşte ecdâdımız Osmanlı, bu hususta çok titizlik gösterdi. Meselâ Ramazan’da giderdi bakkala;

“–Bir sayfa aç derdi. Benim verdiğimi söyleme.” derdi bakkala. Bir garibin hesabını görürdü.

Sadaka taşları vardı. Veren, alan… Ufacık bir el girerdi o kadar. Muhtaç gelip oradan alırdı, ihtiyacını tamamladıktan sonra tekrar oraya koyardı. Veyahut da tamamlayamazsa onu alıp giderdi.

Kim biliyordu? Allah biliyordu…

Efendim burada bir başka konuyu arz edebilir miyiz?

Estağfirullah.

O da şimdi öyle bireysel bir hayata düştük ki herkes kendi kariyeri uğruna çoluğunu-çocuğunu, hattâ karısını bile, kendisini bile unutan bir insan. Hedefine koymuş; ben zengin olacağım, yok ben şöyle olacağım, böyle olacağım diye. Sadece o hazzına, o hedefine ulaşmak için her şeyi bir kenara iterek hızlı bir şekilde koşuyor. Dolayısıyla da aile bağları bile kopmuş bugün. Herkes bencil bir dünyanın içinde kıvranıyor.

Ama Ramazan’ın istediği insan tipi derken bir başka şey daha karşımıza çıkıyor: Aileyi hiç olmazsa iftar sofralarında bir araya getirmek, sahur sofralarında bir araya getirmek. Sonra mahalleyi iftar sofralarında bir araya getirmek.

Burada zât-ı âlînizin çok güzel bir şeyi var, in’ikâs dediğimiz bir hâdise var: O da insanları gözlerde yaklaştırarak gönüllerdeki yakınlığı inşâ etmek. Yani gözde yakın olan, gönülde yakın olurmuş; gözden ırak olan, gönülden de ırak olurmuş.

Bu Ramazan’ın bir de böyle bir bereketi var.

Efendim, baştan, buyurduğunuz gibi, akrabalarla iftarda bulunmak. Tabi akraba içinde imkânı daha geniş olan vardır, daha dar olan vardır, vesâire olur bu. Bu ne olacak? Aile bağlarını güçlendirecek. En nihâyet oradaki, âile içindeki tecrübeli kimselerden, gençler onlardan ders alacak. Oturuşu kalkışı, yemeğe başlayışı, bir besmeleyle başlaması, hamdeleyle bitirmesi, onun hâlinden hâllenecek. Yani bir kültür, bir yemek kültürü meydana gelecek.

Bir de tabi, bu iftar sofraları çok mühim. Çünkü Rasûlullah Efendimiz; “Kendi sevâbı eksilmeden, iftar ettirdiği kişinin sevabını aynen alır.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Savm, 81)

Onun için ecdad daima iftar sofraları ihdâs etmiştir. Tabi burada zengin-fakir vs. bütün mahalle kaynaşmıştır birbirine.

Fakat bugün ne kötüdür ki, öyle bir lüks lokantalarda iftar veriliyor, fakirler-garipler yok orada, binbir çeşit yemekler, birbirine güç gösterisi oluyor. Bu, İslâm’ın tanımadığı bir iftar sofrasıdır.

Yarısı da atılıyor Efendim sonra.

Tabi.

Artanlar da atılıyor.

Allah korusun!..

Yani bugün maalesef bu artık da çok. Esasında biz, kapımızdaki köpekten, kediden de mes’ûlüz. Yani evimizde kalan yemeği de eğer verecek kimse bitmişse, bulamazsak, o hayvanlara vermemiz lâzım. Bu çok mühim bu. Çünkü hayvanlar da dirilecek. Hayvanlar da bizden haklarını isteyecekler. Aç bırakmaya hakkımız yok. Bizim için yaratıldı onlar da.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, zekât develerini dağıtırken, dedi;

“Al bunu götür âilene, fakat toz-toprak bırakma üstünü dedi. Gıdâsını eksik verme dedi. Sütünü sağarken de tırnaklarını kes, hayvanın memelerini incitme dedi. Tamamını da sağma, onun da yavruları var. Senin yavruların olduğu gibi onun da yavruları var, yavrularına da bırak.” dedi. (Bkz. Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)

Yine Efendimiz o kadar bir insanı nezâkete davet eder ki inceliğe, meselâ Mekke Fethi’ne giderken on bin kişiyle, bir köpek, yavrularını emziriyordu. Efendimiz Sürâka’yı başına dikti. “Öbür taraftan geçin!” dedi. (Bkz. Vâkıdî, II, 804)

Yani bu, neyin ifadesidir? Bu işte bak; bu hayvandan sen mes’ûlsün. Allah bu hayvanı senin için yarattı. Diğer galaksilerde köpek yok, burada var. Sana bekçilik yapar, avcılık yapar, avcıya yardım eder vs… Çok daha çok, köpeğin meziyetleri vardır. Her hayvanın ayrı ayrı meziyeti vardır. Atın ayrı meziyeti vardır. Diğer hayvanların sütünden, derisinden, etinden, hattâ gübresinden istifâde hâlindeyiz.

Diğer mahlûkâtın siluetlerinden, bir tavus kuşu olsun, bülbül olsun vs. olsun… İlâhî bir manzara, bir azamet manzarası.

Diğer hayvanlar, yılanlar, akrepler, çıyanlar vs… Bir ilâhî azâbı hatırlatıyor. Onun soğukluğu… Eli yok, kolu yok, herkes korkuyor ondan…

Velhâsıl demek ki ne yaratılmışsa Cenâb-ı Hak insan için yarattı. Onunla insan; eseri görecek müessiri hatırlayacak, sanatı görecek sanatkârı hatırlayacak, sebepten müsebbibe intikâl edecek. Kâmil bir mü’min olacak.

Zaten Efendim, evliyâullah buyuruyor ki:

Yemeğin bir edebi var, bir de râbıtası var.

Edebi nedir? İşte elimizi-ağzımızı yıkayacağız, geleceğiz besmeleyle başlayacağız, üçte birini midemizin boş bırakarak duâ edip kalkacağız.

Evet.

Fakat bir de râbıtası var derken, iki şartı var diyorlar râbıtasının. Bir; sofrada gördüğünüz her nîmet, size onu veren Mün‘im-i Hakîkî’yi hatırlatacak, bir.

Tabi.

İkincisi de size ikram edilen nîmetlere lâyık olmadığınızın ezikliğini duyarak yiyeceksiniz.

Yani Cenâb-ı Hakk’ın bize verdiği nîmetlere bakıp da sunulan/ikram edilen yemekleri beğenmemek bizim ne haddimize!

Allah korusun!

Bir tutam tuza bile belki liyâkatimiz yok. Bu aczi ve bu hiçliği duyarak yemek.

Tabi burada -sohbetimizin sonuna doğru geliyoruz- bir de Efendim, bu zekât, sadaka, fitre, bu mesele de çok önemli. Eskiden sosyal güvenliğin olmadığı zamanlarda Cenâb-ı Peygamber komşuyu komşuya zimmetlemiş. Ve insanlar birbirlerine zimmetli böyle bir hayat yaşamış.

Meselâ bizim memlekette bir komşumuz vardı, fakir. İki öküzü birden ölmüş gece, sabaha kadar. Ekim ayıydı. Ben çocuktum, hatırlıyorum. Dedem bizim mahalleliyi topladı. Hemen ertesi gün, Salı günü ona iki tane öküz alıp verdiler. Sosyal güvenlik bu esasında.

Hocam burada gördüğümüz nedir? Mahalle; fakirin, dulun, yetimin sigortasıydı.

Evet.

Üstleniyordu onu.

Evet.

Yani fakir-fukarâ, dul, zimmetliydi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vefat ederken de, Enes rivâyet ediyor;

Allah Rasûlü’nün -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sesi kısıldı, duyamaz hâle geldik. İki şey üzerinde çok duruyordu. “Namaz, namaz, namaz…” Cenâb-ı Hakk’a kulluk ve kendimizi kurtarma. İkincisi; ictimâî mes’ûliyetimiz: “Emrinizin altındakilerin hukukundan, Allah’tan korkun.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Kimler bunlar; dullar, yetimler, garipler, kimsesizler vs… Yani insan, lebâleb bir mes’ûliyetin içindeydi.

Demin buyurduğunuz gibi, daima insan Cenâb-ı Hakk’a bir teşekkür hâlinde yaşayacak.

Meselâ içtiğimiz bir bardak su… Cenâb-ı Hak Vâkıa Sûresi’nde buyuruyor ki:

“Ya onu Biz tuzlu olarak indirseydik, ne yapardınız? Bir düşün!” diyor. (Bkz. el-Vâkıa, 70)

Yine düşünelim:

O bir bardak su, kaç sefer dünyaya indi? Dünya’da hayvanın vücudundan, insanın vücudundan geçti. Tekrar onu Güneş buharlaştırdı. Tekrar semâya çıktı. Semâda tekrar temizlendi, filtreden geçti. Tekrar rahmet olarak indi. Tekrar Dünya’da kirlendi, tekrar çıktı.

Belki bir bardak suyun mâzisini yazmaya kalkılsa -mümkün değil- yerden göğe/semâya kadar kitap yazmak lâzım.

Her şey bunun gibi. Bir atomun içine bak: Proton, nötron, elektron. Onun içinde kuvarslar. Kuvarsların içinde neler var bilinmeyen?..

O ışıklar: Beta, alfa ışınları nasıl çıkıyor ve nasıl yayılıyor?

Velhâsıl her şey ilâhî azamet, ilâhî kudret tecellîleri altında. Kula düşen, dâimâ; “Sen yâ Rabbi!” diyecek. Kendine bir şey izâfe etmeyecek.

Rasûlullah Efendimiz’in çok zor zamanları oldu. Meselâ Hendek Harbi’nde. “Acaba Allâh’ın yardımı gelmeyecek mi?” diye endişeler başladı. O zaman Efendimiz:

لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ

“Esas hayat âhiret hayatıdır.” buyuruyor. (Buhârî, Rikāk, 1)

Yine Mekke Fethi’ne giderken, bir şımarma olmasın, Efendimiz’in sakalı devenin boynuna değiyordu. Orada Efendimiz; “لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ” Bir şımarma, bir taşma olmasın.

Yine Cenâb-ı Hak o fevç fevç insanlar İslâm’a girdi.

فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ buyuruyor. Yani hem; “Hamd ile zikret. Bir de istiğfâr et…” (en-Nasr, 3) Allah bu nîmeti verdi diye.

Demek ki kul, daima “ben” demeyecek, “Sen yâ Rabbi!” diyecek. Verdiği nîmetleri de tefekkürle kullanacak ve infâk edecek fazlasını. “قُلِ الْعَفْوَ” “fazlasını infak et” Cenâb-ı Hak buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 219)

Tabi burada inceliyor insan, zarifleşiyor. Ecdâdımızda bu çok var, nasıl incelikler var! Meselâ Bezm-i Âlem Vâlide Sultan, Şam’da inşâ ettiği bir vakıfta, iki madde var, çok mühim.

Biri; Şam’ın tatlı suyu Haremeyn’e taşınacak, atşân (susamış) olan hüccâca (hacılara) Şam’ın tatlı suyu içirilecek. Bir müslümana ferahlık vermek.

İkincisi çok daha ötede; müstahdemlerin yanlışlıkla/sehven kırdıkları eşyalar tazmin edilecek ki azarlanmayacak, bir kalbe bir diken batırılmayacak.

Çünkü kalp, nazargâh-ı ilâhîdir. Onun için İmam Rabbânî Hazretleri:

“Sakın diyor, kalbe dikkat et diyor. Kalp diyor, Allâh’ın komşusudur diyor. Çünkü bütün tecellîler kalptedir…” diyor.

İslâm ne güzel bir din!.. Cenâb-ı Hak idrâk etmeyi, yaşamayı ve yaşatmayı nasîb eylesin.

Âmîn!.. Yunus Emre’nin de şiiri var böyle Efendim:

Yunus Emre der hoca;

İstersen var bin hacca,

Hepisinden iyice,

Bir gönüle girmektir.

Evet.

Yani gönüller fâtihi olmak.

Tabi burada Ramazan’ın birinci, ilk 10’u, dedik ya, bu rahmet. Tabi biz, Cenâb-ı Hak’tan gelecek rahmet, Ramazan’ın bize getirdiği rahmetten öte, bir de bizden dışarıya taşacak rahmete bakmamız lâzım.

Tabi.

Fakirlere, âcizlere, güçsüzlere, öksüzlere, yetimlere, dullara, neyse… Ama bir ikinci 10 da, mağfiret. Bu mağfiret derken, yine zât-ı âlînizin ifade buyurduğu bu toplumsal sorumluluğu iliklerimize kadar hissetmek… Çünkü aynı zamanda mağfiret, yani kul hakları konusunda da hassasiyet gösterme ve bu konuda Allah’tan af dileme mânâsına da geliyor.

Evet.

Dolayısıyla ikinci hassasiyet, demek ki bu, toplumsal duyarlılığı, hattâ kendi ihtiyaçlarımızdan daha çok başkalarının ihtiyacını kendimize tercih. Îsar denilen, bezl denilen konu, bezl… Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Hocam baştan, bu, dört kademe. “اَلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ” buyruluyor. (Bkz. el-Meâric, 25; ez-Zâriyât, 19)

Sâil, hâlini arz eden. Onun durumuna göre vereceksin. Veren el olacaksın.

İkincisi, mahrum. Âyet-i kerîmede:

“…Onlar iffetleri dolayısıyla teaffüf sebebiyle hâllerini arz edemezler. Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (Bkz. el-Bakara, 273) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Demek ki kalbin incelecek, kalbin bir röntgen gibi olacak. Nasıl bir ışınla iç âlem gözüküyor, senin kalbin de karşısındakini tanıyacak senin kalbin. Onu şey yapacaksın; bulacaksın, arayacaksın.

Meselâ çok ibretli bir kıssa var. İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- îtikâftaydı. Yanına geldi bir mağmum, kederli birisi oturdu. Şöyle baktı sîmâsına:

“–Kardeş, senin bir kederin var dedi. Nedir derdin?” dedi.

“–Borçluyum dedi, ödeyemiyorum dedi. Tâkatimi aştı.” dedi.

“–Yardım edebilir miyim?” dedi.

“–Memnun olurum.” dedi.

Mescid-i Nebevî’den çıkarken, dedi ki o zât:

“–Üstad dedi, siz îtikâftaydınız dedi. Çıkıyorsunuz mescidden.” dedi.

İbn-i Abbas, Rasûlullah Efendimiz’in kabrine döndü:

“–Bak dedi, içimizden yeni ayrılan dedi, Fahr-i Kâinat Efendimiz’den duydum ki dedi; «Zarûretli bir müslümanı selâmete çıkartan, onu huzura kavuşturan, şu kadar, şu kadar itikâftan efdaldir.»” dedi. (Bkz. Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, Beyrut 1990, III, 424-425)

Bu nasıl insana bakış tarzı?!. Bugün bir dünyaya bakalım; nasıl dünya bir vahşet yaşıyor!.. Birçok İslâm ülkesi bir mâtem ülkesi oldu. Müslümanı müslümana vurduruyorlar. Güyâ medeniyet bu!..

Yani uygarlık, yalnız İslâm’da. Efendimiz’in harplerdeki tâlimâtı, Osman Gâzi’nin oğluna tâlimâtında; kadınlara dokunmayacaksın, hayvanlara dokunmayacaksın, ağaçlara dokunmayacaksın, ibadet hâlindekilere dokunmayacaksın, sana mukâvemet göstermeyene dokunmayacaksın…

Yani bugünkü dünya mı medenî, İslâm dünyası mı medenî?..

Fakat maalesef İslâm dünyasından haberimiz yok. İslâm’ın kültüründen haberimiz yok.

Garaudy buraya geldiği zaman onu söyledi:

“Ben yeni müslümanım dedi, fakat dedi, size esef ediyorum dedi, Ebû Hanife gibi âbide bir hukukçuyu siz tanımıyorsunuz dedi. O İslâm’ın güzelliklerini ben onun vâsıtasıyla anlatıyorum…” dedi.

Hocam velhâsıl, bir müslüman zarif olacak, ince ruhlu olacak, ecmel olacak, her hâli en güzel olacak.

Efendim, süremiz burada bitti. Allah râzı olsun.

Sizden de Allah râzı olsun.

Tabi burada Peygamber Efendimiz’in “raûf ve rahîm” tarafını anlatırken bazı müfessirler, o kadar merhametliydi ki Peygamber Efendimiz, kelebek kanadı gibi zarifti diyorlar.

Evet.

Zarâfette, merhamette, hassâsiyette…

Hocam vakit doldu ama, bir kelime bir şey ifade edeyim, bir tek cümle:

Efendimiz ashâb-ı kirâm ile beraber mihraba yaklaştılar, bir tebessümle yaklaştılar, mihrapta bir tükürük gördüler. Efendimiz’in birdenbire rengi sapsarı oldu. Bir müslümanın bunu yapmasından Rasûlullah Efendimiz utandı. Rengi sapsarı oldu. Ashâb-ı kirâm onu kapattı. Ondan sonra Efendimiz devam etti.

Bu nasıl bir hassasiyet, nasıl bir güzelliktir bu!.. Kendisini Rasûlullah Efendimiz ümmetinden mes’ûl görüyordu. Zaten Vedâ Hutbesi’nde de;

“Sakın sakın sakın, (günah işleyerek) benim yüzümü kara çıkartmayın Rabbimin karşısında.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Alvarlı Efe Hazretleri’nin bir ifadesi var: “Günaha dalıp da Rasûl-i Zîşân’ı incitme!” diye.

İnşâallah bu Ramazan, Peygamber Efendimiz’i de incitmeyelim, kimseyi incitmeyelim, hattâ hiçbir müslümandan da incinmeyelim. Ne incinelim, ne incitelim.

Tabi o çok büyük fazîlet.

Evet.

Buyurduğunuz çok doğru. Yani affedeceğiz ki affedilmeye lâyık hâle geleceğiz. Afüv sıfatı üzerimizde tecellî etsin.

Âmîn!

Onun için Enfâl Sûresi’nde; “…Aranızı düzeltin, eğer müslümansanız.” (Bkz. el-Enfâl, 1) buyuruyor Cenâb-ı Hak. “Ben haklıyım-haksızım” demeyeceksin.

Evet.

Bu benim kardeşimdir. Ben bunu affedeceğim ki Allah da beni affetsin.

Affetsin, evet.

Müslüman, bu idrâkin, bu inceliğin, bu zarâfetin içinde olacak inşâallah.

İnşâallah. Efendim, çok teşekkür ederiz.

Biz teşekkür ederiz.

Allah râzı olsun.

Allah inşâallah bütün İslâm dünyasına, ümmet-i Muhammed’e Ramazân-ı Şerîf’i mübârek eylesin.

Âmîn! Allah râzı olsun.

Değerli dinleyicilerimiz. Bu Ramazan ayının ilk sohbetini Üstâdımızla böylece tamamlamış bulunuyoruz. Rabbim bu Ramazan’ın feyzini üzerimizden eksik etmesin. İftar sevinci hep artarak devam etsin. Hepinize sevgi ve saygılar sunuyor, hayırlı Ramazanlar niyaz ediyoruz.