Osman Nûrî Topbaş Hocaefendi’nin Sohbeti

Osman Nûrî Topbaş Hocaefendi’nin sohbetini istifadenize sunuyoruz.

Osman Nûrî Topbaş Hocaefendi sohbetlerinde şöyle buyuruyor:

SON NEFES BİR SIRR-I İLÂHÎDİR

Cenâb-ı Hak, bekâ sıfatını bu âlemde yalnız kendisine tahsis buyurmuştur. Onun için onun yüce zâtından başka her varlık fânîdir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir…” (Rahmân, 26) buyurulmuştur. Bunun tecellîsi de: “Her can, ölümü tadacaktır.” (Enbiyâ, 35) beyânı üzere ölüm iledir. Bu itibarla bilhassa insanın her dâim bu gerçeği tefekkür ile yaşaması zarûrîdir. Bunun için bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.” (Kâf, 19)

İnsan ki, bu fânî dünyâya bir imtihan için gönderilmiştir. Dolayısıyla onun en büyük gâyesi, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanıp Dâru’s-selâm’a, yani selâm ve saâdet evi olan cennete nâil olmaya çalışmak olmalıdır. Bunun da yolu: “O gün ne mal fayda verir, ne evlâd!.. Ancak kalb-i selîm ile gelenler müstesnâ!..” (eş-Şuarâ, 88-89) hakîkatinin muhtevâsına girebilmektir.

Bu da, nefs terbiyesi ile mümkündür. Nefs terbiyesinin özü de, Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem’e tam teslimiyet, bağlılık ve itâattir. Yani yirmi üç senelik nebevî hayattan, daha doğrusu Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’in gönül iklîminden hisse alabilmektir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem’in kalbine indirmiştir. Dolayısıyla Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem’in bütün ibâdet, söz, davranış ve muâmelâtı, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri mâhiyetindedir. Bu hakîkatler çerçevesinde Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’in kalb âleminden lâyıkıyla nasip almak için, onu candan, maldan, ehl ü ıyâlden ve sâir her şeyden daha çok sevmek şarttır. Bu muhabbet kulu, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle yoğurur. Yani ona muhabbet, Allâh’a muhabbet, Allâh’a muhabbet de ona muhabbettir. İşte vuslat için gönlün, bu kıvâma ulaşması zarûrîdir.

Bütün bunlar, son nefese hazırlığın en güzel adımlarıdır. Nasıl ki bardağa düşen son damla, önceki damlalara göre iş görüp bardağın taşmasına sebep oluyorsa, daha önceki nefeslerimiz de böyledir. Yani son nefesimiz, evvelki nefeslerimize göre bir netice hâsıl eder. Onun için, son nefese hazırlık, şu an aldığımız nefesleri nasıl kullandığımıza bağlıdır.

Ömrünü Allah ve Rasûlullâh aşkı ile geçiren ve bu istikâmette amel-i sâlihlerle süsleyen has kullar, son demlerinde kelime-i şehâdet ile huzûr içerisinde göçerler. Yani Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’in şu müjdesine nâil olurlar:

“Bir kimse son nefeste (hâlisan) kelime-i tevhîd getirirse, cennete girer…” (Hâkim, Müstedrek, I, 503)

Yani bir ömür kelime-i tevhîd ikliminde yaşayanlar, son demde onunla Hakk’a yolculuk ederler. Çünkü onlar, vakitlice kelime-i tevhîddeki “lâ” ile bütün fânî, izâfî ve nefsânî takıntıları ve putları gönülden silip atmışlar ve “illâ” ile kalbe yalnız Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetini doldurmuşlardır.

Bilmelidir ki şu kâinât, kudret eliyle kurulmuş, binbir nakışla tezyîn edilmiş fânî bir ikâmetgâhtır. Kâinatta hiçbir şey gâyesiz yaratılmamıştır. İnsanoğlu için dünya hayatının gâyesi, âhiret saâdetini elde edebilmektir. Bu sebeple Rabbimiz, biz kullarını şöyle îkaz buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Allâh’a karşı, O’nun azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ üzere olun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

Her hayat sâhibinin başından mutlakâ geçecek olan ölüm, fânî hayâta büyük vedâ ânı ve her canlının şahsına münhasır yaşayacağı husûsî bir kıyâmettir.

Şunu unutmamalıdır ki, insanoğlu aslında her gece ve gündüz, farkında olarak veya olmaksızın, sayısız ölüm sebepleri ile karşı karşıyadır. Ölüm, insanı her an pusuda beklemektedir. Hazret-i Mevlânâ Mesnevî’sinde şöyle buyurur:

“Aslında her an, canının bir cüz’ü ölüm hâlindedir. Her an, can verme zamanıdır ve her an, ömrün tü­kenmektedir.”

Gerçekten her gün şu fânî hayattan bir gün daha uzaklaşırken kabre bir adım daha yaklaşmıyor muyuz? Her gün ömür takvimimizden bir sayfa kopmakta değil midir?

Hayatın sel misâli akışı karşısında insanın gâfil olmaması için yine Hazret-i Mevlânâ şu îkâzda bulunur:

“Ey insan! Aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki hâlini ve bir binânın günün birinde harâbe hâline geleceğini düşün de aynadaki yalana aldanma!”

Son nefesimiz, binbir hikmet çerçevesinde bir sırr-ı ilâhîdir. Yani istikbâlimize dâir bildiğimiz en kat’î gerçek olan ölüm vâkıasının, ne zaman gerçekleşeceği ilâhî takdîre bağlıdır. Hakîkaten insanoğlu ömrü boyunca sayısız kere ölümle yüz yüze gelmektedir. Yaşanan hastalıklar, beklenmeyen sürprizler, meydana gelen felâketler, hayatta her an mevcud olan, fakat insanın gaflet ve acziyeti sebebiyle çoğu kez habersiz olduğu nice hayatî tehlikeler, ölümle insan arasında ne ince bir perde bulunduğunu göstermiyor mu? O hâlde insanoğlu yukarıdaki âyet-i kerîmelerin muhtevâsına hergün sayısız defa dâhil olmakta ve bir bakıma âhirette verilmeyecek olan mühlet ve fırsatı, bu dünyâda tekrar tekrar almış olmaktadır. Buna rağmen insan, büyük bir teyakkuz içinde bulunması gerekirken, maalesef binbir gaflet içinde ömür takviminden yaprakların birer-ikişer düşüşünü, ekseriyetle hissiz bir şekilde seyrediyor. Tıpkı kayalar üzerinden boşa akıp giden yağmur damlaları gibi…

Aslında bizler, doğduğumuz günden beri her gün bir parça ölüyoruz, farkında olmadan her gün ölüme doğru yol almaktayız. Zaman şeridinden düşen her ânın bizi hakîkat sabahına yaklaştırmasını, âyet-i kerîme ne güzel ifâde eder:

“Kime uzun ömür verirsek, biz onun yaratılışını (gençliğini ve güzelliğini) bozar, beli bükük hâle getiririz. O kimseler bunu idrâk etmez mi? (Yolculuk ne tarafa?) (Yâsîn, 68)

Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’den önce yaşayıp da onun geleceğini haber veren Kus bin Sâide adlı sâlih kul, âdeta yukarıdaki âyet-i kerîmeyi îzâh sadedinde Ukaz Panayırı’nda yaptığı bir konuşmasında insana âid kudret akışlarını, bu fânî hayâtın mâcerâ ve manzarasını ne güzel sergiler:

“Ey insanlar!

Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz ve ibret alınız!

Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur. Yağmur yağar, otlar biter. Çocuklar doğar ve anaların, babaların yerlerini alır. Sonra hepsi de mahvolur gider. Vukûâtın ardı arkası kesilmez. Hepsi birbirini takip eder…”

Hepimiz, Hakk’ın bize verdiği sayılı nefesleri harcayarak, son nefesi verdiğimiz gün dünyâ ve içindeki bütün bağlantılarımızla ya vedâlaşarak ya da vedâlaşamadan ölümle buluşacağız. Fakat âşık-ı sâdıklar için bu buluşma, belki de ölüm değil, bir diriliş olacaktır. Bir şeb-i arûs olarak tahakkuk edecektir. Onun için:

“Ölmeden evvel ölünüz.” sırrına ermek gerekir.

Bu sırrı Hazret-i Mevlânâ şöyle ifâdelendirir:

“Dirilmek için ölünüz!..”

Nitekim Hazret-i Ali radıyallâhu anh’ın buyurduğu gibi:

“İnsanlar uykudadır. Ölümle uyanırlar…”

Bu itibarla nefsanî duygularımıza ve dünyevî isteklerimize mağlup olmayıp, asıl yaşayışın, hayvanî rûhla değil, bize Cenâb-ı Hak tarafından üfürülen ilâhî rûh ile olduğunu bilmelidir.

Dolayısıyla en fecî ölüm, Hak’tan gâfil olmak, onun rızâsını kaybetmektir… Onun için bir mü’min, nasıl yaşayıp nasıl ölmesi îcâb ettiğini idrâk etmeli ve îmândan ihsâna ulaşabilmenin eğitimini yapmalıdır. Zîrâ peygamberlerin dışında hiç kimsenin ne hâl üzere öleceği ve ne şekilde dirileceği hususunda bir teminâtı bulunmamaktadır. Hâl böyleyken, Yûsuf aleyhisselâm’ın Cenâb-ı Hakk’a:

“…Yâ Rabbî! Benim canımı Müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle.” (Yûsuf, 101) diye ilticâ etmesi, bizler için pek derin bir mânâ taşımaktadır.

Bu bakımdan her kul, havf ve recâ yani korku ve ümid duyguları arasında bir kalbî kıvâma sâhip olmak mecbûriyetindedir. Dolayısıyla bu hâlet-i rûhiyenin sağlayacağı teyakkuz ve rikkat-i kalbiye ile ömrünü dâimâ, son nefesini îmân ile verebilme endişesi ile geçirmelidir.

Âhiretteki hâlimizin ne olacağına dâir ilk ve net işâret, son nefesteki hâlimizde ortaya çıkmaktadır. Son nefesinde ebedî kurtuluşa erme mücâdelesi veren îmân kahramanları ve nâil oldukları mükâfâtlar, hidâyet rehberimiz olan Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere birer ibret levhası hâlinde sergilenmektedir:

Nitekim Firavun’un sihirbazları, Hazret-i Mûsâ’nın gösterdiği açık bir mûcize karşısında:

“–Âlemlerin Rabb’ine, Mûsâ ve Hârûn’un Rabb’ine îmân ettik!” diyerek derhâl secdeye kapanmış, îmân nîmetiyle şereflenmişlerdi.

Lâkin ahmak Firavun, öfkelenmiş ve sâhip olduğu saltanat ve gücüyle sanki vicdanlara da hükmedebilirmiş gibi onları tehdîd etmişti:

“–Ben size izin vermeden ona îmân ettiniz ha! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!” demişti.

Sihirbazlar ise büyük bir îmân vecdi içinde:

“–Senin zulmün bize bir zarar veremez! Senin zarârın dünyâya âiddir. Âhiret saâdeti ise, ebedîdir!” diyerek îmân celâdetiyle tavır koymuşlardı.

Ne ibretlidir ki bu çetin zulüm karşısında bile onlar, zulümden kurtulabilme derdine değil, son nefeste bir îmân zaafı göstermeksizin müslüman olarak can verebilmenin endişesine düşerek Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ ettiler:

“…Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al!” (A’raf, 126)

Nihâyet nâil oldukları hidâyetin bedelini, kol ve bacaklarının çapraz kesilmesi şeklinde ödeyerek şehîd ve velî olma şerefiyle Cenâb-ı Hakk’a kavuştular.

Zâlimler, Ashâb-ı Uhdûd’u, Allâh’a îmân etmelerini suç sayarak, içi ateş dolu hendeklere atıyorlardı. O sâdık mü’minler ise, bu zulme rağmen inançlarından vazgeçmediler ve dâvâları uğruna korkusuzca ölüme giderek îmânlarının bedelini Hak Teâlâ’ya vecd ile ödediler. Zîrâ Allah’tan hakkıyla korkanlar, başka hiçbir şey karşısında korku duymazlar.

Ashâb-ı Karye’den Habîb-i Neccâr, îmânı ve irşâdı dolayısıyla taşlanarak katledilmişti. Fakat bu dünyâya âit pancurların kapandığı son nefesinde, gideceği âleme âit pencereler açılıp nâil olacağı ilâhî lutuflar kendisine gösterilince o, kavminin gafletine acıyarak: “…Keşke kavmim bunu bilseydi!” (Yâsîn, 26) dedi. Zîrâ kendisine, fânî âlemdeki taşlanmasının karşılığında sonsuz bir saâdet bahşedilmişti.

Yine Îsevîliğin ilk yayıldığı dönemlerde Romalılar, Yunanlılar ve putperestlerle birleşip o günkü ehl-i îmânı arenalarda arslanlara parçalatıyorlardı. O mü’minlerse, arslanların dişleri arasında hayatta kalma değil, bilâkis îmânlarını kurtarma mücâdelesi veriyorlardı. Onlar bu ağır zulme sabredip Allah indindeki yüce mükâfâtı tercîh etmişlerdi…

Hiç şüphesiz bu güzel hâller, bir ömür Allah ile beraber olma şuurunda yaşayabilmenin lutufkâr neticesidir. Bu bakımdan Allah ile beraber olabilmek, kulluğun en yüce bir zirvesi ve zarûretidir.

Rivâyete nazaran bir vâiz kürsüde kıyâmet ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz, sohbetinin sonuna doğru Cenâb-ı Hakk’ın kabirde soracağı suallerden bahisle:

“İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını mülkünü nerede harcadın, sorulacak! İbâdetlerin ne durumda, sorulacak! Haram-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!.. Bunlar sorulacak; şunlar da sorulacak!..” diye uzun uzadıya birçok husus saydı.

Bu kadar teferruata rağmen meselenin özüne dikkatin çekilmemesi üzerine Şiblî Hazretleri, vâize seslendi:

“Ey vâiz efendi! Allah Teâlâ o kadar çok suâl sormaz. O sorar ki: Ey kulum! Ben seninleydim, sen kiminleydin!”

O hâlde en büyük düstur, Hak ile olabilmek ve nefesleri zâyî etmemek. Şu kelâm-ı kibârda bu hâl ne güzel ifade edilmiştir:

Zâyî olmuş, anladık;

Sensiz geçen sâatimiz…

Bu düstura davet sadedinde Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem, İbn-i Ömer radıyallâhu anhumâ’nın iki omuzunu tutmuş ve şöyle buyurmuştur:

“Dünyada sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol!..”

Bu hissiyatla İbn-i Ömer radıyallâhu anhumâ da, sohbetlerinde dâimâ şu nasihatte bulunurdu:

“Akşama ulaştığında sabahı gözetme, sabaha kavuştuğunda da akşamı bekleme. Sağlıklı anlarında hastalık zamanın için, hayatın boyunca da ölümün için tedbir al.” (Buhârî, Rikak 3)

Hayatın bir yaz yağmuru gibi akışını ifade eden bu cümleler, bizi gerçek hayata istikâmetlendirmektedir. Nitekim Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem, bunu bir duâsında şöyle ifade buyurur:

“Allâh’ım! Gerçek hayat sadece âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikak 1)

Bu sırrı en güzel bir şekilde idrâk eden ashâb-ı kirâmın hayatı, sayısız fazîlet, hikmet ve ibretlerle doludur:

Müşriklere esir düşüp öldürülmek üzere bulunan Hu­beyb’in şe­hîd edil­me­den ev­vel bir tek ar­zu­su, Haz­ret-i Pey­gam­be­r sallâllâhu aleyhi ve sellem’e mu­hab­bet dolu bir se­lâm gön­derebil­mekti… Göz­le­ri­ni mah­zun bir şe­kil­de se­mâ­ya kal­dır­dı ve:

“–Allahım! Bu­ra­da se­lâ­mı­mı Ra­sû­lul­lâh sallâllâhu aleyhi ve sellem’e ulaş­tı­ra­cak kim­se yok. O’na se­lâ­mı­mı Sen ulaş­tır!” diye ilticâ etti.

O sı­ra­da as­hâ­bıy­la Me­di­ne’de otur­mak­ta olan Allah Ra­sû­lü sallâllâhu aleyhi ve sellem:

“Onun üze­ri­ne de se­lâm ol­sun!” mânâsın­da: “ve aley­his­se­lâm” bu­yur­dular.

Bunu duyan as­hâb-ı ki­râm hay­ret­le:

“–Yâ Ra­sû­lallah! Ki­min se­lâ­mı­na kar­şı­lık ver­di­niz?” di­ye so­run­ca:

“–Kar­de­şi­niz Hu­beyb’in se­lâ­mı­na.” bu­yur­du. (Bu­hâ­rî, Me­gâ­zî, 10; Vâ­kı­dî, Me­gâ­zî, s. 280-281)

Ayrıca Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, Hazret-i Hubeyb’i “şehidlerin ulusu” diye tavsif etmiş ve: “O, cennette benim komşumdur!” buyurmuştur.

Bu aşk ve şevke bir başka misâl:

Uhud Harbi nihâyetinde Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, şehid ve yaralıların kontrol edilmesini emir buyurmuşlardı. Husûsiyle âkıbetini merâk ettiği bir sahâbî vardı: Sa’d bin Rebî radıyallâhu anh.

Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem, onu bulup ne durumda olduğunu öğrenmesi için ashâbından birini harb meydanına gönderdi. Sahâbî, Sa’d radıyallâhu anh’ı ne kadar aradıysa da bulamadı, ne kadar seslendiyse de cevap alamadı. Nihâyet son bir ümidle:

“–Ey Sa’d! Beni Rasûlullâh gönderdi. Allah Rasûlü, senin diriler arasında mı, yoksa şehidler arasında mı bulunduğunu kendisine haber vermemi emretti.” diye yaralı ve şehidlerin bulunduğu tarafa doğru seslendi.

O sırada son anlarını yaşayan ve cevap verecek mecâli kalmamış olan Sa’d radıyallâhu anh, kendisini Allah Rasûlü’nün merak ettiği haberini duyunca bütün gücünü toplayarak cılız bir inilti hâlinde:

“–Ben, artık ölüler arasındayım!” diyebildi.

Belli ki artık öteleri seyrediyordu…

Sahâbî, Sa’d radıyallâhu anh’ın yanına koştu. Onu, vücûdu kılıç darbeleriyle delik-deşik olmuş, âdetâ kalbura dönmüş bir vaziyette gördü. Ve ondan ancak kısık bir sesle, fısıltı hâlinde şu müthiş sözleri işitti:

“–Vallâhi, gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Peygamber Efendimizi düşmanlardan korumaz da, O’na bir musîbet erişmesine fırsat verirseniz, sizin için Allah katında ileri sürülebilecek hiçbir mâzeret yoktur!” (Bkz. İbn-i Abdilber, İstiâb, c. II, s. 590)

Sa’d bin Rebî radıyallâhu anh’ın, ümmete âdetâ bir vasiyet mâhiyetindeki bu sözleri, aynı zamanda fânî hayâta vedâ sözleri oldu.

Hazret-i Huzeyfe’nin anlattığı şu hâdise de, ashâbın son nefeste bile sergilediği ulvî ahlâk ve fazîleti aksettirmesi bakımından ne kadar câlib-i dikkattir:

Yermuk Muhârebesi’nde idik. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan Müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de bin bir güçlükle kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihâyet aradığımı buldum. Fakat ne çâre, bir kan gölü içinde yatan amcamın oğlu, göz işâretleriyle dahî zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek:

“–Su istiyor musun?” dedim.

Belli ki istiyordu, çünkü dudakları harâretten âdetâ kavrulmuştu. Fakat cevap verecek mecâli yoktu. Sanki göz işâreti ile de muzdarip hâlini îmâ ediyordu.

Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken biraz ötedeki yaralıların arasından İkrime’nin sesi duyuldu:

“–Su! Su!.. Ne olur bir tek damla olsun su!..”

Amcamın oğlu Hâris, bu feryâdı duyar duymaz, kendisinden vazgeçerek göz ve kaş işâretiyle suyu hemen İkrime’ye götürmemi istedi.

Kızgın kumların üzerinde yatan şehidlerin aralarından koşa koşa İkrime’ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime elini kırbaya uzatırken Iyaş’ın iniltisi duyuldu:

“–Ne olur bir damla su verin! Allah rızâsı için bir damla su!..”

Bu feryâdı duyan İkrime, elini hemen geri çekerek suyu Iyaş’a götürmemi işâret etti. Hâris gibi o da içmedi.

Ben kırbayı alarak şehidlerin arasında dolaşa dolaşa Iyaş’a yetiştiğim zaman kendisinin son sözlerini işitiyordum. Diyordu ki:

“–İlâhî! Îmân dâvâsı uğruna canımızı fedâ etmekten aslâ çekinmedik. Artık bizden şehâdet rütbesini esirgeme. Hatâlarımızı affeyle!”

Belli ki, Iyaş artık şehâdet şerbetini içiyordu. Benim getirdiğim suyu gördü, fakat vakit kalmamıştı… Başladığı kelime-i şehâdeti ancak bitirebildi.

Derhâl geri döndüm, koşa koşa İkrime’nin yanına geldim; kırbayı uzatırken bir de ne göreyim; İkrime de şehid olmuş!

Bâri amcamın oğlu Hâris’e yetişeyim dedim.

Koşa koşa ona geldim. Ne çâre ki, o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula rûhunu teslîm eylemişti… Ne yazık ki kırba, dolu olarak üç şehidin ortasında kaldı. (Bkz. Hâkim, Müstedrek, III, 270)

Huzeyfe radıyallâhu anh o andaki hâlet-i rûhiyesini şöyle anlatır:

“–Hayatımda birçok hâdiseyle karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırıp heyecanlandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde, bunların birbirlerine karşı bu derecedeki diğergâm, fedâkâr ve şefkatli hâlleri, yani son nefeslerini de hayatlarındaki gibi fazîlet içerisinde vermeleri ve “ancak müslüman olarak ölünüz” âyet-i kerîmesinin şuuru ile hayâta vedâ edebilmeleri, gıpta ile seyredip hayran olduğum en büyük îmân celâdeti olarak hâfızamda derin izler bıraktı…”

Cenâb-ı Hak, cümlemizin son nefeslerini hüsn-i hâtime ile neticelendirsin. Bu fânî dünyâdaki son nefesimizi, ebedî vuslatımızın ilk nefesi eylesin!

Âmîn!

Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

OSMAN NURİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ KİMDİR?

Osman Nuri Topbaş Hocaefendi Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.