'osmanlı' Ne Anlama Geliyor?

TARİHİMİZ

Bizler, ecdâdımızın inşâ ettiği fazîletler medeniyetinin ve rahmet toplumunun bugünkü devamı ve temsilcileriyiz. Her medeniyet, kendi insan tipini meydana getirir. Bizim vazifemiz de, ecdâdımız gibi; elinden, dilinden, hâlinden, kālinden bütün mahlûkâtın istifâde ettiği bir “rahmet insanı” olmaktır.

Zarif, nâzik, güzel ve duygu derinliğine sahip insanlar yetiştirmek sûretiyle huzurlu bir toplum ortamı meydana getirmek, yüce dînimiz İslâm’ın aslî gâyelerinden biridir. Bu olgunlaşma ise, ancak emsalsiz örnek şahsiyet Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rûhânî dokusundan nasip alabilmekle mümkündür.

Tarihte bilhassa ecdâdımızın, Peygamber Efendimiz’in rûhânî dokusundan feyizyâb olarak zarâfet ve nezâket husûsunda kaydettikleri seviye, hiçbir millete nasîb olmamış derecede yücedir. Onların muâşeret âdâbı, misli görülmemiş bir mükemmellik ve incelik arz eder.

OSMANLI TOPLUMUNUN DEVAMI

Bu toplum, hiçbir millet ve mezhep ayrımı yapmaksızın mü’minleri kardeşi, gayr-i müslimleri ise insanlıktaki bir eşi olarak kabul etmiştir. Bütün insanlığa karşı müstesnâ bir nezâket ve zarâfet güzelliğiyle davranmış, İslâm’ın güler yüzünü sergilemiştir. Onların bu nezâket ve ince davranışları pek çok hidâyetlere vesile olmuştur. Nitekim Boşnaklar’ın ve Arnavutlar’ın hidayet bulmaları, mübârek ecdâdımızın gönüllerine nakşolmuş olan İslâm’ın rûhânî dokusunu, hâl ve davranışlarına da güzelce aksettirmelerinin bir bereketidir. Bundan dolayı “Osmanlı” demek, “imrenilecek derecede yüksek bir edep, nezâket ve zarâfet timsâli kimse” demektir.

Bu vesîleyle şunu da ifâde etmeliyiz ki, İslâm’ın güzel bir sûrette anlaşılıp tatbik edildiği Osmanlı cemiyetinde, insanların olgunluğunu ve birbirlerine hayal ötesi bir nezâket, zarâfet, merhamet ve tesânüd (dayanışma) hissiyle nasıl kenetlendiklerini anlayabilmek için, vakfiyelerin muhtevâlarına göz atmak bile kâfîdir. Onların derin düşünce ve hassâsiyetlerinin tezâhürü olan vakfiye muhtevâları ve buna dâir tatbikât, medeniyetimizin yüz akı keyfiyetleridir.

Düşününüz ki, bir evde hasta bulunduğu takdirde o evin penceresine kırmızı bir çiçek konur, satıcılar ve hattâ mahallenin çocukları bile oradan sükûnetle geçmek gerektiğini bu şekilde anlar ve hastayı rahatsız edecek davranışlardan kaçınırlardı.

Nezâket ve zarâfet bir müslümanın tabiat-ı asliyesi ve güzelliğidir. Bundan dolayı İslâm, en güzel nezâket ve zarâfetle yaşanır.

ECDADIMIZDAN ZERAFET VE NEZAKET MİSALLERİ

Ecdâdımız ömürleri boyunca bu hâlin idrâkiyle yaşamış ve günümüze pek çok zarâfet ve nezâket misalleri bırakmışlardır. Kısaca ifâde etmek gerekirse onlardan birkaçı şöyledir:

Ecdâdımızın yaptıkları imâret, kervansaray ve misâfirhânelerde, gelen yolcuların önüne, onun kim olduğuna bakılmaksızın yemek konulur, bütün yolcular, buralarda üç gün kalabilirdi. Giderken de şayet ayakkabıları eskiyse yenisi verilirdi.

Zenginler, hapishâneleri dolaşıp borcunu ödeyemediği için hapsedilmiş olanları kurtarırlardı.

Yine varlıklı mü’minler, bilhassa Ramazân-ı şeriflerde bakkalları gezip borç defterinden herhangi bir yaprağı açtırır, borcun sahibini bilmeksizin hesâbı öder, tıpkı sadaka taşlarında olduğu gibi, veren alanı, alan vereni görmeden, sırf rızâ-yı ilâhî için hârikulâde bir din kardeşliği yaşanırdı.

VAKIF MEDENİYETİ TOPLUMU

Ecdâdımız, yüksek hayâ ve vakârından dolayı başkalarına ihtiyacını arz edemeyen yaşlı ve kimsesiz hanımların onurunu korumak için de vakıflar kurmuştur. Bu ihtiyar hanımlara, temizlenmiş, yıkanmış, taranmış yün temin etmiş, onların eğirip iplik hâline getirdikleri bu yünleri, dolgun ücretlerle onlardan geri alarak bu yaşlı hanımlara ellerinin emeğiyle geçinme imkânı sağlamışlardır. Böylece onları bu şekilde onure ederek izzet ve haysiyetlerini korumuşlardır.

Yine ecdâdımız, akıl hastalarına bile nâzik bir ifâde kullanarak “muhterem âcizler” diye hitâb etmiş, toplumdan dışlanan cüzzamlılara merhamet elini uzatarak onlara “miskinler tekkesi” adı altında barınacakları husûsî mekânlar hazırlamışlardır.

Muhtaçlara dağıtılacak yemekleri, onların gönüllerini incitmemek için kapalı kaplarla gece karanlığında tevzî etmişlerdir.

Bîçâreleri, fakirleri, dulları ve yetimleri bir ibâdet vecdiyle muhâfaza etmiş ve onların izzet ve haysiyetlerini korumak için âzamî bir dikkat, nezâket ve gayret göstermişlerdir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Genç Dergisi, 35. Sayı, Ağustos 2009