Osmanlı Sultanları Ramazan Ayını Nasıl Geçirirlerdi?
Osmanlı sultanları Ramazan ayını nasıl geçirirlerdi? Ayların sultanında Osmanlı sultanları...
Osmanlı Sultanları, gece gündüz devlet işleriyle uğraşan insanlardı. Ancak onlar da nihayetinde bir kuldu. Kendilerine has bir manevi dünyaları vardı. İbadetlerinde titiz, dinî konularda incelik sahibiydiler. Hususen üç aylar geldiğinde alışılageldik hayatlarını terk ederek farklı bir tempoya girerlerdi. Nasıl ki bütün ümmet büyük bir heyecanla on bir ayın sultanı Ramazan-ı şerîfi bekliyorsa Osmanlı sultanları da öyle bir heyecan ve iştiyak ile mübarek ayları beklerdi.
Başı rahmet, ortası mağfiret ve sonu biiznillah cehennemden azad olmak lütfuna nail olunan Ramazan ayının manevi iklimine padişahlar da büyük bir sürur ve neşe ile girerdi. Manevi terbiyeye ayrı bir ehemmiyet verilir, Ramazan’a has ibadetler büyük bir ihtimam ile ve mümkün mertebe cemaat ile ibadetler eda edilirdi. Vakitlerinin çoğunu dinî ve ilmî konulara sarf eden Sultanlar, Hak Teâlâ’ya kulluk etmenin zevkini derinden idrak etmeye çalışırdı.
AYLARIN SULTANINDA OSMANLI SULTANLARI
Her padişahın kendine has bir Ramazan adeti olduğu gibi hepsinin adet edindiği hususlar da vardı. Mesela I. Ahmed (1603-1617), Ramazan ayının son on gününde Sultanahmed Camii’nde itikafa girerdi. İtikafa girme sebebini ise Bahtî mahlasıyla yazdığı şiirlerinden birinde letafetle dile getirmiştir:
Dil hânesi pür-nûr olur
Envâr-ı zikrullah ile
İklîm-i ten ma'mur olur
Mi'mâr-ı zikrullah ile.
***
Zikr eyle Hakk'ı her nefes
Allah bes bâkî heves
Bes gayriden ümmîdi kes
Tekrâr-ı zikrullah ile
Sultanlar Ramazan ayında şahsî ibadetlerine ayrı bir ehemmiyet gösterdiği, gündüz saim gece kaim olmaya gayret ettiği gibi saray ahalisini ve hatta ulema ve ricali de bu manevi iklime davet ederdi. Mukaddes günlerde mutlaka bir program tertiplenirdi. Kandil gecelerini ele alalım, elektriğin olmadığı ve gökyüzündeki yıldızların bütün haşmetiyle parlayarak azamet-i ilahiyeyi fâş eylediği bir dönemde İstanbul’daki camilerin minareleri kandiller ile süslenirdi. Zaten bu gecelere kandil gecesi denmesinin esbâb-ı mucibesi de buydu. İşte minareleri tezyin eden bu kandiller etrafı pür-nur eder ve sanki yıldızları semadan yeryüzüne indirmiş gibi etrafı cünbüşe çevirirdi.
Padişahlar, mübarek gün ve gecelerde kandil ve mahyalar ile İstanbul’u tenvir ediyor (aydınlatıyor) ancak gönül kandillerini yakmayı ve tutuşturmayı da ihmal etmiyordu. Ramazan ayının 27. Gecesi bin aydan hayırlı Kadir Gecesi olduğundan selatin camilerinden birinde, çoğu vakit de alay ile gidilerek Ayasofya Camii-i Şerîfi’nde teravih namazı kılınıp vaaz edilir, hususen davet edilen tarikat şeyhleri bir araya getirilir, şeyhlerden biri kendi tarikat ayinini icra ederdi. Bu gece davet edilen tarikatler Nakşibendî, Bayramîye, Rıfaî, Sa‘dîye, Kadirîye ve Gülşenî tarikleri gibi makbul ve muteber tarikatlerdi.
Her kandilin kendine has bir kutlaması olurdu. Miraç gecesini medhetmek için kaleme alınan manzum (şiir şeklinde kaleme alınan) eserlere Miraciye denirdi. Miraç kandillerinde Miraciye okunur ve peşine dua edilirdi. Ardından Hırka-i Saadet Odası’na gidilir, bazen yatsı namazı padişah ve maiyyetindekiler ile beraber burada eda edilirdi. Berat kandilinde o gün davet edilen bir şeyh efendi müridleri ile birlikte tevhid çekip zikreder, okunan dua ve hatm-i şerîf tilavetinden sonra yine Hırka-i Saadet’e gidilirdi. Gecenin sonunda padişahlar tarafından şeyh efendi ve müridlerine hediye ve ihsanlar verilir, fevre denilen kürk ile kaplanmış elbise giydirilirdi.
Mevlid Kandili de aynı ihtimam ile değerlendirilirdi. Mesela 1805 yılında Çırağan Sarayı’nda ayine katılan Sultan III. Selim (1789-1807), Nakşibendi dervişlerinin zikir ve duasının ardından okunan Mevlid’i dinler, Mevlevî ayinini temaşa ederdi. Mevlid kandillerinde öğle namazını müteakip Sultanahmed Camii’nde Mevlid okunması da adettendi. Misalen IV. Mustafa Topkapı Sarayı’nın Kuşahane’sinden alay ile Sultanahmed Camii’ne giderek öğle namazını eda etmiş ve Mevlid okutmuştu.
Padişahlar bazı gecelerde de Topkapı Sarayı’nın müştemilatından olan Ağalar Camii’ne giderdi. Mesela II. Mahmud (1808-1839) 1808’de Regaib Kandili’ni burada idrak etmiş Eyüb Türbedârı Celal Bey’in icra ettiği hatm-i hâcenin ardından Şeyh Efendiye sincap kürk giydirilmiş, müritlerine de çeşitli ihsanlarda bulunulmuştu.
Ramazan ayı, kendine has ibadetleri olan mümtaz bir ay olduğu gibi kendine has adetleri de vardı. Padişahlar bu ayda huzuruna topladığı alimlerle “Huzur Dersleri” denen dinî sohbetlerde bulunurdu. Sultan III. Mustafa (1757-1774) tarafından 1759 yılı Ramazan ayında başlatılan bu gelenek 17 Nisan 1923 yılına kadar aralıksız devam ettirilmiştir. Ramazan ayı boyunca tertip edilen ve devrin mühim ilim adamlarının davet edildiği bu dersler padişahın huzurunda yapıldığı için huzur dersleri adını almıştı. Genellikle öğle namazından sonra yapılan derslerde Kadı Beyzavî Tefsiri takip edilirdi.
Padişahlar Ramazan boyunca sık sık tebdile çıkar yani şehri dolaşırdı. Bu sırada selatin camilerine uğrar vakit namazlarını buralarda eda ederdi. Teravih namazlarına ise yine alay ile gidilir, Ayasofya, Sultanahmed, Selimiye, Bayezid, Yeni Camii ve Süleymaniye vesair selatin camilerinde cemaat ile teravih kılınırdı. Sultanlar, Ramazan bitmeden mutlaka vefat etmiş olan baba ve annelerinin türbesini de ziyaret ederek dualar eder oradaki ahaliye para dağıtırdı.
Ramazan ayının on beşinci günü kadim bir adet olarak Hırka-i Şerîf ziyaret edilirdi. Bu ziyarete ulema, vüzera ve vükela başta olmak üzere saray ağaları da iştirak eder burada kılınan öğle veya ikindi namazının ardından Hırka-i Şerîf açılarak gözler ve gönüller şâdân olurdu. Yine padişahlar Ramazan ayında mutlaka mihmandar-ı Rasûlullah olan ve İstanbul’un manevi sultanı hükmündeki Eyüb Sultan Hazretleri’nin türbe-i şerîfini ziyaret eder ve vakit namazını orada cemaatle birlikte eda ederdi. Burası ahali için de Ramazan aylarında uğrak bir mekandı. Peygamber Efendimiz’e ev sahipliği yapmış olan ve sahabe-i kirâmın mümtaz şahsiyetleri arasında yer alan Eyüb Sultan Hazretleri İstanbul ahalisi için Allah’ın bir nimetiydi. Bu gün Eyüb Camii’nin içinde yer alan ve hat sanatının müthiş bir numunesi olarak kaleme alınan bir beyit bu sevginin en açık alameti olarak camiyi tezyin etmektedir:
“Yetişmez mi bu şehrin halkına bu ni‘met-i Bârî,
Habîb-i Ekrem’in yâri Ebâ Eyyûb el-Ensârî”
Kaynak: Enes Karadeniz, Altınoluk Dergisi, Sayı: 457
YORUMLAR