Osmanlı Toplumunun Eşsiz Zerafeti
Osmanlı toplumu, Pâdişâhından sıradan bir ferdine kadar, büyük bir tasavvuf mektebinde yetişti. Halk ile beraber bütün sultanlar, Edebali silsilesinden feyz aldı. Bütün gönüller, sanki bir rahmet dergâhı hâline geldi. Toplumu vakıflarla âdeta bir ağ gibi ördü. Sarılmadık yara bırakmadı. İnsanın problemini çözdükten başka, hayvanâta ve nebâtâta dahî hizmet eden vakıflar kurdu.
Fatih Sultan Mehmed Han, şehidlerin âilelerine ve İstanbul fukarâsına, havanın loş karanlığında, kimseler görmeden, kapalı kaplar içerisinde yemek gönderilmesini, vakfiyesinin bir şartı kılmıştı.
Mahalle; fakirin, dulun, yetimin âdeta teminâtıydı. Zengin-fakir, bir arada huzurla yaşardı. Şimdiki gibi zenginler ayrı sitelerde, fakirler varoşlarda değildi.
Şu hâdise, bunun muhteşem bir misâlidir:
Sultan 3. Mustafa bir Ramazan akşamı Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi konağına iftara gider. Söz esnâsında:
“–Efendi, arada bir size gelmek isterim amma, konağınız pek uzak yerde!” der.
Mehmed Emin Efendi ise:
“–Sultânım! Sâyenizde yakın yerlerde bir ev tedâriki mümkündür, lâkin gördüğünüz gibi şu civar hânelerinin hiçbirinde mutfak yoktur.” cevâbını verir.
Bu söz Padişah’ın tuhafına gider:
“–Acâyip, bu evlerde yemek pişirmezler mi?” diye sorar.
Şeyhülislâm: “–Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” der. [1]
Şunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım ki, biz de ecdâdımızın inşâ ettiği o fazîletler medeniyetinin ve rahmet toplumunun bugünkü devamıyız. Her medeniyet, kendi insan tipini meydana getirir. Bizim vazifemiz de, ecdâdımız gibi; elinden, dilinden, hâlinden ve kâlinden bütün mahlûkâtın müstefîd olduğu bir “rahmet insanı” olmaktır.
SURİYELİ MUHÂCİRLER TÜRKİYELİ ENSÂR'A ZİMMETLİDİR
Bizler bugün, o şanlı ecdâdın torunları olarak büyük bir mes’ûliyetle karşı karşıyayız: Sûriye’de senelerdir yaşanan zulüm ve katliâm, ülkemize milyonlarca mü’min kardeşimizin hicret etmesine sebep oldu. Dün nasıl Mekkeli Muhâcirler Medîneli Ensâr’a emânet idiyse; bugün de Sûriyeli Muhâcirler, Anadolulu/Türkiyeli Ensâr’a zimmetlidir. Onların maddî-mânevî ihtiyaçlarını görüp gözetmek, en mühimi de onlara yalnız olmadıklarını hissettirmek, bilhassa bu mübârek günlerde bizim boynumuzun borcudur.
Unutmayalım ki fakr u zarûret içinde kıvranan bütün muhtaçların gözlerinde, en çok Ramazan’ın teşrîfiyle ümit ışığı parlar. Zira zekât, fitre ve sadaka gibi mâlî ibadetler, tebessümü unutmuş nice yüzleri, bilhassa bu ayda sürûra kavuşturur.
MÂNEVÎ KAMP AYI
Rahmet Peygamberi Efendimiz (s.a.), sâlih amellerin diğer zamanlara göre çok daha fazîletli olduğu Ramazan’da, bütün ibadet ve hayırlarını artırırdı. İbn-i Abbas (r.anhüma) şöyle der:
“Rasûlullah (s.a.) insanların en cömerdi idi. O’nun en cömert olduğu zamanlar da Ramazan’da Cebrâil (a.s.)’ın, kendisiyle buluştuğu vakitlerdi. Cebrâil (a.s.), Ramazan’ın her gecesinde Peygamber Efendimiz’le buluşur, (karşılıklı) Kur’ân okurlardı. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.) Cebrâil ile buluştuğunda, hiçbir engel tanımadan esen rahmet rüzgârlarından daha cömert davranırdı.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 5, 6, Savm 7)
Dolayısıyla ümmet-i Muhammed olarak bizler de, Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’in bu aydaki infak heyecanını, imkânımız ölçüsünde yaşamaya gayret etmeliyiz. “Malda, zekâttan başka da hak vardır.” [2] hakîkati mûcibince, maldan cömertliğin asgarî ölçüsü olan zekâtların dışında da infâk etmeyi, bu ayda müstesnâ bir fırsat bilmeliyiz. Bu rahmet ikliminden lâyıkıyla istifâde edebilmek için, her zamankinden daha fazla bir gayret içine girmeliyiz.
Nasıl ki sporcular, bir final müsâbakası öncesinde kamplara çekilir, ihtilâttan men kararı alır, bütün dikkat ve gayretlerini, çıkacakları müsâbakaya teksif ederlerse; bir mü’min de Ramazân-ı Şerîf’in içinde barındırdığı büyük rahmetten lâyıkıyla istifâde edebilmek için, mânevî gayretlerini olabildiğince artırmalıdır.
Dipnotlar: 1) Süheyl Ünver, Bir Ramazan Binbir İstanbul, s. 64 2) Tirmizî, Zekât, 27/659-660. Ayrıca bkz. Bakara 2/177
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Sayı: 364