Osmanlı’da Gaza ve Cihat Anlayışı Nasıldı?
İslam’ın cihada verdiği önem nedir? Osmanlı cihadı nasıl anlardı? Osmanlı’da gaza ve cihat anlayışına örnekler...
Hak Teâlâ yüce katından bizlere Kuran-ı Kerim'i hidayet rehberi olarak inzal buyurmuş, Peygamber-i zîşân efendimiz hazretleri de bu ayetleri kâmil bir surette tebliğ ve tefsir etmiştir. Nübüvvetin en mühim bir veçhesini teşkil eden bu tebliğ faaliyeti sözden ibaret kalmamış, kâinatın gözbebeği olan Efendimiz tarafından amele dökülerek bir hayat tarzına büründürülmüştür. Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde beyan edilen cümle hakikatler, nihayetsiz bir kaynak teşkil ettiğinden, onu kâmilen ihata etmek biz kullar için mümkün değildir. Noksanlıkla muttasıf olan âdemoğlu yalnızca kendi kâbı ve istiâbınca bu sonsuz kaynaktan hissedâr olabilir.
Öyle ya insanın ilimden, hikmetten, (ilahî) aşktan ve hakayık-ı eşyadan behre-mend oluşu yalnızca izafet yönüyledir. Hakikatte ilmin de irfanın da sahib-i hakikisi Allah azze ve celledir. Bilcümle esmâ-yı ilâhiye ve ezcümle bütün evsaf-ı hamide Hakk Teâlâ’ya râcidir. İnsanların bu nevi esmâ ile tesmiye edilmesi, evsaf ile tavsif olunması itibarîdir. Zira kul, hakikatte ilim ve hikmete sahip değil ancak ve ancak (biiznillah) mazhar olabilir.
Bu sözleri söylemekten muradımız, cihad gibi İslâm'ın en temel mefhumlarından birinin idrak ve ifasının ancak ve ancak bir kulun istidad ve kabiliyeti miktarınca olduğunu ispat ve ifade etmektir. Zira cihad, mânâ ve mefhum olarak çok arîz ve amîk (geniş ve derin) bir mahiyet arz eder. Haliyle her fert ondan kendi aklının kestiği ve sırrının eriştiği kadar hissemend olabilir. Bu durum tek tek cemiyetin her ferdi için câri olduğu gibi, bir bütün olarak fertlerden müteşekkil olan cemiyetlerin kuvve-i mâneviyeleri için de câridir. Her toplum cihadı kendi nasibi, feraseti ve kabiliyetince anlar ve tatbik eder.
İSLAM’IN CİHADA VERDİĞİ ÖNEM
Cihad, Kur’ân-ı Kerîm’de isim olarak dört, bundan türeyen fiil şeklinde yirmi dört yerde geçmektedir. “Cihad eden” anlamındaki mücahid ise iki âyette zikredilmiştir. Yalnızca bu durum Hak Teâlâ’nın cihad ve onunla alakalı hususlara verdiği ehemmiyeti isbata kâfidir.
Kolaylıkla ifade edebiliriz ki cihadı Asr-ı Saadet'teki Müslümanlardan sonra en iyi anlayan ve tatbik eden millet Türk milleti ve bilhassa Selçuklu Devleti ve Osmanlı Devleti olmuştur. Ecdadımızın cihad farizasını nasıl anladığını ve onu bir hayat tarzı olarak düstur edindiğini anlamak için birkaç misal vermek kâfidir.
OSMANLI’DA CİHAT VE GAZA ANLAYIŞI NASILDI?
Evvela belirtmek gerekir ki “harp” ve “kıtal” gibi kavramlar “cihad” ile bazı veçhelerden benzerlik taşımakla beraber tamamen aynı anlama gelmez. Harp ve kıtal haklı bir sebebe binaen vuku bulmuş olabileceği gibi haksız yere de meydana gelebilir. Ancak cihad sadece İslâm’ın meşru kabul ettiği savaş için kullanılır. Benzer bir durum gazâ için de geçerlidir. Bu durum Osmanlı Devleti ile değişmiş ve Osmanlılar gazâ ile cihadı eşanlamı olarak kullanmışlardır. Öyle ki Osmanlı padişahları Sultan Abdülhamid’e kadar halife yerine “Gâzi” ünvanını kullanırdı. Bunun sebebi Osmanlı’da gazâ ile cihadın aynı manaya gelmesiydi. Bu izan Osmanlı’nın kuruluşunda dahi mevcut olup ilk Osmanlı padişahı Osman Gazi bir şiirinde;
“Matlâbımız din-i Hüda’dır bizim
Mesleğimiz râh-ı Hüda’dır bizim
Yoksa kuru mihnet ve kavga değil
Şah-ı cihan olmaya dava değil…”
diyerek Allah yolunda gaza etmeyi meslek edindiğini ifade etmiştir.
Osmanlı’dan önce ise gazâ tıpkı harp ve kıtal tabiri gibi hem meşru hem de gayr-i meşru harpleri ifade eden umumî bir mefhum idi. Osmanlı’da ise gaza ile cihad aynı anlama gelerek, gazânın meşru harp şeklindeki müsbet anlamına sabitlenmiştir. Öyle ki Yavuz Sultan Selim, Hıristiyan Balkan devletlerine karşı cihad etmekten kendisini alıkoyan devletlerle savaşmayı dahî gazâ olarak tanımlamıştır:
“Mâni-i gazâ ile gazâ, cihad-ı ekberdir.” Yani gazâ etmeye mâni olan şeyle gazâ etmek en büyük cihaddır. Yavuz’un bu tavrı onun cihada bakışını ortaya koymaktadır. O bir başka sözünde “Bizim muradımız ilâ-yı kelimetullah ve ihya-yı sünnet-i Resulullah’tır.” diyerek Osmanlı’nın en temel gaye ve vazifesinin sünnet-i seniyyenin ihyası yani doğru dinin yerleştirilmesi, dinin yozlaştırılmasının önüne geçilmesi gibi hususlar olduğunu ifade ediyordu.
Yavuz Sultan Selim Han’daki bu anlayış hiç şüphesiz dedesi Fatih Sultan Mehmed Han’dan tevarüs etmişti. Bunu Trabzon’u fethi sırasında yaşanan şu hadise ne güzel ifade eder:
Fatih ordusuyla birlikte sarp kayalıklar ve yüksek dağları ve Zigana geçidini aşmakla uğraşıyordu. Kemalpaşazâde’nin nakliyle atların bile zor yürüdüğü bu geçitte “Padişah uzun müddet atından inip yaya yürümek mecburiyetinde kalmıştı. Padişah’ın çehresinde hâsıl olan ter katreleri mübarek burunları ucundan sakalından nisan yağmuru gibi zemine dökülürdü.” Padişahın bu halini gören Uzun Hasan’ın validesi Sara Hatun “Oğul! Senin gibi, nice beyleri kapısında ırgat diye kullanan bir padişahın kuş tüyü yataklarda yatması lazım gelirken bir Trabzon kalesi için bunca sıkıntı ve meşakkat çekmesine değer mi? Burasını da gelinime bağışlasan olmaz mı?” demesi üzerine “Hey Ana! Sen bu eziyet ve meşakkati Trabzon Kalesi için mi çeker(iz) zannedersin? Bizim elimizde tuttuğumuz kılıç İslâm kılıcıdır. Bu gayret ve çalışmalar da din yolunadır. Bu yolda eza ve cefayı çekmezsek bize gâzi demek yalan olmaz mı? Allah’ın rızasını ve cihad sevabını kazanmak yolunda bu sıkıntılardan daha çoğunu da çeksek yine azdır!” demiştir.
Cihad, Allah ve Resulünün rızası doğrultusunda İslâm’ı yaşama ve yaşatma (görünen ve görünmeyen düşmana karşı) çabasıdır. Görünen düşmandan murat, silahlı düşman ordularıdır. Görünmeyen düşman ise şeytan ve nefistir. Ulema, görünen düşmanla yani ordularla savaşmayı Müslümanlar üzerine farz-ı kifaye, görünmeyen düşman yani şeytan ve nefis ile savaşmayı ise her bir müslüman için farz-ı ayn olarak kabul etmiştir. “Mücahid nefsiyle cihad edendir.”; “Mümin kılıcı ve diliyle cihad eder”; “Müşriklere karşı mallarınız nefisleriniz ve dilinizle cihad edin.” şeklindeki hadis-i şerifler İslâm alimlerinin bu hususta istinad ettiği hadis-i şeriflerden bazılarıdır.
Osmanlılar Efendimizin hadis-i şeriflerinde beyan buyurduğu mücahid vasfını kazanmak için bizzat O’nun izlediği yolu seyretmiştir. Nasıl ki Efendimiz Tebük Seferi’nin ardından Medine’ye avdet ettiğinde kılıcını belinden çıkarıp bir kenara koymuş ve mescide giderek “Artık cihad-ı sagirden (küçük cihad) cihad-ı kebîre (büyük cihad) geçiyoruz.” demiş ve kılıç ile olan cihadın yerini düşman-ı hakiki olan nefis ve şeytan ile cihadın aldığını bildirmiş ise ecdadımız da bir beldenin fethini müteakip din-i mübin-i İslâm’a kılıcıyla bîhakkın hizmet ettikten sonra bu kadarıyla iktifa etmemiş ve esas cihad diyebileceğimiz büyük cihada geçmiştir. Bu uğurda yeni fethedilen beldelere doğru sufilerin gidip yerleşmesini teşvik etmiş hatta onların tekke açmasını temin ederek Anadolu erenlerini, âhiyân-ı Rum ehli gibi gönül erleri olan Gazi-Dervişleri (Alperenleri) Rumeli coğrafyasının manevi fâtihi ve mimarı kılmıştır. Zira nefis ve şeytan ile amansız bir mücadeleyi merkeze alan manevi terbiye işini ancak mânâ erlerine emanet edebilirlerdi.
Kaynak: Enes Karadeniz, Altınoluk Dergisi, Sayı: 462
YORUMLAR