Osmanlı'da Kurulan Vakıfların Sayısı
Vakıf tesisi, mânevî bir olgunluk tezâhürü olduğundan bu faaliyet, mürşid-i kâmillerin irşad ve rûhâniyetinden istifâde eden topluluklarda çok daha geniş bir sûrette gerçekleşmiştir. Çünkü diğergâmlık, cömertlik, ihlâs ve samîmiyet -kâmil mânâsıyla- rûhî olgunlaşmanın bir netîcesidir.
OSMANLI'DA TEKKE VE VAKIFLAR
Osmanlı ictimâî hayatında tekkeler birer mânevî terbiye merkezi olarak oldukça yaygın bir müessese idi. Buralar, halkın “şifâhî kültür”ü aldığı ve ahlâkî olgunluk kazandığı birer merkez durumundaydı. O kaynaktan fışkıran mânevî feyz de, vakıf tesisini ve ictimâî dayanışma ve yardımlaşmayı had safhaya ulaştıran ciddî bir müessirdi. Esâsen bu müesseselerin kendileri vakıf olduğu gibi, oralarda mânevî terbiye alan pek çok kimsenin de, -vakıf insan- vasfını kazanarak başka yerlerde birçok vakıf tesis ettikleri, târihin sayısız şehâdetiyle sâbittir.
O derecede ki, bu feyizli hayır faâliyetlerinin neticesi olan müesseselerin pek çoğu, bunca ihmâle rağmen hâlâ varlığını sürdürmekte ve bugünkü cemiyetin yaralarını sarmakta da en esaslı müessirlerden biri olarak devam etmektedir. Hakîkaten câmiler, çeşmeler, askerî kışlalar, hastahâneler, hattâ içtiğimiz sular ve daha isimlerini sayamadığımız nice hayır hizmetleri, onlardan bugüne kalan muazzez emânet ve hâtıralardır.
OSMANLI'DA VAKIF HASSASİYETİ
Osmanlı’da padişahtan halka kadar hemen herkes vakıf şuur ve hassâsiyetine sâhipti. Topluma mânen yol gösteren mürşid-i kâmiller de insanları her fırsatta bu hayra teşvik ediyorlardı. Meselâ Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, III. Murad’a yazdığı bir mektupta:
“Deden Kanunî Sultan Süleyman nasıl Istırancalar’dan su getirip İstanbul halkını suya kavuşturdu ise, sen de Bolu ormanlarından odun getirip bu kış İstanbul halkına tevzî et (dağıt)!” tavsiyesinde bulunmuştur.
SOSYAL ADÂLETİN ZİRVE TEZAHÜRÜ
Dünya coğrafyasının büyük bir kısmına hâkim olan ve târihî hâdiseleri istediği mecrâdan akıtan Osmanlılar, cemiyetlerindeki huzur ve sükûnun te’mînini büyük ölçüde vakıflarla sağlamışlar, zengin-fakir, güçlü-güçsüz hemen herkesi rûhânî bir kardeşlik heyecanı içinde yaşatmışlardır. Öyle ki Osmanlı toplumu, bu zengin vakıf kültürü sâyesinde, bugünkü medenî milletlerin emeli olan “sosyal adâlet”in daha o zaman zirvesine çıkmıştır. Bundan dolayıdır ki, Osmanlı edebiyatında yıkılış dönemine kadar “roman” mevcut olmamıştır. Merhum Cemil Meriç, romanın bizdeki zuhûrunun gecikmesini:
«−Osmanlı hayatında dram yoktu ki, roman olacaktı!» ifâdesi ile güzel bir şekilde açıklamaktadır.
Merhamet, hrıstiyanlıkta şiâr ittihâz edilmiş olmasına rağmen, birer şefkat ve merhamet müessesesi olan vakıflar, batıda bizdeki gibi yaygın değildir. Mevcut olanların pek çoğunun da Osmanlı’da büyükelçilik yapmış olan batılı diplomatların telkin ve tesirleriyle vücud bulmuş olduklarını, bu elçilerin hâtıratları açıkça ortaya koymaktadır. Meşhur Fransız büyükelçisi Busberg’in hâtıraları bu nevi îtirafları ihtivâ eden eserlere tipik bir örnektir.
YARDIM EDEN İLE YARDIM EDİLEN BİRBİRİNİ TANIMAZDI
Osmanlı’da vakıflar aracılığıyla yapılan hayır hizmetlerinin tatbikâtında riâyet edilen en mühim hususlardan biri de, yardım eden ve edilenin birbirlerini tanımamalarıdır. Bu sâyede hayır sâhipleri riyâ illetinden kurtulup daha makbûl olan gıyâbî duâlardan da hissedâr olmuşlardır. Ayrıca bu yardım, mescidler ve tekkeler vâsıtası ile tevzî edildiğinden, halkın inanç dünyasının güçlenmesine de vesîle olmuştur.
FÂTİH SULTAN MEHMED'İN VAKFİYESİ
Bu hassâsiyetin en güzel tezâhürlerinden birini, Fâtih Sultan Mehmed Hazretleri’nin vakfiyesindeki şu satırlarda görmekteyiz:
“Ben ki İstanbul fâtihi abd-i âciz Fâtih Sultan Mehmed, bizâtihî alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım İstanbul’un Taşlık mevkîinde kâin ve mâlûmu’l-hudûd olan 136 bab dükkânımı aşağıdaki şartlar muvâcehesinde vakf-ı sahîh eylerim. Şöyle ki:
Bu gayr-i menkûlâtımdan elde olunacak nemâlarla, İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tâyin eyledim.
Bunlar ki, ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu hâlde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler. Bu sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki, yevmiye 20’şer akçe alsınlar.
Ayrıca 10 cerrah, 10 tabib ve 3 de yara sarıcı tâyin ve nasbeyledim. Bunlar, ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar, bilâ-istisnâ her kapıyı vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar; var ise şifâsı, şifâyâb olalar. Değilse, kendilerinden hiçbir karşılık beklemeksizin Dâru’l-Aceze’ye kaldırarak orada salâh bulduralar!
Maâzallâh herhangi bir gıdâ maddesi buhrânı da vâkî olabilir. Böyle bir hâl karşısında bırakmış olduğum 100 silâh, ehl-i erbâba verile! Bunlar ki vahşî hayvanların yumurta veya yavruda olmadığı sıralarda balkanlara (sık ormanlı dağlara) çıkıp avlanalar ki, zinhar hastalarımızı gıdâsız bırakmayalar.
Ayrıca külliyemde binâ ve inşâ eylediğim imârethânede şehîdlerin âileleri ve Medîne-i İstanbul fukarâsı yemek yiyeler! Ancak yemek yemeye veya almaya bizâtihî kendileri gelmeyip yemekleri havanın loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle!..”
OSMANLI'DA EKOLOJİK DENGE BOZUKLUĞUNA KARŞI TEDBİR
Görüldüğü gibi Fâtih, toplumun korunmaya muhtaç fertleri için en hassas edeb ölçüleri ile kâideler koyuyor. Zamanında çok nâdir olan «yere tükürmek» gibi hoş olmayan fiillere karşı bile tedbir alıyor. Hastaların av etiyle beslenip sıhhat bulmalarını emrederken, diğer taraftan da tabiattaki “ekolojik denge”yi muhâfaza için avlanmayı, yumurta ve yavru mevsiminde yasaklıyor. Ümmete olan şefkat ve merhametinin yanında, hayvanların da hukûkunu koruyor.
Bugün dünyanın geleceğini karartan “çevre kirlenmesi” ve “ekolojik denge bozukluğu”na karşı beş yüz küsur yıl evvel tedbir alınması, günümüz insanı için bir ibret tablosudur.
ŞEHİT AİLELERİNE YAPILAN YARDIMLAR
Şehid âilelerine kapalı kaplar içinde ve karanlıkta yemek dağıtılması, onların izzet ve haysiyetlerini koruma husûsunda kâbına varılmaz bir vefâ örneğidir. Gelecek nesillere de müstesnâ bir nezâket ve edeb tâlimidir.
Bu vesîleyle şunu ifâde etmeliyiz ki, İslâm’ın güzel bir sûrette anlaşılıp tatbik edildiği Osmanlı cemiyetinde, insanların olgunluğunu ve birbirlerine hayal ötesi bir merhamet ve tesânüd (dayanışma) hissiyle nasıl kenetlendiklerini anlayabilmek için, vakfiyelerin muhtevâlarına gözatmak bile kâfîdir. Onların derin düşünce ve hassâsiyetlerinin meşheri olan vakfiye muhtevâları ve buna dâir tatbikât, medeniyetimizin yüzakı olan keyfiyetleridir.
Düşününüz ki, bir evde hasta bulunduğu takdirde o evin penceresine kırmızı bir çiçek konur, satıcılar ve hattâ mahallenin çocukları bile oradan sükûnetle geçmek gerektiğine bu sûretle muttalî olur ve hastayı rahatsız edecek davranışlardan kaçınırlardı. Böyle olgunluk ve hassâsiyet misâllerini uzun uzadıya saymak, kitabımızın sınırlarını zorlayacağından bu kadarla iktifâ ediyoruz.
OSMANLI'DA KURULAN VAKIFLARIN SAYISI: 26 BİN 300
Osmanlı Devleti’nde kurulan vakıfların gerçek adedini tespit edebilmek çok zordur. Ancak bunların 26.300 kadarı tespit edilebilmiştir ki, bu sayı da ecdâdımızdaki diğergâmlığın şümûlünü göstermesi bakımından hayli ibretlidir.[1]
Dipnot: [1] “Osmanlı Devleti’nde vakıf kuran biri, vakfının şartlarını ihtivâ eden vakfiyesini kadıya tescil ettirdikten sonra İstanbul’da Defterhâne’nin ilgili bürolarına kaydettirirdi. Defterhâne sicillerine işlenen bu vakfiyeler, bugün Ankara’da Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde bulunmaktadır. Bu arşivde yirmi altı bin üç yüz vakfiye vardır. Ancak muhtelif vilâyet mahkemelerine âit bütün Şer’iyye sicilleri ve Tahrir defterleri tarandıktan sonradır ki, Osmanlılar döneminde kurulmuş vakıfların sayısı yaklaşık olarak bilinebilir.” (Bkz. Prof. Dr. Ziya Kazıcı, İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar, sf. 43-44.)
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Vakıf-İnfâk-Hizmet, Erkam Yayınları