Osmanlı'da Mescid-i Nebevî'ye Hürmet

İSLAM

İslâm târihinin sahâbe ve tâbiîn devrinden sonra en ihtişamlı safhasını teşkil eden ecdâdımız Osmanlı, pâdişâhından çobanına kadar bütün halkının eşsiz bir Peygamber muhabbetiyle temâyüz ettiği bir toplum idi.

Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a, her adı anıldığında salât ü selâm getirmenin yanında, ihtirâm ile elini kalbine götürmek, O’nun mevlid-i şerîfi okunurken velâdet ânını ifâde eden mısrâları topyekûn ayakta dinlemek gibi sayısız hürmet ve muhabbet tezâhürünün en mükemmel örneklerini bu yüce devletin zirvesindeki pâdişâhlar, bir örf hâline getirerek ortaya koymuşlardır. Medîne-i Münevvere postası geldiği zaman abdestini tâzelemeden, oradan gelen kâğıtları öpüp gözüne sürmeden ve ayağa kalkmadan okutturan bir tek Osmanlı pâdişâhı yoktur.

OSMANLI'NIN KUDSÎ BELDELERE HÜRMET VE EDEBİ

Ayrıca Mescid-i Nebevî’nin tâmirinde büyük ve küçük her taşı, büyük ve küçük abdestli olarak ve besmele ile yerine koyan Osmanlılar’ın bu tâmir esnâsında çekiçlerine keçe bağlayarak rûhâniyet-i Rasûlullâh’ı tedirgin kılmaktan teeddüb etmeleri, misli görülmemiş birer edeb ve hürmet numûnesidir.

Yine Osmanlılar devrinde Medîne-i Münevvere’ye müteveccihen gelen sürre alayı, şehre girmeden, yakın bir yerde konaklar, kendilerini Medîne-i Münevvere’nin mânevî havasına hazırlayıp istihâreden sonra mânevî işâretle huzûr-i Rasûlullâh’a yaklaşırlar, ziyâretlerini îfâ ederlerdi. Dönüşlerinde de memleketlerine şifâ ve teberrük olarak Medîne-i Münevvere’nin mübârek toprağını götürürlerdi.

Osmanlı pâdişahlarının, zamanının portreleri demek olan minyatürlerinde sarıklarının ucundaki sorgucun bir süpürge maskotu olduğunu acabâ kim bilir? Bununla Harameyni’ş-Şerîfeyn’in süpürgecisi olduklarını telâkkî ederler ve Harameyn’in süpürgecilerinin maaşlarını, bizzat kendi servetlerinden verirlerdi.

Yine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den muazzez bir hâtırâ olarak saç ve sakallarının mübârek tellerinin, câmî minberlerinde kırk bohça içinde saklanıp “sakal-ı şerîf” adı ile asırlardan beri ümmete bir bereket ve rahmet olması, ne büyük bir muhabbet ve ihtiram numûnesidir.

Esâsen Osmanlı’nın o kudsî beldelere hürmet ve edebi, tâ pâyitahtta başlar. Öyle ki, o zamanlar hac yolculuğunda Avrupa kıtasından Asya’ya geçişteki ilk yere “Harem” ismi verilmiş ve Harameyni’ş-Şerîfeyn’in mâneviyat ve edebine daha orada bürünülerek yola çıkılmıştır. Ve o yolda gaflet ifâde eden hiçbir hareket tasvip edilmemiştir.

ŞAİR NÂBÎ'NİN MEDİNE MİNARELERİNDEN OKUNAN NAATİ

Bu meyanda şâir Nâbî’nin 1678 yılında devlet adamları ile beraber çıktığı hac seferindeki hâtırası pek ibretlidir:

Nâbî, o yolculukta bir paşanın, ayağını gafleten Medîne-i Münevvere’ye doğru uzattığını görür. Bu durumdan çok müteessir olarak meşhur na’tini yazmaya başlar.

Sabah namazına yakın kâfile Medîne-i Münevvere’ye yaklaşırken Nâbî, yazdığı na’tin Mescid-i Nebî’nin minârelerinden okunduğunu duyar:

Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu;

Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu!..

“Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in makâmı ve beldesi olan bu yerde edebe riâyetsizlikten sakın!..”

Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,

Metâf-ı kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu!..

“Ey Nâbî! Bu dergâha edeb kâidelerine uyarak gir! Burası, meleklerin etrafında pervâne olduğu ve peygamberlerin (eşiğini) öptüğü mübârek bir makamdır.”

Bu durum karşısında çok heyecanlanan Nâbî, hemen müezzini bulur:

“–Bu na’ti kimden ve nasıl öğrendiniz?” diye sorar.

Müezzin:

“–Bu gece Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- rüyâmızda bize;

«–Ümmetimden Nâbî isimli bir şâir beni ziyârete geliyor. Bu zât bana son derece aşk ve muhabbetle doludur. Bu aşkı sebebiyle onu Medîne minârelerinden kendi na’ti ile karşılayın!.» buyurdu. Biz de bu emr-i nebevîyi yerine getirdik...” der.

Nâbî, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Hem ağlar, hem de şöyle der:

“–Demek ki Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana «ümmetim» deme lutfunda bulundu! Demek ki, İki Cihan Güneşi beni ümmetliğe kabûl buyurdu!..”

İşte hac ve umre ibâdetinde en mühim husus, bu yüksek duygularla o topraklara giderek Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyâret ve Beytullâh’ı tavâf etmektir.

ŞİBLÎ HAZRETLERİNİN HAC YOLCULARINA ÎKAZLARI

Hâsılı, bütün ibâdetler gibi hac ve umre ibâdetlerinin de, ind-i ilâhîde makbûl olabilecek bir kıvamda edâ edilmesi, kâmil bir îman ve irfân ufkuna bağlıdır. Hac ve umreyi “mebrûr” vasıfta îfâ edebilmek de günahlardan temizlenmeye ve Hakk’ın rızâsına vesîledir. Yâni bu ibâdetlerden arzu edilen netîce, onları ancak Hak Teâlâ’nın râzı olduğu kıvamda yerine getirebilmekle hâsıl olur.

Bu meyanda Şiblî Hazretleri’nin haccetmiş birine, haccın kalbî cihetine işâret ederek söylediği şu sözler, bütün hac yolcuları için çok ibretli bir îkaz ve irşad mâhiyetindedir:

  • “Hacca niyet ettiğinde, bugüne kadar işlediğin mâsıyetlere tevbe edip sırât-ı müstakîme yönelmediysen, hakîkatte niyet etmiş olmazsın.
  • İhrâm için elbiseni çıkarırken her mâsıyetten de soyunmadıysan hakîkatte elbiseni çıkarmış olmazsın.
  • Hac için guslederken bu temizlik, sendeki mânevî kirleri ve kalbî illetleri de temizlemediyse hakîkatte temizlenmiş sayılmazsın.
  • Harem-i Şerîf’e girerken bütün haramları ve Hak’tan uzaklaştıran her türlü söz ve davranışı terk etmeye söz vermediysen gerçekte Harem’e girmiş olmazsın…
  • Kurban keserken aşırı nefsânî isteklerini ve irâdeni Hakk’ın rızâsında yok etmediysen gerçekte kurban kesmiş olmazsın.
  • Şeytana taş atarken içindeki cehâleti ve vesveseleri de taşlayamamışsan, sende ilim ve irfan hâsıl olmamışsa hakîkatte taş atmış sayılmazsın.
  • Kâbe’yi ziyâret vesîlesiyle sende ilâhî ikramlar arttı mı, gönlün huzur ve sürûr ile doldu mu? Zîrâ hadîs-i şerîfte:
  • «Hacılar ve umre yapanlar, Allâh’ın ziyâretçileridir. Ziyâret edilenin, kendisini ziyâret edene ikrâm etmesi, üzerindeki bir haktır.» buyrulur. Sen bu ikrâmı fark edemediysen hakîkatte ziyâret etmiş sayılmazsın…”[1]

Hülâsa, Şiblî Hazretleri’nin dikkat çekmek istediği husus:

“Haccı ve umreyi Allâh için tam îfâ edin!..” (el-Bakara, 196) fermân-ı ilâhîsine riâyettir.

EN GÜZEL HAC HEDİYESİ: GÜZEL AHLÂK

Bütün güzellikleriyle edâ edilen bir hac dönüşü, hacıların memleketlerine götürecekleri en mühim hediyeler de o mübârek beldenin güzellikleri ve evvelden bu yana o güzellikleri yaşayarak arkalarında ibretli ve hikmetli hâtıralar bırakan sâlih kulların ahlâk-ı hamîdeleri olmalıdır.

Bu itibarla Pakistan’ın mânevî mîmârı Muhammed İkbâl, bir gün Medîne’den dönen hacıları ziyâret ederek onlara kâmil bir mü’minin gönül ufkunu sergileyen şu sualleri sorar:

“–Medîne-i Münevvere’yi ziyâret ettiniz! Uhrevî Medîne çarşısından gönlünüzü ne gibi hediyelerle doldurdunuz? Getirdiğiniz maddî hediyeler, takkeler, tesbihler, seccâdeler bir müddet sonra eskiyecek, solacak ve bitecek. Medîne’nin hiç solmayan, gönüllere hayat veren, rûhânî hediyelerini getirdiniz mi?..

Hediyeleriniz içinde Hazret-i Ebû Bekir’in sıdk ve teslîmiyeti; Hazret-i Ömer’in adâleti; Hazret-i Osman’ın hayâsı ve cömertliği; Hazret-i Ali’nin irfânı ve cihâdı var mı? Bugün bin bir ıztırap içinde kıvranan İslâm dünyâsına gönlünüzden bir asr-ı saâdet heyecanı verebilecek misiniz?”

Cenâb-ı Hak, cümlemize Harameyn-i Şerîfeyn’in rûhâniyetinden lâyıkıyla feyz alabilmeyi nasîb eylesin! Hassas ve rakîk bir gönül ile, hem rûhen hem de bedenen hac ve umre yapabilmeyi ihsân buyursun! Bu muhtevâda yaptığımız veya yapacağımız ibâdetlerimizi de makbûl ve mebrûr eylesin!..

Âmîn!..

Dipnotlar: [1] Bkz. İbn-i Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, tahkik: Osman Yahya, Kâhire, 1986, X, 133-138.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hacc-ı Mebrur ve Umre, Erkam Yayınları