Osmanlı’da Ramazan ve Ramazan-ı Şerîf’in İhyâsı

VİDEOLAR

Erkam Radyo’da İstanbul’un Sırları adıyla program yapan İstanbul Seyyahı Fahri Sarrafoğlu Muhterem Osman Nuri Topbaş Hocaefendi ile "Osmanlı’da Ramazan ve Ramazan-ı Şerîf’in İhyâsı" konulu özel bir mülakat gerçekleştirdi. İstifadenize sunuyoruz.

Değerli dinleyicilerimiz! Merhaba hepinize.

Erkam Radyo’dan hepinize sevgiler.

Efendim, bir İstanbul’un Sırları programında daha sizlerle birlikteyiz. Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocamız’la bugün -inşâallah- beşinci mülâkâtımızı yapacağız.

Değerli dinleyiciler! Hatırlarsınız, daha önce İstanbul’da Osmanlı eserlerinde estetik, Osmanlı vakıfları, İslâm’da ve Osmanlı’da kadına bakış açısı ve Osmanlı’da hanımların vakıflara dönük çalışmaları hakkında Hocamızla mülâkat yapmıştık.

Efendim, bugünkü mülâkatımızda üzerimize hemen doğmak üzere olan Ramazan ayıyla ilgili özel bir mülâkat yapacağız. Bununla ilgili, farklı -inşâallah- söyleşimiz olacak.

Efendim, teşekkür ediyoruz özellikle.

Estağfirullah, bizler teşekkür ederiz.

Programımıza lûtfettiniz, Allah râzı olsun.

Muhterem Efendim, bu hasbihâlimizde, yaklaşan mübârek Ramazan ayıyla ilgili konuşmak istiyoruz. Mâlûm, programımız İstanbul’un Sırları. Efendim, İstanbul’da, Osmanlı’da özellikle Ramazan’a bakış açısı nasıldı? Son birkaç yıldır Ramazan’da özellikle, sanki Hacıvat-Karagöz ya da eğlence ayıymış gibi, böyle bir şey lânse edilmeye çalışılıyor ama bunun böyle olmadığını biliyoruz.

Acaba Osmanlı’da Ramazân-ı Şerîf nasıl idrâk edilirdi? Ne tür güzel âdetlerimiz vardı ki bugün maalesef bunun bir kısmı sanırım unutulmuş durumda. Ve İstanbul’un dînî hayatında Ramazân-ı Şerîf geldiğinde nasıl bir canlılık meydana geliyordu? Âdeta insanlar merakla Ramazan’ı bekliyorlardı.

Tabi her şeyden önce zât-ı âlînizden istirhâmımız, Ramazân-ı Şerîf çok mübârek bir ibadet zamanı aynı zamanda. Ramazân-ı Şerîf’i nasıl idrâk edebiliriz? Bu konu üzerinde durabilirsek.

Kıymetli kardeşlerimiz!

Sohbetimize; ve bizlerin, ve dinleyen kıymetli kardeşlerimizin gönüllerinde Ramazân-ı Şerîf’in bereket olması, rahmet olması niyâzıyla, sohbetimize o şekilde bir duâ ile başlayalım -inşâallah-.

Ramazân-ı Şerîf, bir mü’min için senenin en mühim zaman dilimi. Nasıl 24 saatlik bir gün içinde bir seher vakitleri varsa. Cenâb-ı Hak o seher vakitlerine;

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ (“…Seherlerde tevbe ederler.” [Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor. Bir, günaha mağfiret kapıları açıyor.

Bir hafta içinde Cuma günü çok mühim. O da ayrı bir rûhâniyet, ayrı bir, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu.

Sene içinde de Ramazan çok çok ehemmiyetli.

Muallâ bin Fadl -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

“Selef-i sâlihîn, yani ashâb-ı kirâm ve ondan sonra gelenlerin sâlihleri, Cenâb-ı Hakk’a altı ay, Ramazan’a mülâkî olmaları için duâ ederlerdi. (Bu rahmet, bereket ayına.) Geri kalan altı ayı da idrâk ettiği Ramazan’ın kabul edilmesi için duâ ederlerdi.”

Yani ashâb-ı kirâm ve onların talebeleri, Ramazân-ı Şerîf’e çok büyük bir ihtimam gösterirlerdi. Öyle ki ona altı ay evvel hazırlanıyorlardı, o bereketli ayın da kabulü için, altı ay da duâ ediyorlardı kabul olabilmesi için. Yani bir seneyi bir Ramazân-ı Şerîf’i unutmadan, Ramazân-ı Şerîf’in berekâtıyla geçirmenin gayreti içindelerdi.

Yani hep, her an Ramazan’ın rûhâniyetiyle…

Rûhâniyeti içinde…

6 ay evvelden Ramazân-ı Şerîf’e mülâkî olabilmek için, 6 sonra da o geçen Ramazân-ı Şerîf’in kabûlü için duâ ederlerdi. Yani ne güzel bir Ramazan rûhâniyetiyle bir seneyi yaşayabilmek. Ve bu şekilde Ramazân-ı Şerîf’i seneye yaymanın gayreti içinde oluyorlardı.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

اَللّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فيِ رَجَبٍ وَ شَعْبَانَ

(“Allâhʼım! Receb ve Şâban aylarını bize mübârek eyle!” [Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259])

Yani iki ay bir hazırlanma, gönül olarak hazırlanma, hayır-hasenat olarak hazırlanma, ibadet olarak hazırlanma ve Ramazân-ı Şerîf’e mülâkî olabilme.

اَللّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فيِ رَجَبٍ وَ شَعْبَانَ وَ بَلِّغْنَا رَمَضَانَ

(“Allâhʼım! Receb ve Şâban aylarını bize mübârek eyle ve bizi Ramazanʼa ulaştır!” [Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259])

Nasıl namazdan evvel bir tahâret, abdest filân varsa, demek ki bu iki ay da, Recep ve Şâbân ayı da bu şekilde bir mânen ve rûhen, kalben Ramazân-ı Şerîf’e bir hazırlık.

Nasıl bahçıvan, ne ekerse o biter. Bir teşbihle misal vermek îcâb ederse;

Çeşitli meslek sahipleri sanayi elemanları seminerler yaparlar, ticaretini nasıl daha öteye götürecekleri, dünyevî bir gâye için nasıl bir para kazanacakları…

Tabi -inşâallah- bu, dünya olduğu için, âhiret için de -inşâallah- o seminerleri yapıyorlardır.

Sporcular antrenman yaparlar. İhtilâttan men, yani kendilerini dış dünyadan ayırırlar. Bu şekilde bir hazırlanırlar. Yani kendilerini bir konsantre ederler. Ki o girecekleri maçta kazanabilmek için.

Ramazân-ı Şerîf ise bizler için ayrı bir mânevî bir eğitim sezonu. Yani bir noktada Ramazân-ı Şerîf’i öyle idrâk etmeliyiz ki âdeta hayatımızın içinde bir asr-ı saâdete bir kapı açmalıyız. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le beraberlik sırrını yaşamalıyız.

Bahar mevsiminde tabiatın dirilişi gibi, Ramazân-ı Şerîf’in mûtenâ feyz ve rûhâniyet esintileriyle gönül dünyamızda muhabbet, mârifet, ihlâs, takvâ, sır ve hikmet meyveleri meydana gelebilsin -inşâallah-.

Efendim bir konunun altını, değerli dinleyicilerimize çizmek istiyoruz. Dediniz ki Ramazan’a rûhâniyetle hazırlık. Evet, değerli dinleyicilerimiz, Ramazan geliyor, iâşe hazırlığı yapıyorlar, belki maddî hazırlıklar var ama bizim esas üzerinde, az önce zât-ı âlînizin durduğu, rûhânî hazırlık. Çünkü bir yılın bir hazırlığı bir çalışma. Bu rûhâniyet üzerinde çok sıklıkla durdunuz. Bununla ilgili Ramazan’a rûhâniyetle nasıl hazırlanabiliriz? Nasıl yapabiliriz?

Ramazân-ı Şerîf’te, gönlümüzü infâka hazırlamak, merhamete hazırlamak. Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı olabilmek Ramazân-ı Şerîf’te. Bunun bir hazırlığı içinde olacağız.

Ramazân-ı Şerîf’te de Cenâb-ı Hak:

“Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.” buyruluyor.

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

“…Umulur ki (beklenir ki diyor, kurtuluşa erer) takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183)

Demek ki Ramazân-ı Şerîf’te oruçla birçok meziyetler kazanacağız. Birincisi, Allâh’ın nîmetlerini tefekkür edeceğiz. Düşüneceğiz, Cenâb-ı Hak bütün mahlûkâta birkaç çeşit bir sofra hazırlıyor. Bir koyunun sofrası bellidir. Bir devenin sofrası bellidir. Yılanın sofrası bellidir. Fakat Cenâb-ı Hak insana nâmütenâhî sofralar hazırlıyor. Bütün mahlûkat insana çalışıyor. Yağıyla, sütüyle vs. etiyle. Ağaçlar meyvelerini yine insana takdim ediyor.

Demek ki bunların bir de şükrü lâzım, tefekkürü lâzım. Cenâb-ı Hak niye insana bu kadar çok ihsan ediyor, ikram ediyor?

Bunun mukâbilinde kul nasıl bir kulluk yaşayacak ki Cenâb-ı Hakk’a bir teşekkür hâlinde olacak? Bir bardak su ikram edene teşekkür etme mecburiyetindeyiz. Bir buket çiçek getirene bir teşekkür etme mecburiyetindeyiz. Buketi halkeden, o çiçekleri halkeden Cenâb-ı Hak. O, bütün ikramlarda bulunan Cenâb-ı Hak. Birçok hayvanları yarattı/halketti, bizim için yarattı. Demek ki Ramazân-ı Şerîf bir şükür ayı, bir teşekkür ayı verdiği nîmetlere.

Diğer taraftan, açların hâlini anlayabilmek. Yusuf -aleyhisselâm- aç olarak dağıtırdı. Bir kişi sordu:

“‒Ey dedi, mübârek Peygamber dedi, sen dedi arkanda hazineler olduğu hâlde, niye böyle aç dağıtıyorsun, niye yemiyorsun?”

Çok güzel bir ifadede bulundu:

“‒Açların hâlinden anlayabilmek için.”

Demek ki aç açın hâlinden anlar.

Diğer bakımdan oruç yine bir tezkiye olmuş oluyor. Çünkü “لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ” buyruluyor. Öyle bir fizikî bakımdan sırf mideyi aç bırakmak kâfî değil. Göze dikkat etmek. Gözü haramlardan, yanlışlıklardan koruyabilmek. Gözü hayırda kullanabilmek. Kulağı hayırda kullanabilmek.

Velhâsıl Kur'ân-ı Kerîm ile derinleşebilmek.

Ağzımızın bilhassa bir rahmet ağızı olması. Ümmet-i Muhammed’in müstefîd olduğu bir dil olması ağzımızın, kelâmlarımız…

O bakımdan yani Ramazân-ı Şerîf bizi zekâta, infâka da bir teşvik ediyor bu merhamet dolayısıyla.

Diğer bakımdan oruç takvâya, Allâh’tan hakkıyla korkarak ittikā etmeye bir merdiven olmuş oluyor.

Yine oruç, maddî ve cismânî gıdalar kısılarak mânevî/rûhânî gıdalara yönelmek olmuş oluyor.

Mevlânâ diyor ki:

“Sen diyor, gökten gelen nîmetlere diyor, gökten gelen sofralara îtibâr et.” diyor. Yani rûhânî hayatını yücelt. Yine;

“Bedenine yağlı-ballı şeyleri az ver. Zira bedenin o toprağa kurban edilecektir. Asıl rûhunu besle. İnsanın asıl gıdası Allâh’ın nûrudur. Ona aşırı ten gıdâsı vermek lâyık değildir. İnsanın asıl gıdâsı ilâhî aşktır.” buyuruyor.

Tabi aşk olacak ki o heyecanla bir Ramazân-ı Şerîf geçirilecek.

Diğer bakımdan oruç, nefs engeliyle mücâdele etme ve nefsi asgarîye indirerek tesirini yok etmeye gayret etmek.

Yine oruç; sabır, irâde ve nefsî arzulardan uzaklaşma… Bu gibi hâllerin tâlimiyle ahlâkî durumumuzu kemâle erdirebilme. Bu da hayat boyunca zarûrîdir.

Yine oruç, nefsin bitmez-tükenmez arzularına karşı insanın şeref ve haysiyetini koruyacak bir kalkan mesabesindedir.

Yine en mühimi; oruç, helâlleri bile riyâzat hâlinde kullanmayı öğretir, böylece haramlardan ve kerahatlerden tamamen uzak kalabilmeyi temin eder.

Oruç, en mühimi tabi; demin bahsettiğimiz gibi, açlığı tattırır. Böylece açın hâlini idrâk ettirir. Her ibadetin bir zâhiri vardır, bir de bâtını vardır. Orucun zâhiri, fecirden gün batana kadar yiyip içmemektir. Fakat orucun bâtını; dile, kulağa ve ağıza oruç tutturmaktır. Yani yalan, gıybet, tecessüs vb. haram şeyleri söylemekten, dinlemekten uzak kalmaktır.

Meselâ bir misal vermek istersek, Abdullah Dehlevî Hazretleri bir yerden geçerken gayr-i irâdî bir gıybet sesi duydu. Hemen oradan hızlıca geçtiler.

“–Eyvah, orucumuz bozuldu!” dedi.

Talebesi:

“–Üstad dedi, siz dedikodu etmediniz. Hemen oradan geçtiniz.”

“–Fakat oradan menfî esinti geldi.” buyurdu.

Yine Efendimiz zamanında:

“–Yâ Rasûlâllah! İki kadın var, açlıktan bayılacak hâle geldi. Onlar oruçlarını açsın mı?” diye Efendimiz’e geldiler.

Efendimiz de buyurdu ki:

“–Onlar oruçlarını açtılar.” dedi.

“–Yok, yâ Rasûlâllah, açmadılar. Biz yanındaydık.”

“–Yok, açtılar.” dedi Efendimiz.

“–Açmadılar.”

“–Getirin o zaman.” buyurdu. Getirdiler iki kişiyi, iki kadını.

Efendimiz:

“–Ağzınızdakini çıkartın.” dedi.

Tükürdüler, iki tane kan pıhtısı çıktı. (Ahmed, V, 431; Heysemî, III, 171)

Demek ki bu oruç, hakîkaten çok bir disiplin. Rûhun bir disiplini. Gündüz acıkmamak için nasıl sahurda kalkıp bir şeyler yemek lâzımsa, gündüzleri de haramdan korunmak için mâneviyat zırhıyla bezenmek zarûrî.

Seherlerde Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmek, gündüzlerden geceye, geceden gündüze hazırlanmak; orucun en güzel mânevî tarafı olmuş oluyor, maddî tarafıyla beraber.

Evet Efendim, rûhâniyet üzerinde durmuştuk. Sonra dedik, oruçla başladık ve orucun özellikle altını çizdiniz. Dediniz ki oruç bir aç kalma değil sadece, belli bir saate kadar yeme-içmeme değil; tam tersi, bunu düşünme, hemhâl olma dediniz. Yusuf -aleyhisselâm-’dan da örnek verdiniz ki, niye aç olarak dağıtıyor; hemhâl olduğu için karşı tarafı düşündüğü için.

Peki Efendim, oruç. Her ibadetin zâhiri var, söylediniz, orucun mânevî rûhâniyeti üzerinde durabilir miyiz? Veya şöyle sorabilirsek, nasıl biz dışarı çıkıyoruz; hazırlanıyoruz, güzel koku sürünüyoruz, süsü varsa peki orucun bu mânevî süsü nedir? Nasıl hazırlanabiliriz?

Meselâ Ramazan’da teravihler var. İşte fitreler var veya bazı güzel hasletler var. Bunlardan bahsedebilir miyiz? Orucun özellikle süsü nedir?

Efendim, İslâm, hem ferdî hem ictimâî ibadetlerle insana zâhiri ve bâtını ikmâl ettirir. Yani sadece ferdî ibadetlerle yetindirmez. Meselâ hristiyanlarda olduğu gibi manastırlara çekip insanlardan bigâne kalmak gibi ruhbanlık dînimizde yoktur.

Ramazân-ı Şerîf’te ictimâî bir heyecan vardır. Lâkin kitlelerin Ramazan’ı, eğlence, gezme-tozma zamanı gibi telâkkî etmesi de, bu mübârek ayı bir israf etme sadedindedir. O rûhâniyeti asgarîye indirir.

Bunun ictimâî faaliyetleri, takvâ. Yani takvâ; nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme, kendimizi ilâhî kameranın, ilâhî müşâhedenin altında olduğumuzun kalpte bir idrak hâline gelebilmesidir.

Ramazan böyle bir takvâ mevsimidir ki Cenâb-ı Hak:

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ buyuruyor. “…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183)

Burada bu Ramazan’da işte bilhassa takvâda, cömertlik, merhamet, tevâzu gibi ahlâkî hasletler daha çok öne çıkması lâzımdır.

Meselâ iftarlar verilir. Bu bir ictimâîleşmedir. Fakat bu debdebe, şâşaa içinde olmamalıdır. Fakir-fukarânın uğratılmadığı mekânlar olmamalıdır.

Teravih saatinde Ramazan eğlenceleri, tiyatro vs. tertip edip onlara gitmek, hazin bir israftır. O teravihin rûhâniyetini götürür, siler.

Maalesef işte Efendim, bu konuda teravihe de karıştırılıyor bu arada. O da bir eğlence hâline, mûsikî…

Evet, maalesef, eskiden direkler arası tiyatrolar vardı. O tabi teravihlerin rûhâniyetini, orucun rûhâniyetini götürüyordu. Yani bu Ramazan, kalbin safâsıdır, kalbin bir lezzet almasıdır. Kalbin Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmasıdır. Onun için böyle mâlâyânî şeylerde geçirmek, o Ramazân-ı Şerîf’i israf etmektir.

Meselâ mukâbeleler vardır Ramazân-ı Şerîf’te. Cenâb-ı Hak Kur’ân’ın nâzil olduğu bir ay olarak bildiriyor Ramazân-ı Şerîf’i. Demek ki Ramazân-ı Şerîf’te Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl olmak. Yani Ramazân-ı Şerîf Kur’ân-ı Kerîm ile şereflendi. Demek orada hemhâl olunacak gezmeler tozmalar, tiyatrolar vs. değil, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bilhassa Kur’ân-ı Kerîm’in, onun nasihatlerine, îkazlarına, irşadlarına gönül vermek, onu hayata geçirebilmektir.

Yani Ramazân-ı Şerîf’in en mühim vasfı, bir Kur’ân-ı Kerîm mevsimi olmasıdır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her Ramazan Cebrâil’le birlikte o zamana kadar nâzil olan Kur’ân’ı mukâbele usûlüyle karşılıklı okurlardı. Mübarek ömrünün son ayında ise iki kere tekrarladılar. Hattâ Zeyd bin Sâbit gibi sahâbîler de bu son aya, bu mukâbeleye iştirâk ettiler.

Bugünkü mukâbele geleneği de bu esâsa dayanmaktadır. Bu, mukâbele. Yani Efendimiz’den başlayarak sahâbenin de bu Ramazân-ı Şerîf’te devamlı bir mukâbele okuması, bu şekilde gelen güzel, rûhânî bir örfümüzdür -elhamdülillâh-.

Ecdâdımız, sabah, öğle, ikindi vakitlerinde câmilerde, hanımlar da evlerinde bu mukâbeleye devam etmişlerdir. Bu, hem Kur’ân-ı Kerîm eğitimi olmuş, hem de ezberden okuyan hâfızlar için hıfzının muhafazasına bir vesîle teşkil etmiştir.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’i hakkını vererek okuyabilmeyi nasîb eylesin.

Âyette Cenâb-ı Hak; تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ buyuruyor. Yani “…hiç zararı olmayan ticâret…” (Fâtır, 29) buyruluyor. Zararı olmayıp, faydası olup “لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ” “umulur ki takvâ sahibi olabilmek” (el-Bakara, 183) burada da.

Yine âyet-i kerîmede “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” geliyor.

Bu neyle olacak? Bu, takvâ ile olacak. Bu âyet-i kerîmede üç esas bildiriliyor.

Birincisi “يَتْلُونَ” buyruluyor. “Kur’ân’ı tilâvet ederler…” (Fâtır, 29) Ahkâmını yaşarlar. Kur’ân-ı Kerîm’e gönül verirler.

İkincisi; “…namazı ikāme ederler...” (Fâtır, 29)

Namaz, bir ilâhî huzur içinde, bir ibadet heyecanı, ibadet vecdi içinde… 99 yerde Kur’ân-ı Kerîm’de “namaz” geçiyor. Namaz, kulun Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmasına bir vesîle ki, Rasûlullah Efendimiz:

“Namaz, bir mü’minin mîrâcıdır.” buyuruyor. (Süyûtî, Şerhu İbn-i Mâce, I, 313)

Yine gerçek “…Namaz, fahşâdan, münkerden/kötülüklerden korur...” (el-Ankebût, 45) Fakat Cenâb-ı Hak rûhânî bir namaz istiyor bizden.

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

“Mü’minler felâh buldu. Onlar ki namazı huşû ile kılarlar.” (el-Müʼminûn, 1-2)

Fakat gelişigüzel bir geometrik namaza da, rûhâniyetten uzak, Cenâb-ı Hak:

فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ (“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki.” [el-Mâûn, 4]) buyuruyor.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ısrarla namazın bir huşû verebilmesi için de, namazın bir cemaatle kılınması, farzların cemaatle îfâ edilmesi…

Teravih de Ramazân-ı Şerîf’in bir berekâtıdır. Onda da huşû ve tâdil-i erkâna riâyet etmek zarûrîdir. Namazın ihtişamına yakışmayacak şekilde tâdil-i erkânsız kılınan teravihler de maalesef büyük bir kayıptır.

Hâsılı Ramazan, bir feyz ve rûhâniyet sofrasıdır. İnsan lezzetli bir sofraya oturduğu zaman, alelacele yiyip kalkmaz. Huzurla, lezzetini ala ala, damak lezzetiyle yer. Sindire sindire o lezzetleri tatmak ister. İbadetlerin de rûhâniyeti, ondan daha öteye, onun rûhânî zevkini tada tada îfâ etmek îcâb eder.

Bugün düşünürsek, insanlar, saatlerce bir televizyon programında oturuyorlar, keyifleri bozulmuyor hiç. Fakat o zaman niçin namazı acele olarak kılıyorlar? Ki namaz, Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda bulunmaktır.

Mevlânâ buyuruyor ki:

“Öyle bir namaz kıl ki o namaz hiç bitmesin.” buyuruyor. Yani bir vecd ile bin secde edebilmek. Bir secde, bin secdeye bedel bir vecd hâlinde îfâ edebilmek. Tabi bu, zirvelerdeki bir namaz ama, tabi bu namaz da -inşâallah- Ramazân-ı Şerîf’te, ne kadar bu Ramazân-ı Şerîf’in rûhâniyetine ulaşabilirsek, o kadar bir fazîlet olur -inşâallah-.

İnşâallah, gayret edeceğiz.

Aceleye getirmemek.

Evet, Efendim, diğer bir sorumuz; Ramazân-ı Şerîf’te, oruç ayı, işte bu ayda zekâtlar var, fitreler var… Peki, programımızın adı “İstanbul’un Sırları”. Acaba medeniyetimizde, Osmanlı Medeniyeti’nde Ramazan ayı nasıl geçiyordu? Nasıl bu hemhâl gösteriliyordu? Biraz da ondan bahsedebilir miyiz dinleyicilerimize?

Efendim, cömertlik ve merhamet, îmânın meyvesidir. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanların en cömerdiydi. Efendimiz’i ne kadar seviyorsak, o kadar bizim de o cömertliğin zeminine yaklaşmamız îcâb eder.

Ramazân-ı Şerîf’te bambaşka bir cömertlik olmalıdır. Mühim olan, o merhameti tekâmül ettirebilmektir. Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân isminden, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in de “raûf ve rahîm” sıfatından bir nasip almaya gayret etmelidir. Ecdâdımız bu sebeple Ramazân-ı Şerîf’te infâkı, hayır-hasenâtı artırmaya çok gayret ederlerdi.

Vakıflardan daha evvel bahsettik. Bunların vakfiyelerinde Ramazan gecelerinde bal şerbeti ikramları, ziyafetler, husûsî bir maddedir.

Tabi burada bir, fedakârlık… Eğer kendimizin Cenâb-ı Hakk’a yakınlığını, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e yakınlığını ölçmek arzu edersek, bir âyete bakmak lâzım:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

“Sevdiklerinizden vermedikçe birre eremezsiniz…” (Âl-i İmrân, 92) Allâh’a yaklaşamazsınız buyruluyor.

Demek ki burada insan kendi nefsine ne kadar harcıyor? Evlâdına ne kadar harcıyor? Evet bunlar da güzel ama esas Allah rızâsına erişebilmek için ne kadar bir gayret içinde?

Yani burada, ne kadar paylaşabiliyor Allâh’ın verdiği imkânları? Hattâ çok çok daha öteye, ne kadar îsar/kendinden fedakârlık ederek infak ediyor?

Osmanlılarda ve bilhassa bugün de -inşâallah- herkes kendi imkânı nisbetinde hayır-hasenat içinde bulunmalıdır.

Ramazân-ı Şerîf’te bol bol iftarlar verilir. İftar verirken sadece zenginlere vermek, o da doğru değil. Herkes sofrasını imkânları nisbetinde açar. Servet sahipleri de sadece kendi çevresine vermez. Herkes günlerce imkânı kadar iftarlar vermenin gayreti içinde olmalıdır. Tabi bugün maalesef lüks yerlerde olan iftarlar, buraya fakirler-garipler çağrılmıyor. Burada bir gövde gösterisi olmuş oluyor, bir riyâ girmiş oluyor. Yani böyle bir, zenginlerin çağırılıp fakirlerin çağırılmadığı bir sofra, abes bir sofradır.

Rasûlullah Efendimiz:

“Ne kötü bir düğündür ki orada varlıklılar, imkânlılar çağırılır, garipler, yalnızlar, kimsesizler çağırılmaz.” (Buhârî, Nikâh, 72; Müslim, Nikâh, 107)

Onun için bu, her ibadetin rûhânî tarafına dikkat etmek lâzım.

Benim çocukluğumda olan hatıralardan:

Bir gün, o zaman otomobil yoktu fazla, faytonlar, arabalar vardı. Bir gün arabacılar çağrılırdı. Çünkü niye onlar, sırf arabacılar çağrılırdı? Çünkü onlar kendileri meslek olarak daha çok birbirlerine yakınlardı, tanırlardı, o şekilde sohbet ederlerdi kendi aralarında.

Bir gün sokak temizlikçileri, yani eskiden çöpçü denirdi, onlar çağırılırdı.

Bir gün ulemâ, hocaefendiler çağırılırdı. Çünkü hepsi ayrı ayrı kendi aralarında sohbetleri vardı.

Ve burada kimse boynu bükük bırakılmazdı. Hepsinin gönlü alınırdı.

Günümüzdeki iftarların da böyle olması lâzım. Bu hususu, aslen “velîme” adlı bir sünnet olan düğün davetlerinde de eskiden görürdük. Yani orada, çünkü bilhassa düğünde, yeni evlenenler en çok duâya muhtaçtır. Onun için garipler, kimsesizler, yalnızlar ihmal edilmezdi. Sohbetlerle, Kur’ân-ı Kerîm tilâvetiyle, fakirlerin, gariplerin, yalnızların… Çünkü Mûsâ -aleyhisselâm- soruyor:

“–Yâ Rabbi diyor, Sen’i ben nerede arayayım, nerede bulurum?” diyor.

“–Yâ Mûsâ! Sen Ben’i kalbi kırıkların yanında bulursun.” buyuruyor.

Onun için bu kalbi kırıklara da bu Ramazân-ı Şerîf’te çok ehemmiyet verilirdi. İftarlar olsun, onların borçlarını ödeme vs. Birçok onları rahatlatma… O şekilde Allâh’ın rızâsını kazanabilme, onların duâlarını alabilme…

Burada bir ayrıntı yakaladık Efendim; ictimâî bir birliktelik de var. Yani faytoncular geliyor, tamam. Sonra temizleyiciler geliyorlar, işte ulemâ geliyor, hepsini birleştirme var. Yani ictimâî de bir kaynaşma. Belki birbirini hiç göremiyorlar ama orada aa, birbirleriyle görüşüyorlar, hemhâl oluyorlar. Buna da o iftar vesîle olmuş oluyor.

Hattâ şu hâtıra… Şimdi, bu gariplerin olduğu sofralardan, ne gelse bir pirinç tanesi bile bulunmazdı. Yani iyice tencerenin şeyini sıyırarak… Yani demek ki ne kadar, onlar bir muhtaç durumda…

Tabi bu, demek ki birincisi; lüks, israf kabîlinden hareketlere saparak gövde gösterisi yapmamak lâzım. Mütevâzı bir cömertlik ihtişâmı sergilemeli.

İkincisi, davetlilerin tespitinde ayrımcılık yapılmamalı. Kimse, -Allah korusun- istihkār edilmemeli, küçük görülmemeli. Çünkü eğer küçük görülürse bu da bir felâket. Cenâb-ı Hak:

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

(“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” [el-Hümeze, 1]) buyuruyor. Hepsine yazıklar olsun buyuruyor.

Bizim medeniyetimizde sınıf farkı yoktur. Sınıf farkı yoktur, takvâ vardır. Cenâb-ı Hak:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ  buyuruyor.

“…İçinizde en (hayırlınız, ekreminiz) keremliniz, takvâ sahibi olanlardır…” (el-Hucurât, 13) buyuruyor.

Onun için, bizim medeniyetimizde aslâ bir sınıf farkı yoktur. Sınıf farkı, bir kibir alâmetidir, gurur alâmetidir. Bu da -Allah korusun- yapılan ibadetlerin, hizmetlerin rûhâniyetini götürür.

Bugün -maalesef- kapitalist dünya, müslümanlara tesir ediyor. Zengin-fakir ayrı dünyalarda yaşıyor, kaynaşamıyorlar. Muhitler de ayrıldı. Ayrı muhitlerde yaşıyorlar. Bunlar, bizim medeniyetimize yakışmayan husûsiyetlerdir. Hiç değilse iftar sofralarında, düğün yemeklerinde bu sınıf ayrımına müsâade edilmemeli, bir kardeşlik yaşanmalı. Ramazân-ı Şerîf’te böyle güzel bir, rûhânî bir sezonun içine giriyoruz -inşâallah-.

Muhterem Efendim, yavaş yavaş iftarlara geliyoruz. İftarlarda bir özellik var. Özellikle Osmanlı’da ve hâlâ günümüzde -elhamdülillâh- güzel, devam ediyor az da olsa. Nedir o? “Diş kirası” diyoruz. Bu belki çoğumuzun bildiği, ama gözden kaçırdığı fakat önemli bir gönül alma. Bundan biraz bahsedebilir miyiz? Diş kirası nedir?

Efendim, bu diş kirası, yani bu bir zarâfet, bir incelik, bir güzellik ifadesi. Bir insanın insana bir bakış tarzı bu. Her medeniyet inşâ eder kendi insan tipini.

Bizim medeniyetimiz, İslâm’dan, Kur’ân’dan neş’et ediyor. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak bize bu ikramların bir gönül, bir ihlâs, bir nezâket, bir zarâfet içinde ikram etmemizi buyuruyor. Hattâ birtakım “verdiğiniz zekâtları, sadakaları, infakları boşa çıkarmayın” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 264)

Tabi bizim medeniyetimiz, bu âyet-i kerîmenin nasıl bir derinliğine inmiştir ki, öyle bir sadaka ki, sadaka verirken hem maddî sevindirmek, hem de mânevî olarak bir gönül alabilmek, iptal etmemek sadakayı.

Sadaka nasıl iptal olur? Kaba-saba bir şekilde verilirse, başa kakılırsa, “hani bak sana vermedim, geçen sene vermiştim, zaten az evvel vermiştim…” gibi kırıcı şekilde verilirse bu, sadakaları imhâ etme oluyor. Bu da çok mühim. Cenâb-ı Hak sadakalarda hayır-hasenatta bir nezâket, bir zarâfet, bir incelik istiyor. Onun için âyet-i kerîmede “يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ” buyruluyor. “…Sadakaları Allah alır…” (et-Tevbe, 104) buyuruyor.

Diş kirası meselesi, böyle bir İslâm’da nezâketin, zarâfetin bir ifade tarzıdır. İftar sofrasını açan kişi sonra da misafirlere birer hediye takdim ediyor.  Bunu da zarif bir şekilde “diş kirası” diye adlandırıyor.

Yani birinci madde:

“Bizi kırmadınız, davetimize icabet ettiniz.” Bu saygıya mukâbil.

Daha öteye:

“Yemeklerimizi şifâ olarak yerken dişlerinizi de yordunuz, buna bizim teşekkür etmemiz lâzım size. Buyrun, bu da sizin diş kirâsı hediyenizdir.”

Bu, bizim çocukluğumuzda, gençliğimizde yaygındı bu. Muhakkak durumuna göre, gelen kişinin durumuna göre hediyeler verilirdi. Yani bir ilim adamıysa, ona daha ziyade kalemdi vesâireydi… Eğer bir muhtaç bir kimseyse ona kumaşlar, pâzenler vs. birtakım giyim eşyası olacak malzemeler verilirdi. Tabi bunun da şeyinde, tabi ayrıyeten gıdalar da dağıtılırdı, hayır şeyleri olurdu.

Rahmetli Pederimden dinlediğim bir -bu diş kirasına ait bir- hikâyeyi anlatayım, arz edeyim:

Hayırsever, meşhur Yusuf Kâmil Paşa vardı. Bunun hanımı Zeynep Hanım’dı. O kadar demek ki cömertti ki, o kadar gönül alıyordu ki o yaptığı hastahâne, Zeynep Kâmil hastahânesi, tâ zamanımıza kadar devam ediyor hizmetine.

Onların Ramazân-ı Şerîf’te kapıları bütün halka açıktı. Fakir-zengin vs. diye bir şey yoktu. Bu, Ramazan’ın birinci günü açılır, son gününe kadar bu kapı devam ederdi, kapanmazdı. Kim gelip geçerse, iftar vakti gelir, kimseye sormadan, istediği yer ayrımı da yapılmaz, orada oturur, iftarını yapar giderdi.

Sultan Abdülaziz, bir gün Yusuf Kâmil Paşa’nın ve Zeynep Hanım’ın konağına iftara gelir. İzzet-ikramdan sonra sıra “diş kirası”na gelir. Tabi pâdişâha ne şekilde bir diş kirası verilecek? Onun seviyesine uygun bir diş kirası verilecek.

Yusuf Kâmil Paşa, o muhteşem konağının tapusunu, diğer birtakım emlâkinin tapularını gümüş bir tepsiye koyar, diş kirası olarak Sultan Abdülaziz’e takdim eder. Sultan Abdülaziz çok müteessir olur, memnun olur:

“Ben der, hediyenizi aldım der, kabul ettim der, teşekkür ederim der, fakat bu hediyeyi size tekrar iade ediyorum.” der.

Zeynep Hanım’da Şeyh Hamdullah’ın hattı vardı, altın suyuyla yazılmış tezhipli bir Kur’ân-ı Kerîm vardı. O zaman tekrar bir mukâbele, yani Abdülaziz’in hediyesine karşı tekrar bir mukâbele, ona o Kur’ân-ı Kerîm’i hediye etti. Abdülaziz aldı Kur’ân-ı Kerîm’i, üç defa öptü, başının üstüne koydu.

Yani nasıl bir güzellik, nasıl bir zarâfet, nasıl bir incelik, nasıl bir muhabbet…

İşte hayırsever, meşhur bir ailenin birçok hayırlarıyla beraber ismiyle yâd olunan Zeynep Kâmil Hastahânesi de bugün ayakta duruyor. Cenâb-ı Hak ihlâsa göre onun hayâtiyetini devam ettiriyor. Bu bir ihlâsın bir bereketi olduğunu görüyoruz.

Evet Efendim, zarâfet üzerinde durduk özellikle Ramazan’da. Rûhâniyet dedik, tefekkür dedik, hemhâl olma dedik. Ama bir konuya geldik; zarâfet, incelik. Yani sadakaları Allah alır dedik.

Evet.

Müsâadenizle kısa bir, ben de anekdot anlatacağım. Abdülhamid Han Yıldız Sarayı’nda iken, Yıldız Sarayı’nda pişen yemekleri halka da arz ediyor. O zaman çok cüz’î fiyatla. Ortaköy semtinde. Neden? Halkla saray arasında uçurum olmasın diye, o dönem içerisinde. Meselâ bir pilav, beş lira ise bir liraya halka veriyor. Çorba beş liraysa elli kuruşa veriyor ki halk da gelsinler…

Ortaköy halkı o dönemde yemek pişirmezmiş Efendim otuz sene boyunca ki saraydan gidip alırlar. Bu da bir ayrı nezâket.

Zât-ı âlînizin bir hâtırası var Efendim, Üçüncü Mustafa’yla ilgili özellikle, bu kıssayı lûtfederseniz.

Efendim, o da şu şekildedir:

Sultan 3. Mustafa bir Ramazan ayında Şeyhülislâm Mehmed Efendi’nin konağına iftara giderler. Bu muhabbet ve sohbet esnâsında Pâdişah der ki:

“–Şeyhülislâm Efendi der, arada bir size gelmek istiyorum ama konağınız uzak.” der.

Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi de:

“–Efendim der, sayenizde yakın yerlerde ev tedârik ederiz ama, lâkin gördüğünüz şu civardaki hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.” karşılığını verir. Bu söz Pâdişah’ın tuhafına gider.

“–Yani nasıl der, ne acayip şey der. Bu evlerde yemek pişmez mi? Bu evlerde mutfak yok mu?” der.

Şeyhülislâm Efendi de:

“–Efendim der, Pâdişâh’ım der, cümlesinin sabah ve akşam yemekleri fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” der.

İşte merhametin mücessem bir şekli. Sadece iftar değil, onlara dâimâ bir infak etmek, bir müslümanın gönlünü alabilmek.

Meselâ o zamanlardan, o devirlerden bir misal vermek arzu edersek:

Meselâ hayır yapmak isteyen bir kişi bir bakkala gidiyor. Veresiye defterini açtırıyor. İmkânı olmayıp da borcu yazdırılmış insanların kaydının tutulduğu defterler var. Herhangi bir sayfayı açtırıyor ve onun borcunu ödüyor. Kimin borcunu ödediği bilinmiyor. Yani borcu ödenen kişi de kimin ödediğini bilmiyor. Lâkin Allah biliyor…

Bugün ise maalesef insanlar birbirine borçlanmak yerine bankalardan kredi kartları alıyorlar ve fâize bulaşıyorlar.

İnfâkın en hayırlısı, gizli olandır. Sağ elin verdiğini sol elin bilmediğidir. Alanın veren karşısında ezilmemesidir, rencide olmamasıdır. Bu ne güzel bir hasenat şekli.

Oruç, en önce insanda rahmet, merhamet hislerini kaynatır, coşturur. Oruç, diğergâmlık tâlimidir. Yoksulların ve muhtaçların çektiği sıkıntılardan sadece biri olan açlığı fiilen yaşatarak onların hâlini anlamaya çalışmaktır. Böylece gönüllerde merhamet, şefkat ve cömertlik tohumlarının filizlenmesini sağlar.

Cenâb-ı Hak bütün mü’minleri (birbirlerine) zimmetli olarak halketmiştir. Yani fakir zengine zimmetlidir. Zengin de fakirin duâsına muhtaçtır. Belki zenginin fakirin duâsına muhtaçlığı daha ziyâde. Çünkü kıyamet bir zor zaman, zor an. Orada o fakirin o zengine olan o duâsı, ona bir imdâd eder. Yani zengin, fakirin duâsı sebebiyle daha da kârlı durumdadır.

Allah dostlarından Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri vardır. O buyuruyor ki:

“Veren diyor, alana diyor, teşekkür edâsı içinde olmalıdır diyor. Çünkü diyor, onu diyor, farz ibadet, sünnet ibadet, nâfile ibadetlerine vesîle oluyor. Onun Allah rızâsını kazanmasına vesîle oluyor. Onun için veren, alana bir teşekkür edâsı içinde olmalıdır.”

Biz bunu büyüklerimizden görürdük. Bir zarfın içine koydukları hediye, zekât, sadaka, yani neyse; onun üzerine:

“Muhterem Efendi; Ahmed Efendi, Mehmed Efendi… Kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.”

Tabi bu da bir, cömertliğin bir nezâketi. Hayır-hasenâtın bir zarâfeti.

Efendim burada tabi en mühimi, mü’min kardeşin kardeşiyle dertlenmesidir. Seriyy-i Sakatî Hazretleri hadis dersi verirken, hadîs-i şerîf dersi, o sırada bir talebesi geliyor:

“–Üstad diyor, sizin mahalle yandı diyor. Yalnız sizin ev kurtuldu!” diyor Seriyy-i Sakatî Hazretleri’ne. Seriyy-i Sakatî de:

“–Elhamdülillâh.” diyor. Yani kendi evi yanmadığı için hamd ediyor. 30 sene sonra bir dostuna da:

“–Ben diyor, o günün tevbesi içindeyim diyor. O gün diyor, kendi evimin yanmadığına sevindim, elhamdülillâh dedim, evi yananların, onların ıztırâbını duyamadım. Onun için 30 senedir bunun ben tevbesi içindeyim.” buyuruyor.

Bu, nasıl insan bu kıvâma gelir?..

Cenâb-ı Hak’la dost olan, Rasûlullah ile dost olan, demek ki Hâlık’ın (şefkat) nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanır.

O hadîs-i şerîf:

“Mü’min kardeşinin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” hadîs-i şerîfi. (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87) Bu hadîs-i şerîfi okutuyordu.

Demek ki nasıl bir müslüman, nasıl bir zarâfet, incelik, hassâsiyet, diğergâmlık içinde bulunacak…

Şimdi tabi bugünkü -bakarsak şeye- kapitalist sisteme; “Bırakınız geçsin, bırakınız yapsın, altta kalan ne olursa olsun!..”

İslâm böyle değil!.. İslâm, hodgâm insan istemiyor. İslâm diğergâmlık istiyor.

Bencil istemiyor.

İstemiyor.

Evet.

Çorak insan istemiyor. İnşâ eden insan istiyor. Bir yağmur gibi olacak, her yere bir rahmet tevzî edecek. Bir güneş gibi olacak, en kuytu yerleri aydınlatacak.

Velhâsıl mü’min, (mü’minin) derdiyle dertlenen bir insan olacak.

Yani canlı bir mü’min istiyor.

Canlı, diğergâm bir mü’min istiyor.

Düşünen…

Yani, Rasûlullah Efendimiz (gibi) “raûf ve rahîm” sıfatıyla müzeyyen bir insan istiyor. Keyfiyette insan istiyor. İdeal insan istiyor. Bu şekilde İslâm’ı temsil edecek bir insan istiyor.

İşte Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- sorduğu zaman nasıl bir hizmet diye; işte kimi, dünyevî birtakım şeyler getirdiler, misaller getirdiler. “Yok” dedi. Üç tane sahâbî saydı. “İşte bunlar gibi üç tane, şu oda dolusu benzeri olsa, onları bütün dünyaya göndersem, onlar Allâh’ın yeryüzündeki şâhitleri olsa, Allâh’ın dînini temsil etse…”

Ne güzel öyle olabilmek.

Evet.

Efendim, Ramazan’dayız, Ramazan ayını konuşuyoruz. Osmanlı’da bir estetik var tabi ki Ramazan’larda, bunu da düşünmüş: Halk, teravihten sonra bir, Efendim, gezme yapıyor. Neyi geziyor; mahya gezmesine çıkıyor. Acaba câmilerde, Süleymaniye’de, Fatih Câmii’nde, Sultanahmed’de ne yapılmış diye.

Değerli dinleyicilerimiz yanlış anlamasınlar. Mahya dediğimiz bir yazı değil Osmanlı döneminde. Tabi şekiller, kandiller var. Bu konuda zât-ı âlînizden Osmanlı’daki mahya geleneği hakkında bilgi alabilir miyiz Efendim.

Efendim, bu, tekkelerde ayrı tâlimat vardı o zamanlar. Tekkeye giren kimse, meselâ bir “hiç” yazısı vardı. O “hiç” yazısında, her şeyin Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfu olarak kendisine verildiğini, onun için Cenâb-ı Hakk’a şükür hâlinde, bir hamd hâlinde olmayı telkin ediyordu.

“Bu da geçer yâ Hû!” yazısı vardı. Yani o da dünyevî ıztırapların, vesâirenin geçici olduğunu, esas hayatın âhiret hayatı olduğunu telkin ediyordu.

“Edeb” yazısı vardı. Bu, insana âit bir keyfiyeti ifade ediyordu.

Mahyalarda da, bu, mahya denirdi, iki minare arasında, burada tâlimatlar yazılırdı. Bu, tekkeye gelmeyenler de bunu okurdu. Tabi herkes tekkenin müridi değildi. Tekkeye gelmeyen olurdu. Bunların her biri bir tâlimattı. Hepsi bu, Ramazân-ı Şerîf’in ehemmiyetini, cömertlikle ilgili hadîs-i şerîfler… Bir telkindi bu. Yani bir nevî, Ramazân-ı Şerîf’in ayrı bir güzelliğiydi bu.

Evet Efendim, Ramazan ayında, programımızın yavaş yavaş sonuna geliyoruz, evlâtlarımız konusuna gelsek. Eskiden tekne orucu vardı, yani öğleye kadar tuttururlardı. Orucu sevdirirlerdi.

Evet.

İşte, Eyyûb Sultan ziyaretleri olurdu. Günümüzde acaba biz sevgili çocuklarımıza, göz nurlarımıza nasıl Ramazan’ı sevdirebiliriz? Ya da Ramazan rûhâniyetini nasıl yaşatabiliriz? Anne-babalara tavsiyeleriniz?

Efendim, tabi bu, eskilerde bu, evliyâullah ziyaretleri yapılırdı. Zaten İslâm’da ziyaretin sebebi, o büyük zâta bir hediye vermek, yani Fâtihalarla hediye vermek, Yâsînlerle hediye vermek. Onların derecelerini düşünmek, âhireti düşünmek… Bu gâye ile yine onların, onlardan bir şey istenemez, Allah korusun bu şirk olur. Ancak onların Cenâb-ı Hak indindeki makamı vesîlesiyle, onların vesîle olarak istenir, o kadar. Fâil-i Mutlak Cenâb-ı Hak. Daha öteye gidilmez. Allah korusun şirke kapı aralamak olur, o şekilde.

Bu, evliyâullah ziyaretleri yapılırdı. Burada çocukları da götürürlerdi. Meselâ ben bilirim Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’ni ziyareti. Orada çocuklar için satılan çocuk şeyleri vardı; düdükler vardı, pervaneler vardı, tahta oyuncaklar vardı vs… Çocuk da onları görünce, “Anne-baba! Eyüb Sultan’a gidelim!” derlerdi. Yani kendilerine aldırmak için o şeyi.

Tabi bugün, hadîs-i şerîfte de:

“Hepiniz çobansınız ve raiyyetinizden mes’ulsünüz...” (Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmâret, 20) buyruluyor.

Bugün en mühim, bir anne-babanın gayesi, hayırlı bir evlât yetiştirmektir. Bu nasıl yetişecek ufak yaştan itibaren, şuur altına yerleşecek? Sevdire sevdire. Evliyâullâh’ı sevdirme oluyor bu türbe ziyaretleri.

Günümüzde ise maalesef televizyon, internet, modalar, sokaklar, buralardaki reklâmlar, çocuklara anne-babalardan daha fazla, çocuklar onlarla daha fazla alâkadar oluyor. Yani evlâtlara onlar çobanlık ediyor. Yani anne-baba çobanlık edeceği yerde, bu televizyon, internet vs. -tersine döndü- çobanlık ediyor.

Tabi, Allah muhâfaza, şeytan günümüzde maalesef mallara ve çocuklara ortak olmuş oluyor, âyet-i kerîme mûcibince. (Bkz. el-İsrâ, 64)

Ramazân-ı Şerîf bize böyle bir iklim. Bir türbe ziyaretleri. Oradan yavrulara bir hediye almak. Onların gönüllerini hoşnut etmek. Bize bir asr-ı saâdetten bir pencere açmış oluyor.

Buradan bir misal vermek isterim.

İmam Mâlik Hazretleri, Mâlikî mezhebinin imamı. Diyor ki:

“Babam diyor, bana diyor, çocuktum ben diyor, bir hadis ezberletirdi, bir hediye verirdi. Ben de bir hediye alacağım diye bir hadîs-i şerîf daha ezberleyip gelirdim. Bu devam ederdi. Öyle bir hâl oldu ki bende, bu ezberlediğim hadîs-i şerîflerin rûhâniyetiyle, artık babam o gün hediye vermese de ben yine o hadîs-i şerîfleri o zevkle, vecdle okurdum.” buyuruyor.

Koca bir mezhep imamı bu şekilde yetişiyor.

Onun için çocuklarımızı câmilere götürmeliyiz. Teravihleri huzur ve huşû içinde kıldıran imamlara götürmeliyiz ki çocuklar bir huşûyu, ibadette huşûyu hazırlasınlar. Selâtîn câmilere bilhassa götürmeliyiz.

İnfâka alıştırmak için, vereceğimiz hediyeleri onların eliyle verdirmeliyiz ki, elini onun cömertliğe alıştıralım. Ona verdiğimiz harçlıkları, telkin edelim, “bak oğlum sana şu kadar harçlık veriyorum ama, Allah seni felâketlerden, birtakım menfî şeylerden koruması için, bu aldığın harçlığın yüzde onunu, meselâ 20 lira veriliyorsa harçlık, bunun beş lirasını, infak et sen…”

Yani mühim olan alıştırmaktır. Çocukları bu şekilde bir namaza alıştırmak ve infaka alıştırmak. Onları hizmete alıştırmak. Meselâ bir komşumuza -tabi eskiden böyleydi, herkes o komşuya bir şey götürürdü- hasta olan bir komşuya, çorba götürürdü, muhallebi götürürdü. Bunu daha ziyade çocuklarla gönderirlerdi. Çocuklar o hizmete alışmaları için.

Bilhassa yaklaşan yaz mevsiminde mutlakâ çocuklarımıza ciddî bir Kur’ân-ı Kerîm eğitimi. Yani ona bakmalıyız; hangi imam efendi, hangi hoca efendi daha çok çocuklara merhametle, şefkatle yaklaşıyor, onların gönüllerini fethediyor; o camilere, o imamlara evlâtlarımızı gönderip İslâm’ı sevdirmeliyiz. Kendimiz de evimizde o telkini yapmalıyız.

Muhterem Efendim! Ramazan ayındayız. Evet Ramazan ayı hepimizin bildiği gibi rahmet ayı. Devamlı rahmetin yağdığı güzel bir ay. Peki “rahmet insanı” nedir? Nasıl olmalı? Bu ayda neler yapmalı?

Efendim, Cenâb-ı Hak, mâlûm, buyurduğunuz veçhile:

وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ ((Rasûlüm!) Biz Sen’i âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” [el-Enbiyâ, 107]) buyuruyor. Bütün peygamberleri bir kavme göndermiştir. Yalnız bunlar içinde, 124 bin küsur peygamber içinde Rasûlullah Efendimiz müstesnâ. O’nu bütün âlemlere; insan, hayvan, nebâtat, melekler, cinler vs. Cenâb-ı Hak rahmet olarak indirmiştir.

Bir mü’min de “rahmet insanı” olacak. Bilhassa Ramazân-ı Şerîf’te bunu iyi bir temele oturtacak ki kalbî bir temele, Ramazan’dan sonra da -inşâallah- insan bir “rahmet insanı” olarak devam edecek.

Bu rahmet, birincisi, tefekkür dünyasına yansıyacak:

Bu rahmet tefekkür dünyasına yansıyacak. Yani kulun kalbi, Rahmânî vitrinler seyredecek. Bu dünya bir dershâne. Zerreden kürreye, atomdan galaksilere kadar, hepsi Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî azamet tecellîsi, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışlar… Bunlarla bir, dolu bir gönül hissiyâtı içinde olacak. Cenâb-ı Hakk’a yakınlığa vesîle olacak.

Onun için Cenâb-ı Hak:

اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (“…Hiç düşünmez misiniz?” [el-En‘âm, 50]) buyuruyor.

اَفَلَا تَعْقِلُونَ (“…Akletmez misiniz?” [el-Bakara, 44; Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169…]) buyuruyor.

İnsan ilk defa kendisini bir tefekkür edecek. Nasıl bir hiçten, nasıl meydana geldi? Kim meydana getirdi?

İnsan muhteşem her şeyiyle. Bu muhteşemi halkeden, çok çok daha muhteşem. Demek ki Cenâb-ı Hakk’a nasıl bir gönül ile Cenâb-ı Hakk’a yaklaşma gayretinde olacak? Tefekkür, şeytânî vitrinlerden kurtulacak, Rahmânî vitrinlere dönecek.

İkincisi; bu rahmet ibadetlere yansıyacak:

Namaz, oruç, zekât, infaklar, umreler, bir huşû içinde olacak. Yani Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıracak.

Diğer husus: Gönle yansıyacak:

Gönül bir dergâh olacak. Bütün insan, hayvan, nebâtat, o gönlün içinde olacak.

Meselâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir yanık karınca yuvası gördü, dehşete kapıldı. “Allâh’ın verdiği bir cana kıymaya kimin hakkı vardır?” buyurdu. (Bkz. Ebû Dâvud, Cihad, 112)

Maalesef işte bugün bu rahmetten uzaklaşılıyor ki, Anadolu’nun bazı yerlerinde tarlalar yakılıyor. Orada bir sürü hayvan yanıyor. Bunlar hep kıyâmet günü karşımıza çıkacak.

Velhâsıl bir müslüman, gönlüne çok dikkat edecek.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir ağaç altında yemek yiyorlar. Devam ediyorlar. Yolda bakıyor, torbasının üzerinde bir karınca geziyor. Dönüyorlar, o ağacın altına o karıncayı bırakıyorlar. Vatan-cüdâ oldu bu karınca diyorlar.

O kadar yolu tekrar geri dönüyorlar.

Tekrar geri dönüyorlar.

Bu rahmet dile yansıyacak:

Dilde ne olacak? Nezâket olacak, zarâfet olacak, hassâsiyet olacak. O dil, inşâ edici olacak.

Göze yansıyacak:

Göz, haramlardan korunacak. Göz, ilâhî vitrinleri seyredecek.

Rahmet ele yansıyacak:

Cömert olacak. Düşünecek; Allah bana bunu niye verdi? Benim vazifem nedir? Demek ki bütün insan, mahlûkat, bana zimmetli. Bu idrak içinde olacak.

Rahmet, makâma yansıyacak:

Emrinin altındakilerin hukukuna dikkat edecek. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vefât ederken, râvî diyor ki, namazı üç sefer tekrarladı; “namaz, namaz, namaz; emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Râvî diyor ki; sesi kısılıncaya kadar Efendimiz tekrarladı, artık duyamaz hâle geldik. Namaz ve bu kul hakkı, kıyâmete kalan bir hak, ona da rahmet insanı, ona da çok dikkat etmesi lâzım.

Mala yansıyacak rahmet:

Mal bir emânet. Bir imtihan vâsıtası.

“Biz imtihan olarak veririz buyuruyor, gâfil de sevinir buyuruyor. Allah bana ehemmiyet verdi ki bana mal verdi der diyor. Hâlbuki bir imtihan olarak. Öbürü de üzülür diyor, alttaki âyette. Allah beni önemsemedi der.” (Bkz. el-Fecr, 15-16) Belki Allah ona az vermekle ona gelecek büyük bir felâketten korudu.

Şahsiyete yansıyacak rahmet:

Bir mü’min, bir kartvizitle gezecek. Bu kartvizit; “el-emîn, es-sâdık”; en emniyetli insan, en doğru insan. Bu vizeyle gezecek. Bir hüsn-i hâl kağıdı alacak, milletin vicdanından, mâşerî vicdandan bir hüsn-i hâl kağıdı alacak. “El-emîn, es-sâdık” olacak. Rahmetin şahsiyete yansıması.

Ve bu gönülle emr-i bi'l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker memuru olacak. Allâh’ın verdiği bu nîmeti tevzî edecek, îman nîmetini tevzî edecek.

Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…O gün, verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.

İşte sahâbî Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, Kayrevan’a gitti, Dağıstan’a gitti, Afrika’ya girdi. Neydi bu? Cenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği bu îman nîmetini tevzî edebilmek.

Zamana yansıyacak:

وَالْعَصْرِ (“Zamana yemin olsun.” [el-Asr, 1]) buyuruyor. İsraf etmeyecek. Nefesini boşa harcamayacak. Adımlarını boş yere yormayacak.

Âile hayatına yansıyacak:

En mükemmel hayat, âile hayatı, Rasûlullah Efendimiz’in hayatıydı. Orada ne vardı? Rızâ vardı, huzur vardı, rûhâniyet vardı. O’nun yaşadığı gibi yaşamaya gayret edecek, onun zeminine yaklaşacak. Diğergâm olacak.

Hiçbir baba evlâdını, Fâtıma Vâlidemiz’i sevdiği gibi sevemez. Hiçbir kız yavrusu babasını, Fâtıma Vâlidemiz’in sevdiği gibi sevemez. Hiçbir hanım beyini öyle sevemez. Hiçbir bey hanımını öyle sevemez.

Demek ki rahmetin yansıdığı bir âile hayatı, Allah Rasûlü’nün bu âile hayatından hissedâr olacak.

Rahmetin şahsiyete yansımasında öncelikler:

Kibir, enâniyet, dedikodu, iftira, yalan, israf, cimrilik ve emsâli kötü hasletler, kalpten yok edilecek, imhâ edilecek. Yani kalp, bu çöplüklerden temizlenecek. Gönülde rûhânî istîdatlar inkişâf edecek. Yani cömertlik, merhamet, şefkat, hizmet, tevâzu, nezâket, sabır, edep, hayâ, vakar gibi fazîletlerle kalp müzeyyen olacak.

Dâimâ rahmetin tecellî hâlinde olduğu insan, kendisini ilâhî kameranın altında olduğunun idrâki (içinde) olacak. nefsânî arzularını bertaraf edecek, rûhânî istîdatlarını inkişaf ettirecek.

Cenâb-ı Hak -inşâallah- cümlemize böyle bir Ramazân-ı Şerîf’in zeminine yaklaşmayı nasîb eylesin.

İnşâallah, âmîn.

Gönül bu şekilde bir safâ hâline… Hakîkî bir saâdet, hakîkî zenginlik, böyle bir gönle sahip olmaktır. Cenâb-ı Hak da böyle bir gönlü, “اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ” (“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) Cennet’e davet ediyor, Dârusselâm’a davet ediyor.

Evet Efendim, son olarak, programımızın sonuna geliyoruz. Değerli dinleyicilerimize, acaba bu Ramazan’da, 2017 yılında idrâk edeceğimiz Ramazan’da ne tavsiyelerde bulunursunuz Efendim? Nasıl geçsin 2017 yılı Ramazan’ı, geçtiğimiz yıldan bugüne kadarkinden çok çok farklı geçsin -inşâallah-. Ne yapalım, ne önerirsiniz?

Efendim, yani burada, Ramazân-ı Şerîf, Kur’ân-ı Kerîm’in inzâl olduğu bir ay. Onun için en mühim, Kur’ân-ı Kerîm’i sevmeyi, kendimiz sevmeyi ve Kur’ân-ı Kerîm’i sevdirmeyi, bunun gayreti içinde olmamız lâzım.

Kur’ân-ı Kerîm çok çok mühim. Cenâb-ı Hakk’ın bize en büyük ikramı. Kur’ân-ı Kerîm, Cebrâil vâsıtasıyla indi; Cebrâil, meleklerin en üstünü oldu. Kur’ân-ı Kerîm, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e indi; Rasûllerin seyyidi oldu. Kur’ân-ı Kerîm, O’nun ümmetine indi, Muhammed ümmetine indi; Muhammed ümmeti, ümmet-i merhûme oldu, bir rahmet ümmeti oldu, bir bereket ümmeti oldu. Kur’ân-ı Kerîm Ramazân-ı Şerîf’te indi; Ramazân-ı Şerîf on iki ayın en kıymetlisi oldu. Kur’ân-ı Kerîm’in ilk başlayışı Kadir Gecesi’nde oldu. Kadir Gecesi, “مِنْ اَلْفِ شَهْر” (Bkz. el-Kadr, 3) bin aydan daha öteye fazileti geçmiş oldu.

Demek ki bizler de bu Ramazân-ı Şerîf’te kendimizi Kur’ân-ı Kerîm’i tilâvet, tecvidine dikkat etmek, çünkü tilâvetsiz bir namaz olmaz. Yani kıyamsız bir namaz olabilir; yorgunsun, hastasın, oturduğun yerde kılabilirsin. Fakat tilâvetsiz bir namaz olmaz. Onun için tilâvete çok ehemmiyet vermemiz lâzım.

Onun daha ötesi, Cenâb-ı Hak “Kur’ân’a vâris kıldık” buyuruyor. Birinci grup gaflette olan grup. Onlar “…Kendine zulmedenler…” (Fâtır, 32) Allâh’ın bu kadar nîmetini idrâk içinde olmayanlar.

İkincisi:

“...Muktesidler…” (Fâtır, 32) Orta yolda gidenler.

Ve;

“…Hayratta öne geçenler…” (Fâtır, 32)  Yani okunan âyet-i kerîmelerin muhtevâsı içinde, Cenâb-ı Hak bize “الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ” (“…Doğru yol.” [el-Fâtiha, 6]) buyuruyor. Sırât-ı müstakîm, Allâh’a giden yoldur. Bu yol nasıl, kimdir bu yolun mümessili? Rasûlullah Efendimiz’e Cenâb-ı Hak; “Sen sırât-ı müstakîm üzeresin.” (Yâsîn, 4) buyuruyor.

Demek ki bilhassa Ramazân-ı Şerîf’te bu hâl, ahvâle çok dikkat etmemiz lâzım. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, nasıl oturuyordu, ikramı nasıldı, suyu nasıl içiyordu, nasıl abdest alıyordu? Bunları hem kendimiz, hem de yavrularımıza Efendimiz’in bu hâllerini telkin edebilmek.

Bir de burada şunu düşüneceğiz? Yani Kadir Gecesi ekseriyetle son on günde geliyor Ramazân-ı Şerîf’te. Demek ki son on günde Kadir Gecesi’ne kalbin hazırlanması. O kadar mübârek bir gece ki Cenâb-ı Hak melekleri indiriyor yeryüzüne. Cebrâil’i yeryüzüne indiriyor. Tâ fecre kadar. Uzun bir zaman. Akşam namazında başlıyor, fecre kadar.

Cenâb-ı Hak meçhul bırakıyor Kadir Gecesi’ni. Ekseriyetle 27. gece. Fakat meçhul gece. 20’sinden sonra inen bir gece.

Demek ki Receb ve Şâbân ayında, tekâmül ettirerek Ramazan ayında ve 20’sine kadar büyük bir aşk-vecd ile yaşanacak ki bu son on günde bir Kadir Gecesi’ni elde edebilmek. Büyük bir hazineyi elde edebilmek. Fakat gaflet öyle bir acayip şeydir ki insan definenin üzerinde oturur, definenin farkında olmaz. Cenâb-ı Hak bu gafletten muhâfaza buyursun.

Âmîn.

Dâimâ düşünmemiz lâzım: Geçen sene çok eş-dostlarımız vardı Ramazân-ı Şerîf’te. Bu sene onlardan yok onlar. Onlar öbür tarafta. Geçen Ramazan son Ramazan’ıydı. Biz de çok duâ edelim ki Cenâb-ı Hak önümüzdeki Ramazân-ı Şerîf’i idrâk ettirsin, mülâkî eylesin -inşâallah-.

Ve ömrümüz ne kadar, takvimimizi bilmiyoruz. Cenâb-ı Hak çok hayırlı, bereketli, rûhâniyetle dolu Ramazan’lar ihyâ etmeyi Cenâb-ı Hak nasîb eylesin. Bütün kardeşlerimizin gelecek olan Ramazân-ı Şerîf’ini tebrik ediyoruz. Huşû, huzur, saâdet içinde, vatanımız, milletimiz ve bütün İslâm dünyası için de, böyle bir rahmet tecellîsine nâil olmayı Rabbimiz’den diliyoruz.

Âmîn Efendim -inşâallah-. Bizler de değerli Erkam Radyo dinleyicileri, hem televizyondan İLAM TV’den hem de radyomuzdan dinleyenler -yurt içinden yurt dışından- adına, bize vakit ayırdınız Efendim.

Estağfirullah.

Hâssaten teşekkür ediyoruz.

Biz teşekkür ederiz, Allah râzı olsun.