Osmanlı’da Vakıf Örnekleri

Vakıf

Osmanlı’da vakıflar neden kurulmuştur? Vakıfların özellikleri ve sağladığı faydalar nelerdi? Osmanlı’da vakıfların sosyal hayattaki yeri ve önemi neydi? Osmanlı’da kurulan ilginç vakıflara örnekler.

Anadolu insanının ve Osmanlı medeniyetinin fârikalarından biri de kuvvetli âhiret inancının ve sadaka-i câriye bırakma iştiyâkının semeresi ve neticesi olan vakıf medeniyetidir.

OSMANLI’DA VAKIF ÇEŞİTLERİ

Öyle bir medeniyet ki; bin bir türlü hayır hizmetinin yanında çok husûsî sahalara kadar yardım elini uzatmakta idi. Meselâ;

Yetim kızlara çeyiz hazırlayan vakıflar var...

Hizmetçilerin kırdığı eşyaları tazmin edip, onların ev sahiplerine mahcup olmamalarını kendine gaye edinen vakıflar var...

Yaralı göçmen kuşlara tedavi hizmeti sunan vakıflar var...

O günün imkânları içinde, Şam’ın tatlı suyunu Arafat’taki hacılara küpler içinde taşımak gibi muazzam muvaffakiyetler var...

İmâretler, kervansaraylar, geniş ikramlarla tezâhür eden muhteşem; mü’minlere ve insanlığa faydalı olma yarışı...

Kervansaraylar, kervanlara ve yolculara hizmet verilen hanlar idi.

İmâret, kervansaray ve misafirhânelerde; gelen yolculara, onun kim olduğuna bakılmaksızın yemek ikrâm edilir, bütün yolcular, buralarda üç gün kalabilirlerdi. Giderken de şayet ayakkabıları eskiyse yenisi verilirdi.

OSMANLI VAKIFLARINDA MİSAFİRHANE

Evliyâ Çelebi’nin Sokullu Mehmed Paşa vakfiyesindeki misafirhâne ile alâkalı vermiş olduğu şu mâlûmat ne kadar güzeldir:

“...Eğer gece yarısı taşradan misafir gelirse kapıyı açıp içeri alalar. Hazırda bulunandan yemek ikrâm edeler. Fakat cihan yıkılsa, muhtemel tehlikeler dolayısıyla geceleyin içerden dışarıya bir kimse bırakmayalar. Sabahleyin ayrılma vakti geldiğinde de memurlar tellâllar gibi nidâ edip;

«–Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, atınız ve elbiseleriniz tamam mıdır, bir ihtiyacınız var mıdır?» diyeler. Misafirler hep birden;

«–Tamamdır. Allah Teâlâ, hayır sahibine rahmet eyleye!» dediklerinde, kapıcılar şafak vaktinde kapıların iki kanadını açarak;

«–Gafil gitmeyin! Dikkat edin; minderinizi, yaygınızı kaybetmeyin! Tanımadığınız kimseleri arkadaş edinmeyin! Yürüyün, Allah kolay getire!..» diye duâ ve nasihat ile uğurlayalar.”

KADINHANI İSMİ NEREDEN GELMİŞTİR?

Bizim memleketimiz olan Kadınhanı kazâsının ismi de böyle bir handan gelmiştir:

Selçuklu sülâlesinden Râziye Hanım, bir seyahat esnasında bugünkü Kadınhanı civarında bir fırtınada yolunu kaybeder ve çok meşakkat çeker. Kurtulunca ise; şükrânesi için oraya hemen bir han inşâ ettirerek, ümmete faydalı olmak yolunu seçer. İşte Kadınhanı ismi, asırlardır o hayrın hâtırasını yaşatmaktadır.

Bu güzel hizmetler; Kur’ân-ı Kerim’de İbnü’s-sebîl / yolda kalmış gariplere zekât ve infâk emrinin tatbikatıydı.

MİSAFİR ALMAK İÇİN ÇEKİŞİRLERDİ

14. asırda İslâm dünyasını baştan başa gezen meşhur Tunuslu Seyyah İbn-i Battûta’nın yaşadığı dikkat çekici bir hâdise, ecdâdımızın misafirperverlik husûsundaki yüksek seviyesinin ne güzel bir misâlidir:

İbn-i Battûta ve arkadaşları Anadolu’yu gezerken o dönemde Lâdik ismiyle anılan Denizli’ye uğrarlar. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatır:

“Şehre girdiğimiz sırada, çarşıdan geçerken dükkânlardan çıkan birtakım insanların hayvanlarımızı çevirerek yularlarına asıldıklarını gördük. Bir başka grup da gelerek bunları durdurdu ve çekişmeye başladı. Konuştuklarını anlayamadığımızdan korkmaya başladık. Bunların yol kesen Germiyanlar olduğu endişesiyle, bu şehrin onlara ait bulunduğu, malımıza ve canımıza kastedecekleri kaygısına düştük.

Sonra Allah Teâlâ bize Arapça bilen, hacca gitmiş bir adam gönderdi. Ona bunların ne istediklerini sordum. Bunların Ahî dervişleri olduğunu söyledi. Bizimle ilk karşılaşanlar Ahî Sinan’ın, sonradan gelenler ise Ahî Duman’ın dervişleri imiş.

Her iki taraf da bizim kendi zâviyelerinde misâfir olmamızı istedikleri için çekişirlermiş. Onların göstermekte oldukları yüksek misafirperverliğe hayran olmamak elde değildi.

Nihayet işi kur’a çekmek sûretiyle halletmeyi kabul edip sulh oldular. Kim kazanırsa önce o tarafın tekkesine misafir olmamız kararlaştırıldı. Kur’a Ahî Sinan’ın tarafına düştü. O bunu haber alınca yanında dervişlerinden bir grupla gelip bizi karşıladı ve onun tekkesine misafir olduk. Bize çeşitli yemekler ikrâm ettiler.

Biraz dinlendikten sonra Ahî Sinan hepimizi hamama götürdü ve benim hizmetimi bizzat kendisi gördü. Öteki dervişlerden üçü-dördü ise bir arkadaşımın hizmetini üzerine almış bulunuyordu. Hamamdan çıkınca tekrar büyük bir sofra kurdular. Yemekten sonra güzel sesli hâfızlardan Kur’ân-ı Kerim dinledik, zikirler yaptık.

Ertesi gün Ahî Duman ve müridlerinin bizi götürmek için beklediklerini gördük. Orada da pek çok cömertlikle karşılaştık.” (İbn-i Battûta, Rihletü İbn-i Battûta, Beyrut, ts., s. 305-306)

İşte Anadolu dervişi, hayatın bütün muhtevâsında bu şekilde cömertliği ve diğergâmlığı yaşıyor ve yaşatıyordu. Sadaka-i câriye vasfında hayır ve hasenât bırakma yarışında, elbette ulemânın gönülden tavsiye ve irşadları da çok tesir ediyordu.

İSTANBUL’UN GANİMETİNİ İSTANBUL HALKINA İNFAK EDİN

Bir misal verecek olursak; İstanbul’un fethini takip eden ilk Cuma namazından sonra, Okmeydanı’nda fetih ve zafer alayı tertip edildi.

Padişah, orada askerine elleriyle ikramda bulundu. Akşemseddin Hazretleri ise, o muzaffer orduya nasihatlerde bulundu. Şu sözlerle onları gafletten îkaz edip hamd, şükür ve infâka yönlendirdi:

“–Ey gaziler! Bilin ki cümleniz hakkında Âhirzaman Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«Onlar ne güzel askerdir...» buyurmuştur. İnşâallah cümleniz mağfûrsunuzdur. Allah Rasûlü’nün bu iltifâtına mukabil, şimdi sizler de gazâ malını israf etmeyip hayır-hasenâta sarf edin!.. Aldığınız ganîmetleri İstanbul fukarâsına infâk edin!”

Böylece İstanbul’u fetheden ordunun fazîletini, yeni bir fazîletle taçlandırmak için; onların hepsini şehrin îmârı ve halkın istifâdesi için hayır müesseseleri kurmaya teşvik etti. Bu teşvikler sayesinde, Osmanlı şehirlerinin fârikası: Külliyeler, camiler, medreseler, kütüphâneler, hankâhlar, şifâhâneler, çeşmeler ve hamamlardır.

Külliyelerin merkezinde mutlaka cami olur. Bütün hayrî, ilmî ve mânevî hizmetler cami merkezinde yapılır ki, herkesin ibâdete şevk ve iştihâsı artsın. Halk camiye, muhabbet duysun.

Büyük külliyelerin yanında, ara sokaklara varıncaya kadar, yüzer, iki yüzer metre arayla küçük küçük mescidler inşâ edilirdi ki; sokakların elektrik lâmbalarıyla aydınlatılamadığı o devirlerde, mahalleliler, bilhassa yaşlılar ve gücü yetmeyenler sabah ve yatsı namazlarında, cemaatten mahrum kalmasın, camiye devam edebilsin.

OSMANLI’DA KURULAN VAKIF SAYISI

Osmanlı vakıf medeniyetinde, sadece kayda geçmiş 26.000 küsur vakıf vardır. Bunlardan 1.400 küsuru hanımlar tarafından kurulmuştur.

Müstesnâ bir mektep olan Harem’de yetişen «Vâlide Sultanlar»ın hayır ve hasenâtları ise çok büyük yer tutmaktaydı.

Saraylardaki Osmanlı Haremi, gerçekten de mükemmel bir mekteptir. Bugün -maalesef- bir eğlence yeri olarak gösteriyorlar. Asla doğru değildir.

Hattâ hâlâ saraylarda görülebilir ki; Harem ehlinin yaşadığı bölüm, son derece sadedir. Hattâ günümüzdeki sıradan evlerden daha sadedir. Saraylarda tezyinatlı yerler, elçilerin girip çıktıkları, Selâmlık bölümüdür.

HAREM NEDEN KURULDU?

Harem; gayet yüksek, kıymetli ve mâneviyatlı hanım sultanlar yetiştiren değerli bir mekteptir. Bu mektebe niçin ihtiyaç doğmuştur? Mâlûm olduğu üzere; Osmanlı’da Fatih Sultan Mehmet Hân’a kadar padişahlar; daha ziyade paşa kızları, üst tabakada olan zümrenin kızlarını alırlardı. Bunda bir beis görmemişlerdi. Fakat devlet büyüdükçe, hânedânın muhafaza edilmesi düşüncesi ağır bastı. Saraya gelen hanımların; daha sonra ailelerinin menfaatine çalışması, yani saraya gelin veren ailelerin hak iddia etmesi gibi bir tehlikeyle karşı karşıya gelindi.

Bir misal verirsek; Osmanlı’da ardı ardına vezirler çıkaran Çandarlı Ailesi, padişaha tavır koyacak bir hâle geldi. Yani padişah; memleketin, vatanın ikiye bölünme endişesi içindeydi. Bu tehlike, Osmanlı’yı birkaç kez ciddî mânâda sarsmıştır. Meselâ; taht mücadelesine giren Cem, 2. Beyazıt’a mektup yazdı:

“–Ağabey, gel ikiye bölelim vatanı. Yarısında sen padişah ol, yarısında ben.” dedi. 2. Beyazıt ise basîretle;

“–Şu beden ikiye bölünür. Vatan toprağı ikiye bölünmez.” dedi. İşte devletin bu gibi tehlikelerden selâmeti için Fatih, bir kanunnâmesinde şu hükmü getirdi:

“Bundan sonra hânedânımdan gelenler, aile kızı almayacak, câriye alacak.” Bu sebeple, Osmanlı sarayında; sünnet düğünleri vardır, fakat evlilik merasimleri yapılmamıştır. Elbette ki bu kızların çok iyi yetiştirilmesi lâzımdı. Harem bunun için tesis edildi.

Harem’e alınanlar, 7 sene kuvvetli bir eğitimden geçerlerdi. Her gün teheccüd namazından sonra eğitimleri başlıyordu. Öğle vakti biraz ara veriliyordu. Öğleden sonra tekrar devam ediliyordu.

Her sultan hanımı, en az iki yabancı dil bilirdi. Fennî ilimleri öğrenirdi. Bunun yanında da başta tasavvuf olmak üzere, diğer dînî ilimleri tahsil ederdi. Bilhassa tasavvufun kendilerine ilkā ettiği merhamet ve şefkat ile dolu dolu yetiştirilirlerdi. Bu câriyelerin her birinin kaydı tutulurdu; ahlâkî durumu, hizmet alâkası, merhameti ve şefkati... Vâlide Sultanlar, şehzâdelere bu en kabiliyetlilerden zevce seçerlerdi.

Diğer yetiştirilen kızlar da paşalarla evlendirilirdi. Çünkü bunlar, bir saray terbiyesinden gelmişti. Hattâ bunlara halk tarafından «saraylı» denirdi. Gittikleri çevrede, sarayda aldıkları tasavvufî terbiyeyi yayarlardı.

VALİDE SULTANLARIN YAPTIRDIĞI HAYIR ESERLERİ

Sultan annelerimiz; tasavvufî terbiyeyle yetiştikleri ve merhamet âbidesi oldukları için, kendilerine gelen bütün imkânları, hayır-hasenâtlarla halka yansıtırlardı. Ve bugün tarihî semtlerimizdeki çoğu camiler, mektepler, çeşmeler, hastahâneler, hep bu vâlidelerimize aittir. 

Meselâ; Osmanlı örfünde iki minareli camiler, ekseriyâ padişah ve padişah hanımlarınındır. Meselâ; Üsküdar’ımızda sultan hanımların inşâ ettirdiği 3’ü çift minareli 4 cami vardır. Bu hanım annelerimiz paralarını israf etmediler. Topluma saray modası ve lüksü getirmediler. Yani onlar, ellerinde fırsat olduğu hâlde gayet mütevâzı annelerimizdi. Hâsılı servet ve saltanat; o vâlideleri şımartmadı, kulluklarını unutturmadı.

Fânî hayatlarından geriye; fânî mîraslar, fânî mücevherler bırakmadılar. Kıyâmete kadar amel defterlerine sevap yazdıracak, muhteşem vakıf eserleri bıraktılar. Sadece hayır eserleri yapmakla kalmadılar. Onları dâimâ ayakta tutacak, giderlerini karşılayacak; dükkânlar, tarlalar, çiftlikler de vakfettiler. Onları örnek alan toplumdaki bütün hanımlar da; “Aman biz de alâ kaderi’l-imkân hizmet edelim.” diye gayret içinde oldular. Hiçbir imkânı yoksa bir rahle getirip camiye vakfettiler. Camilerin önlerinde şerbet dağıttırdılar. Kuşlara arpa serptirdiler.

Hamalların geçeceği yerlere mola taşları koydurdular; “Hamal orada koysun küfeyi, dinlensin. Ondan sonra devam etsin.” diye. Bilhassa kandil gecelerini hayır-hasenâtlarla, ikramlarla, tasadduklarla, salât ü selâmlarla ihyâ etmek Anadolu dervişinin fârik vasıflarındandı.

Sevaba, medeniyetimizde sadece sultan hanımlar istekli değildi. İmkânı olan herkes, yapabileceği bir hayrı gerçekleştirmeye koşuyordu. Hattâ halktan hanımlar tarafından yaptırılan; camiler, medreseler, çeşmeler, sebiller ve imâretler de çoktur. Meselâ; Üsküdar Sultantepe’de Hacı Hesnâ Hatun Camii hayrâtı var.

Bu hanım, Kanunî’nin kızı olan Mihrimah Sultan’ın dadısı idi. Çocukluğunda bir rahatsızlık geçiren Mihrimah Sultan’ın temiz hava alması için, onu Üsküdar’ın tepelerine getirirdi. O da imkânlarıyla, Sultantepe’de kendi hayrâtını bizlere ulaştırmıştır. Zamanımıza kadar camisinde namaz ve secdeler devam etmektedir.

«‒Ben bir dadıyım, gücüm yetmez!» dememiş, o da bir vakıf bırakmıştır. Ne büyük ecir!

Elbette Osmanlı ordusunun fetih siyaseti de bu îmar faaliyetleriyle güç kazanıyordu. Necip Fazıl’ın ifadesiyle, bu; «Ardına çil çil kubbeler serpen ordu» asırlarca, zâlim derebeyleri ve baskıcı voyvodaların tahakkümü altında halkı hizmet görmemiş beldelere, hayır ve hasenâtı tanıttı. İslâm’ı en güzel mütebessim çehresiyle onlara tebliğ etti. Bu vakıf eserlerden; toplumun mâneviyâtı, günümüz ifadesiyle psikolojisi de müsbet mânâda faydalanırdı.

OSMANLI’DA VAKIFLARIN SAĞLADIĞI FAYDALAR

Vakıflar; toplumu bir ağ gibi örmüştü. Bu mânevî doku sayesinde, çeşitli imtihanlı zamanlar olsa da hiçbir sosyal patlama olmazdı. Toplumun fakir ve zengini birlikte huzur hâlinde idiler.

Elie Kedourie’nin kaleme aldığı, Osmanlı’nın son döneminde İngiltere’nin Orta Doğu politikasına dair kitabın bir ekinde anlatıldığına göre 19. asır sonlarında Doğu Anadolu’da müthiş bir kıtlık başgöstermişti. Bunun üzerine İngilizler; kıtlıktan hareketle, bölgede Osmanlı’ya karşı bir isyan çıkarıp çıkaramayacaklarını tespit için oraya bir casus gönderdiler. Casusun yaptığı araştırma neticesinde müşâhede ettiği gerçek son derece şaşırtıcı idi. Raporda deniliyordu ki:

“Burada kıtlık var, ama açlık yok! Herkes birbirini gözetiyor, yardımda bulunuyor. Bu yüzden de kıtlık, açlığa dönüşmüyor. Netice olarak böyle güçlü bir içtimâî yapı içinde kıtlıktan hareketle isyan üretmek imkânsız!..”

LEONARDO DA VİNCİ VE 2. BEYAZIT

Vakıf medeniyetinin, kültür ve medeniyetimizin en zarif ve rakîk şekilde gelişmesine de büyük tesiri oldu:

Kavisli, yumuşak hatlardan oluşan cami mimarîsi rûha ferahlık verdi. Devrimizdeki gibi, diken ve beton mimarîsi değil; tabiatla iç içe, tefekkür dünyasına pencere açan bir şehir anlayışı... İstanbul’un fethini müteâkip yaşanan şu hâdise, mimarî şahsiyetimizi ifade bakımından ne kadar mânidardır:

Meşhur İtalyan mimar ve ressam Leonardo da Vinci, 2. Beyazıt’a mektup yazıp İstanbul’daki cami ve diğer eserlerin plân ve projelerini bizzat kendisi yapmayı teklif eder. Bu mektup paşalar arasında sevinç uyandırır. Derin ve ince bir tasavvufî anlayışa sahip olan 2. Beyazıt Han ise bu teklifi reddederek şöyle der:

“Şayet bu teklifi kabul edersek, ülkemizde kilise mimarîsi hâkim olur, İslamî mimarîmiz inkişâf edemez ve şahsiyet kazanamaz. Bizim medeniyetimiz bizim üslûbumuzla inkişâf etmeli. İslâm ile yoğrulmuş Osmanlı mimarîsi böyle zuhur edecektir.” İşte bu görüş; akıllı, ferâsetli ve gönül ehli bir müslümanın ufkudur.

Hakikaten Osmanlı; bütün medeniyetlerin mahsûllerini âdetâ mikserden geçirdi, kendi şahsiyeti içinde yepyeni ve aslî bir terkiple zirveye ulaştırdı. Bu anlayış sayesinde; İslâm’ın rûhu hendeseye nakşedilmiş, değerini kıyâmete kadar koruyabilecek Süleymaniye ve benzeri âbideler silsilesi vücut bulmuştur.

Meselâ çeşmeler... Her biri birer mimarlık hârikası...

Bir çeşme ki, hararet duyup da su içmek isteyen kişiye su ikrâm ediyor. O sebil; gayet zarif mimarîsiyle, temâşâ edenlere de huzur veriyor. Çeşmenin alınlıklarına konulmuş levhalar ise, bir başka tefekkür ve tehassüs vesilesi... Çünkü, o levhalarda; «hayatın sudan yaratıldığını» ve cennette ikrâm edilecek nehirleri, cennet içeceklerini tarif eden âyet-i kerîmeler yazılı...

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Anadolu Dervişinin Gönül Dünyası, Yüzakı Yayıncılık