Osmanlı’da Vakıflar ve Vakıf Medeniyeti
Erkam Radyo'da İstanbul'un Sırları adıyla program yapan İstanbul Seyyahı Fahri Sarrafoğlu Muhterem Osman Nuri Topbaş Hocaefendi ile Osmanlı’da Vakıflar ve Vakıf Medeniyeti konulu özel bir mülakat gerçekleştirdi. İstifadenize sunuyoruz.
Değerli dinleyicilerimiz! Konuğumuz, bizleri kırmayan, Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocamız.
Efendim, öncelikle teşekkür ediyoruz.
Estağfirullah, biz teşekkür ederiz.
Muhterem Efendim! Bir önceki röportajımızda İstanbul’da tasavvufun izleri ve Osmanlı’da estetik anlayış hususları üzerinde durmuştuk. O mülâkâtımızda İstanbul ve Osmanlı denince özellikle, vakıf şehir ve vakıf medeniyetinden bahsetmiştiniz. Bunun altını çizdiniz. Bunun üzerine vakıf medeniyeti mevzuunu biraz daha derinlemesine değerli dinleyicilerimize ve bizi internet üzerinden izleyecek olan seyircilerimize aktaralım dedik.
Öncelikle Efendim, “vakıf” ne demektir? Yani “vakıf” deyince biz ne anlıyoruz? Ya da “vakıf” deyince günümüzde ne anlaşılmalı? Bu konuda bizlere bilgi verirseniz.
Çok muhterem kardeşlerimiz! Dünyaya geliş sebebimiz; Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de:
لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56]) Cenâb-ı Hakk’a kul olabilmek.
Yine;
لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye) buyruluyor, Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek. Yani muhabbetullah’tan bir hisse almak, mârifetullah istikâmetinde hayatımızı tanzim etmek, olgun bir mü’min, keyfiyetli bir mü’min olabilmek.
Bu hususta, iki husûsiyeti hayatımızın her safhasına yaygınlaştırmamız zarurîdir. Bunlardan birincisi:
Tâzim li-emrillâh.
Yani Allâh’ın -celle celâlühû- emirlerini, bütün, noksansız bir şekilde, huşû, rûhâniyet, vecd ve istiğrak içinde îfâ edebilmek; tâzim li-emrillâh.
İkincisi:
Şefkat alâ halkıllâh.
Yani Allâh’ın bütün mahlûkâtına merhamet ve şefkat göstermek.
Vakıf; şiâr-ı îmandır. Cenâb-ı Hak bize en çok Kur’ân-ı Kerîm’de “Rahmân ve Rahîm” esmâsını bize tebliğ etmektedir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e de “raûf ve rahîm” olduğunu, yani çok merhametli ve çok şefkatli olduğunu, yani şefkat ve merhametin zirvesinde olduğunu bildiriyor. Hiçbir peygambere Kur’ân-ı Kerîm’de bu kadar “raûf ve rahîm” olarak bir iltifat yok. Yalnız -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e…
Yine, Efendimiz’e Cenâb-ı Hak, “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet) buyuruyor. Yine Efendimiz’i üsve-i hasene/örnek bir şahsiyet, örnek bir model, kıyâmete kadar gelen bütün insanlara örnek model. Ve bu modelin de temsilcisi; mü’minler.
Bir mü’minin de bu modele çok yaklaşmasının bir zarûrî olduğu hadîs-i şerîfte buyruluyor. Efendimiz:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 96)
Demek ki kendimizi bir mîzân ettiğimiz zaman, bu “tâzim li-emrillâh, şefkat alâ halkıllâh”, hayatımızda ne kadar bir yer tutuyor, tesiri var?
Bu, “Vakıf Nedir?” suâliniz… Buna cevap vermeden evvel, bizim inancımızda ve bizim medeniyetimizde mal ve mülk mefhumuna nasıl yaklaşıldığını ortaya koymamız lâzım.
Yani mala sahip mi çıkıyoruz, mal bizim mi, değil mi?
Mal bizim mi, değil mi? Mâlum; bu, son asırlarda hâkim olan iki büyük sistem var. Biri kapitalizm, diğeriyse komünizm. Ve bu ikisine baktığımız zaman, kapitalizm de, ikisi de maddeci, rûhânî tarafı yok. Kapitalizm, yani liberalizm; mal-mülk fertlerindir. Hattâ sloganları; “bırakınız yapsın, bırakınız geçsin.” Yani bir hak-hukuk vs. merhamet, bir şey yok. Zengini daha zengin eden, fakiri daha fakir eden. Sistemin de temelinde faiz var. Faiz de bir noktada bir istismar sistemi olmuş oluyor.
Bir sömürü aynı zamanda, sömürüyor.
Sömürüyor, yani bir merhamet yok.
Bir hâtıra nakledeyim:
Otuz küsur sene evvel, Londra’da, gece undergroundlardan/yeraltı trenlerinden indim. Baktım orada titreyen bir ihtiyar vardı, yaşlı bir kadın. Titriyordu soğuktan. Geçenlere bir merhamet dileniyordu bakışlarıyla. Orada arkadaşa sordum ben, dedim:
“–Burada hastahâneler var, belki şeyler var, kimsesiz yurtları var, bilmiyorum dedim. Fakat dedim, bu kadının hâli nedir burada? Bu kadını alıp, oraya götürüp teslim edecek bir kimse yok mu?” dedim.
Bana güldü. Dedi:
“–Burada dedi, kim 10 pound verecek, bir araba tutacak, götürüp bunu teslim edecek oraya? Burada dedi, bir, meselâ bir kişinin annesi hasta olur; çantasını alır hastahâneye gider. Eğer oğlu çok merhametliyse, ona haftada bir gün bir kalıp sabun götürür, o kadar. Dönüşte de o anne yine eline çantasını alır, hastahâneden çıkar gelir.”
Yani bu kapitalizm, “mal-mülk fertlerindir”, bencildir, rûhânî bir hissiyat olmadığı için pragmatisttir. Yani yalnız menfaatini düşünür.
Buna karşılık komünizm ve sosyalizm, bu da; “mülk toplumundur” der. Güyâ eşitlik söyler. Fakat güçlü, burada da güçsüzü geçer. Yine güçlü, güçsüzü şeyi altına alır.
Orada da ezmek var.
Ezmek var. Yani iki sistem de hemen hemen aynıdır. Şuradan aynıdır, mülkün kavgasını yapar. Yani mülk orada mı olacak, burada mı? Yani mülkün mekândaki yeri üzerinde tartışırlar. Onun da bir rûhâniyet tarafı yoktur. Sistem materyalisttir.
Fakat İslâm’da ise “mülk Allâh’ındır” “اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ” Fertler ancak helâlinden kazanacak ve bu mülkü de emânetçi olarak alacak. Allâh’ın bir emâneti. Çünkü Cenâb-ı Hak:
“Canlarıyla mallarıyla Cennet’i satın aldılar.” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 111) Yani Cenâb-ı Hak, canı ve malı bir emânet olarak veriyor. Can ve malla Allâh’a yakınlık test edilecek. “Benim ne kadar Cenâb-ı Hakk’a yakınlığım var?”
Çünkü Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
“Sevdiklerinizden vermedikçe birre vâsıl olamazsınız.” (Âl-i İmrân, 92) Yani Cenâb-ı Hakk’a yaklaşamazsınız buyruluyor.
Doğru.
Yani burada İslâm’daki mülk teorisi, kavramı, tamamen değişik. Yani mülk, insanın problemini çözecek, merhametini artıracak, rûhânî duygularını tezyîd edecek.
Sâde bu mülkün iki tane bir şeyi var İslâm’da, mânîsi var:
Biri israftır. Öbürü de pintiliktir.
Biri saçıp savurma, biri de tutma.
Kendine biriktirme. Yani israf, malı nefsine tahsis edecek şekilde, bir savurganlık yeni tâbiriyle.
Yani hem egoistlik var orada, kendine kullanıyor.
Kendine kullanıyor yalnız. Yani “bu mal bana emanettir” şuuru maalesef zayıf bazı kimselerde. Tabi bu da takvâya mânî.
Hattâ “mal benim değil mi, istediğimi yaparım” anlayışı da var, maalesef.
Anlayışı da var. Yani bu bir noktada yine israf, aşağılık duygusunu bastırma hareketi, psikolojik olarak. Yani malıyla mülküyle kendisi bir gösterişe girecek.
Hâlbuki Cenâb-ı Hak onu bir emânet olarak verdi. Burada zekât olacak minimum. Sadakası olacak ve ucu yok, infak olacak. Allah için verecek, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşacak.
İslâm’daki mülk telâkkîsi çok daha ayrı.
Cimrilik ise, insanı Cenâb-ı Hakk’a dost olmaktan alıkoyan bir keyfiyet. Çünkü kendine biriktiriyor. Yani, hâlbuki güven, Cenâb-ı Hakk’a olacak. Cenâb-ı Hak:
فَفِرُّوا اِلَى اللّٰهِ
“Allâh’a (yaklaşın, Allâh’a) koşun…” (ez-Zâriyât, 50) buyruluyor.
Velhâsıl, îmânın meyvesi merhamettir. Merhametli mü’min cömert olur. Merhameti şöyle tarif edebiliriz: Sende olanı onda olmayana (vermen), senin onun ihtiyacını görmendir. Yani…
Onu rahatlatmaktır.
Rahatlatmaktır. Bu şekilde bir huzur bulmaktır. Yani o rahatlatmanın neticesinde bir huzura kavuşmak, bir sevinmektir esasında.
Tabi kalp ilerledikçe, kalp seviye kazandıkça, kalp merhaleler katettikçe, bir mü’min infak ettikçe, karşısındakinin sevinciyle sevinen kimsedir. Ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisinden râzı olması durumunda da ayrı bir sevincine bir sevinç katar.
Efendim, “infak” dediniz, orada bir kelime geçti.
Evet.
Onu birazcık açabilir misiniz?
İnfak, “nafak” kelimesinden gelir kök olarak. Nafak, tünel mânâsınadır. Yani infak, Cenâb-ı Hakk’a giden bir mal, Cenâb-ı Hakk’a giden gayretler. Bunun da bir hududu yoktur. Hududu açıktır bunun. Cenâb-ı Hak âyette:
“…Bollukta da verirler, darlıkta da verirler…” (Âl-i İmrân, 134) buyuruyor. Yani zekât alan kimsenin de vermesi lâzım bunu.
Fakat sırf bu para değil. Gücünü verecek, aklını verecek, zekâsını verecek, tesellî edecek... Bunların hepsi infak hududuna girer.
Efendim, “tünel” dediniz, yani giden yol dediniz ama, gizli olacak herhâlde, değil mi?
Tabi tünel.
Alttan.
Tabi tabi.
Az önce dediğiniz underground gibi, alttan gider tünel.
Tabi alttan giden yol.
Tabi, münâfık kelimesi de buradan gelir.
Aa, o da gizli tabi…
Aynı kökten gelir.
Doğru.
Allâh’a gideceği yerde nefsine doğru gider. Nefsini öne çıkartır. Yani o tüneli kazaya uğratır.
Doğru. Peki infak çeşitlerimiz hakkında alabilir miyiz?..
Evet, oraya geleceğim. Şimdi bir, vakıf ismine bir… Bu vakıflar rahmet insanları tarafından inşâ edilir. Bu vakıf insanlarının fârik vasfı, Hâlık’ın (şefkat) nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanan kişilerdir. Bütün mahlûkat… Beni yaratan Allah, bu mahlûkâtı yaratan Allah, aynı Allah. Bu şekilde bir merhametle, bir şefkatle…
Rahmetli peder anlatmıştı; onu da misal vermek isterim:
Elli sene evvel herhâlde, bu, şeyde, Sâmi Efendi Hazretleri’yle bir hac yolculuğunda, bir yer kiralarlar Medîne-i Münevvere’de. Efendi Baba’nın odasını hazırlarlar. Bir yılan görürler köşede, ürkerler. Arkadan Efendi Baba odaya girer. Der ki:
“–O hayvan der, kendi hâline bırakın der, o gelir-gider.” der.
Sonra rahmetli peder diyor:
“–O hayvanı, o yılanı bir daha görmedik orada.”
Demek ki Cenâb-ı Hak’la dost olan, Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkâtıyla dost oluyor…
Vakıf insanının en başta durumu -üst seviyede tabi- bu şekilde.
Yani vakıf insanı, yumuşak gönüllü olacak. Yüzünden/sîmâsından tebessüm eksik olmayacak. Aslâ kalp kırmayacak. Eğer bir nâdan tarafından kırılırsa da onu affedecek.
Yalnız kendini düşünen/hodgâm olmayacak, diğergâm olacak. Kardeşi için fedakârlıkta bulunan insan olacak. Îsar sahibi olacak. Muhâcir-Ensar bunun en güzel bir şeyi (misâli). Hattâ Muhâcir’i Ensâr çağırdı, mal beyânında bulundu.
“–Al kardeşim dedi, işte benim dedi, evim bu dedi, hurma bahçem bu; gel dedi, paylaşalım.” dedi.
Medîneliler vermek istiyordu; Mekkeliler/Muhâcirler de:
“–Kardeşim! Malın sana mübârek olsun! Sen bana çarşının yolunu göster. Veyahut da sen bana bu hurma bahçenin içinde benim çalışacak, bana bir iş göster.”
İşte bu bir, nasıl bir İslâm bir insan yetiştirdi?.. Biri vermek istiyor, öbürüyse müstağnî…
Yani bir rahmet insanı, bir vakıf insanı, rûhu hak ve merhametle yoğrulacak. Rûhundan rahmet taşıracak. Hattâ merhametsiz bir insana dahî merhametle muâmele edecek. Ve onun istikbâldeki âkıbetini, âhiretteki âkıbetini düşünecek, ona merhamet edecek.
O biraz zor tabi.
Çok zor, bu çok yüksek seviye, zirve seviye.
Tabi.
Meselâ Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’ne bir hâl olur. Zamanın kutbu, büyük velîsi kendisine keşfolur. Gidip bakayım der, o zâtın der, bir hâlini göreyim der. Bir demirci. Gider bakar; hem demir dövüyor, demir tavlıyor ateşin içinde, şekil veriyor, hem de ağlıyor. Hafs bin Haddâd.
Diyor:
“–Kardeşim diyor, niye ağlıyorsun?” diyor, selâm-kelâm, hâl-hatır sorduktan sonra.
“–Derdim büyük.” diyor.
“–Nedir derdin?” diyor.
“–Derdim diyor; acaba diyor, mücrimlerin diyor, kıyâmet günü hâli ne olacak?” diyor.
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri diyor ki:
“–Biz kendi hâlimize baksak daha iyi olmaz mı?” diyor.
“–Yok diyor, bir mü’min diyor, ıztırap görürken diyor, ben diyor, huzur bulamam.” diyor.
İşte zirvede bir vakıf insanı.
Hattâ bu bizim Osmanlı’da bir örf hâlindeydi. Bir pâdişah Cuma selâmlığına çıkarken; “Mağrur olma pâdişâhım, senden büyük Allah var!”
Pâdişâhı bile bir îkaz etme… Benlikten kurtulacak ki rahmet tecellî edecek. Benlikli insanda fazla bir rahmet tecellîsi olmaz.
Velhâsıl vakıf insanı, rahmet insanı, çorak insan değil, rahmet insanı olacak. Bereket olacak. Yağmur gibi aynı. Girdiği her yere bir bereket verecek, bereket olacak yağmur gibi. Güneş gibi olacak, en kuytu yerleri dahî aydınlatacak, ısıtacak.
Velhâsıl, insan, hayvan, nebâtat, onda hayat bulacak. Bu vakıf insanı. Yani vakıf insanının -aşağı yukarı- bunlar, zirvedeki tarifleri. Yani gönül olarak itici olmayacak, cezbedici bir dil kullanacak.
Mevlânâ buyuruyor ki:
“Tatlı suyun başı kalabalık olur.” diyor. Tabi böyle baktığımız zaman vakıf insanını, rahmet insanlarını da herkes sever onları. İnsanlar sevdiği gibi, mahlûkat da sever onu.
Hattâ bir yabancı diyor ki, bir sefir, İstanbul’a geliyor:
“Ben diyor, bir diyor, gayr-i müslim mahallelerini gezdim, bir de Müslümanların olduğu mahalleleri gezdim. Baktım diyor, Müslümanların olduğu mahallelerde kediler, köpekler daha fazla. Çünkü kediler, köpekler onlardan merhamet görüyor, o Müslümanlardan; onlara sığınıyor. O Müslümanlar da Hâlık’ın (şefkat) nazarıyla o hayvanları seviyor…”
Velhâsıl “Tatlı suyun başı kalabalık olur.” Mevlânâ buyuruyor. Bir vakıf insanı, bir rahmet insanı da imhâ edici değil, inşâ edici olacak. Münâkaşa çıkaran değil, sulh ve selâmet, ülfet oluşturan bir hâli olacak.
Cedelden uzak olacak.
Cedelden uzak olacak.
Şimdi buyurun diğer şeyi…
Evet, şimdi Efendim, az önce altını çizdiniz, “vakıf insanı” dediniz, özellikle hayâya dikkat etmeli, güleryüzlü olmalı. Aklıma geldi; Osmanlı’da biliyorsunuz, sebiller var. Sebillere baktığımız zaman, hep merak etmişimdir, neden sebillerin etrafı böyle kapalı, demir vardır ve arkasında cam vardır, biraz da aşağıdadır?
Kaynaklarda diyor ki, dışarıdan gelen, oradan sadaka alacak, utanmasın, içerideki tanımasın. İçerideki de verecek, sadaka verecek, dışarıdakini tanımasın. Hem utanmasın, hem de torpil geçmesin “bu bizden diye”.
Evet.
Yani bu da başka bir, vakıf medeniyetinin güzelliği sebillerdeki. Günümüzde de hâlâ devam ediyor.
Efendim, sebillerdeki bir güzellik de şu. İnsan nasıl, tebessüm eden bir insana sempatisi artar; bu çeşmeleri, o şeyleri de, bir tebessüm edecek mâhiyette yapılmış. O saçaklarıyla, üzerindeki tezyinatla, âyet-i kerîmeleriyle üzerindeki, hadîs-i şerîfleriyle... Gelene, su içmek isteyene, sanki böyle bir tebessüm hâlinde “buyur” diyor, “buyurun” diyor.
Gönlünü açıyor.
Gönlünü açıyor.
Evet Efendim. Şimdi “infak”a tekrar dönersek; çok hoşuma gitti o söz, yani “alttan giden tünel” dediniz. Bunun çeşitleri var mı? Onlardan bahsedebilir misiniz?
Efendim. Mü’minlere Kur’ân-ı Kerîm muhtelif kalıpla, 72 kere infâkı emrediyor. Yani Kur’ân-ı Kerîm’de zekât, sadaka, infak 125 yerde geçiyor, fakat 72 yerde de “infak” geçiyor.
Şimdi zaten zekât, minimum, asgarînin asgarîsi. Zaten o zekât, o kişinin malı değil, fakirin emâneti onda.
Sadaka, kendisini koruması için. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için.
Fakat infak ise, ucu açık. Zekât kırkta birdir. İnfak ise bunun ucu açık. Bu, Cenâb-ı Hakk’a giden bir tünel olmuş oluyor. Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıran tünel oluyor.
Tabi bu, demin bahsettiğim gibi, yani bu infak, yalnız mal vermekle değil. Meselâ ashâb-ı kirâma baktığımız zaman, bir kısım Çin’e gidiyor Vehb bin Kebşe’nin şeyinde. Bu, en büyük infak. Giderken üşenmiyorlar, yorgunluk gelmiyor. Hangi vâsıtalarla gidiyor?..
İbn-i Abbâs’ın kardeşi Semerkand’a gidiyor bir sahâbe grubuyla. Bir kısım sahâbî Afrika’ya giriyor. O zaman dünyanın üçte birini kaplıyorlar aşağı yukarı.
Bunlar nedir? Bir infak heyecanıdır bu.
Eyyûb el-Ensârî Hazretleri seksen küsur yaşında iki sefer İstanbul’a geliyor. Bunlar hep bir infaktır. Yani infak sırf malla değil, her şeyle infak.
Meselâ 1. Ahmed Hazretleri, bu Sultanahmed Câmii’ni yaptıran, inşâ eden. Onu kızı rüyâda görüyor da, Allâh’ın kendisine verdiği bu mükâfâtın sebebini sorduğu zaman:
“–Kızım diyor, ben diyor, tebdîl-i kıyâfet ederdim diyor, zaman zaman gidip diyor, câmide tebdîl-i kıyâfetle çalışırdım.” diyor.
Şimdi Sultan Ahmed, 1. Sultan Ahmed’e baktığımız zaman, o zaman bir mağlûbiyet görmemişti. Bütün dünyanın önünde eğildiği bir insandı. Ona Sultanahmed Câmii’ni yaptırmaktan, gidip orada çalışmak çok daha zordur. Tamamen nefsini sıfırlayarak…
Velhâsıl bu da bir infak. Yani infak çok. Yani Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede buyuruyor:
“…(O takvâ sahipleri) kendilerine rızık olarak verdiğimiz her şeyden Allah yolunda infâk ederler.” Bakara Sûresi, 3. âyet.
Yine Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresi 111. âyette:
“Allah mü’minlerden Cennet mukâbilinde canlarını ve mallarını satın almıştır…”
Demek ki burada can ve mal, bu dünyadayken pazarlanıyor. Bu, kabirde pazarlanamaz, âhirette pazarlanamaz. Son nefese kadar dünyada pazarlayabilirsin. Son nefes de son durak, bitti. Son durak. Son nefes, her şeyin bittiği bir an olmuş oluyor.
Yine Bakara Sûresi 207. âyette:
“İnsanlardan öyleleri vardır ki Allah rızâsını kazanmak uğrunda kendisini (ve malını) fedâ ederler...”
İşte ashâb-ı kirâmın tam bir modeli. Cenâb-ı Hak da bizlere Tevbe Sûresi’nin 100. âyetinde, “onlara tâbî olan ihsan sahipleri” buyuruyor. Onlar nasıl bir, malı nasıl telâkkî ettiler, insanı nasıl telâkkî ettiler? Demek ki bizim de onlara benzememiz lâzım.
İnsan, hayattayken amel defterine dâimâ sâlih ameller kaydettirmek ister. Vefât edince de bu kayıtlar durur, biter artık. Fakat Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:
“Üç hâl bu kayıtların dışındadır. Birincisi sadaka-i câriye…”
Yani bir kimsenin vefatından sonra devam eden müesseseler. Allâh’a adanmış müesseseler. Bunlarda temlik ve temellük yoktur. Yani bir satın alma, satma vs. yoktur.
“…İkincisi; kendisinden istifade edilen ilim…”
Tabi bu Hakk’a dâvet eden bir ilim. Hidâyete davet eden ilim.
“…Üçüncüsü de; arkasından duâ eden hayırlı evlât.” (Müslim, Vasiyet, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36)
Ve hayırlı talebeler bırakan. Bu üç keyfiyet.
Bir hâdise nakledeyim:
Efendimiz’in son anlarıydı. Ezan okundu. Efendimiz’in mescide kadar yürümeye tâkati yoktu. Fakat ashâb-ı kirâm geldi, ısrar etti. Hâli de yok Efendimiz’in. “Ayağa kaldırın.” dedi. İki kişi ayağa kaldırdı. Gusletti, bir su dökündü. Fakat yine gücü yoktu, şey yapamadı, yürüyemedi, yine orada yığıldı. Üç sefer oldu bu. Üçüncüde, bir koluna amcası Abbas -radıyallâhu anh- girdi; üç adım, üç adım, sahâbî şeye kadar götürdüler mihrâba. Orada Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz’i mihrâba geçirdi, kendisi ittibâ etti.
Hazret-i Âişe Vâlidemiz buyuruyor:
Selâm verildi. Arkasına baktı, döndü. O muzdarip hâlinde o kadar güzel bir tebessüm etti ki, arkasında bir ashâb-ı kirâm cemaati gördü, yetişmiş, keyfiyetli.
Bu da infâkın en güzeli. Arkamızdan bir keyfiyetli insan yetiştirme.
Kaliteli eleman.
Kaliteli eleman, keyfiyetli eleman, ideal insan yetiştirmek. Kendisini Cenâb-ı Hakk’a vakfeden bir insan yetiştirmek.
Meselâ bir misal. Misaller çok tarihte. Meselâ Sultan Murad Han, 1. Murad. Bursa’da her türlü güzellikler vardı. Bugünkü gibi değildi. Akarsular, yeşillikler, bülbüller vs… Fakat babası dedi ki:
“Oğlum dedi, tevhid iki kıtaya sığmaz dedi, onu bütün dünyaya taşıyacaksın dedi. İnsanları dedi, hidâyete erdireceksin dedi. Onlara Allâh’ın dînini, Allâh’ın dîninin güzelliğini tanıtacaksın.” dedi.
Ve onun üzerine Kosova’ya kadar, bin km yol gitti, Bursa’yı bırakıp. O gece duâ etti. Fırtınalı bir geceydi. Duâ etti:
“Yâ Rabbi dedi, yarın bir bayram olsun, bu bayramın da kurbanı ben olayım.” dedi.
Hakîkaten öyle oldu.
Şehid oldu.
Şehid oldu. Arkasından gelenler, Anadolu’nun o temiz insanlarını Kosova’ya yerleştirdiler. Onlar sırf dille değil hâlle, Anadolu’nun temiz halkının yaşamasıyla, hemen hemen Arnavutların yüzde doksanı müslüman oldu.
Yine Fatih, İstanbul’un fethinden on sene sonra Bosna’yı fethetti. Yine Anadolu’nun temiz insanı geldi oraya yerleşti. Onların hâli, kāli, yaşayışıyla Boşnakların yüzde yüzü müslüman oldu.
Ve hâlâ da günümüzde sadaka-i câriye devam ediyor.
Velhâsıl oraya geleceğim. Şimdi bu ne oluyor, sadaka-i câriye oluyor. Şimdi, Kosova’da ne kadar bir ezan okunuyorsa, Bosna’da ne kadar ezan okunuyorsa, ne kadar orada secde ediliyorsa, orada 1. Murad’ın da Fatih’in de payları var. Allah cümlemize -inşâallah- bu, arkamızda sadaka-i câriye bırakacak hem insan, hem de Cenâb-ı Hak müesseseler inşâ etmeyi, Cenâb-ı Hak cümlemize ihsân eylesin.
Âmin, inşâallah.
İslâm âlimleri, bu sadaka-i câriye ile ekseriyetle bu, vakfın kastedildiğini beyan etmişlerdir. Sadaka-i câriye, Allah rızâsı için dâimî sûrette hizmet veren bir eser bırakmaktır.
Yani, bazı ırmak ve çeşmeler vardır ki dünya kurulduğundan beri berrak bir şekilde derûnî nağmelerle akmaktadır. Bu akan bu ırmaklar, susamış sînelere hayat, elemli yüreklere haz ve ümit, âşık ruhlara da ilham verircesine serin ve tatlı şırıltılarla kıyamete kadar devam ederler, akarlar.
İşte bu, Allah Rasûlü, Allah yolunda yapılacak bir kısım hayırları da bu akarsulara benzetmektedir. Ancak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bahsettiği bu akarsular daha başkadır, bu ırmaklar. Zira kıyâmete kadar değil, kıyâmetten sonra da Cennet’teki o sonsuzluğa devam edecek ırmaklardır.
Onun için sadaka-i câriye işi çok mühim. Nasıl bizim ecdâdımız, nasıl bir sadaka… Câmileriyle, çeşmeleriyle, aşhâneleriyle, hastahâneleri vs. kışlaları...
Cenâb-ı Hak cümlemize bu yeni nesle, böyle sadaka-i câriye bırakmayı Cenâb-ı Hak nasîb eylesin -inşâallah-.
Âmin, inşâallah.
Buyrun.
Efendim, epeyce geniş mâlumat verdiniz vakıflarla ilgili. Vakıf, işte biliyoruz, “durdurmak”, bir şeyi “durdurmak”.
Evet.
Bunu biraz daha açabilir miyiz, tarihi hakkında da bize bilgi verebilir misiniz?
Efendim, yine vakıf, Yaratan’dan ötürü yaratılana merhamet, şefkat ve sevginin müesseseleşmiş şeklidir. Lügatte, buyurduğunuz gibi, “durmak, durdurmak” demek oluyor. Diğer bir ifadeyle Allah -celle celâlühû- Allâh’a adanan, temlik ve temellükten ebediyen men edilen bir mülkiyet. Yani satılmaz, devredilmez, vs. olmaz.
Kıyâmete kadar devam…
Gider. Ve o kadar bir buraya ehemmiyet… Vâkıfın şartı “كَنَصِّ الشَّارِعِ” yani “Allâh’ın âyetleri gibidir” buyrulmuştur.
Evet.
Yine burada ben bir hâtırayı anlatacağım. Peder rahmetli, Konya’da bir zât varmış. Ben görmedim, tanımıyorum, herhâlde benden daha evvel ki, bu zât çok mükrim bir zâtmış. Sahî bir zâtmış. Sevilen, hayır-hasenat sahibi bir zâtmış. Orada bir vakıf arazisi satılıyormuş. Demişler ki etrafı:
“‒Sen hayır-hasenat sahibisin, bu senin hakkındır, bunu sen al.” demişler.
Rahmetli pedere anlatmış:
“–Ben de orayı aldım demiş. Bütün mal-mülk hepsi gitti ve sıfırlandı demiş. Her şey bitti.” demiş.
Velhâsıl bu çok hassas bir mevzu. Hattâ halk ağzında bir darb-ı mesel vardır. Bir kuşa Süleyman -aleyhisselâm- cezâ verir. Kuş da der ki:
“‒Ben der, senin mülkünü harap ederim.” der.
Süleyman -aleyhisselâm- der ki:
“‒Senin sıkletin ne ki, neyi harap edeceksin, benim mülkümü nasıl harap edeceksin?” der.
O da der ki:
“‒Ben der, kanatlarımı suya sokarım, arkadan vakıf toprağına sürerim, bu vakıf toprağını gelip senin damının üzerine dökerim.”
Tabi bu halk arasında bir darb-ı mesel. Fakat bu tabi, kıssadan hisseli.
Bu vakıflara çok ehemmiyet verilmiş ve vakıflarda işte çok titizlikle davranılmıştır. Hakîkaten bu vakıf, çok mühimdir. Çünkü Allâh’a adanan bir maldır.
Meselâ Kâbe, Harem-i Şerîf, hac ibadetinin mukaddes mekânları, Arafat, Mina, Müzdelife, bu yerler de vakıftır. Bunlar ne alınır, ne satılır, ne temlik, ne temellükü vardır.
Bir de bağışlanan mallar, vakfa bağışlanan mallar vakıftır. Bu, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’dan başlar.
İbrahim -aleyhisselâm-’ın sürüleri vardı. Bir imtihan olarak Cebrail geldi:
“–Bunları bana satar mısın?”
“–Bunlar benim değil dedi. Rabbimin.” dedi.
“–Peki dedi, ücreti nedir?” dedi.
“–Üç sefer dedi, Cenâb-ı Hakk’ı zikret.” dedi.
Öyle bir gönlü aşkla dolu ki. O aşk neticesinde bütün mal-mülk siliniyor.
Cebrâil dedi ki:
“‒Ben insan değilim, ben alıp götüremem.” dedi.
O zaman İbrahim -aleyhisselâm- dedi ki:
“‒Sen meleksen, ben de Halîl’im, Allah dostuyum dedi. Ben dedi, verdiğim şeyi bir daha geri almam.” dedi.
Velhâsıl böyle bir İbrahim -aleyhisselâm-’da da böyle güzel bir hâtıra vardır. Tabi bu, Allah dostu olmak, bu sırf İbrahim -aleyhisselâm- malıyla, canıyla, evlâdıyla… Çünkü bu üç tane tahttır insanın kalbinde. Bu üç tahtı Allâh’a adayarak…
En zoru başarabilmek.
Dostluk… En zoru. Fakat tabi Cenâb-ı Hak her o adayışta da büyük mükâfat verdi. Malını adadı, Halil İbrahim bereketi, hâlâ zamanımızda da. Tahiyyattan sonra yine İbrahim -aleyhisselâm-’a salevat getiriyoruz Tahiyyat’ta, her namazda.
Can çok kıymetli. Canını ateşe attı Allah için, Cenâb-ı Hak da onu gülistan hâline getirdi.
“Ey ateş! İbrahim’e serin ve selâmet ol!” (el-Enbiyâ, 69) denildi.
Hattâ yine Mevlânâ’da güzel bir nükte var:
“Sende İbrahimlik var mı yok mu ona dikkat et diyor. Eğer sende diyor, İbrahimlik yoksa ateş seni yakar diyor. Yani Cehennem seni yakar diyor. Yok diyor, sende diyor, İbrahimlik varsa ateş senden uzaklaşır.” diyor.
Tabi bu, evlâdı da kendisinin parçası.
Evlât.
Evlât. Cenâb-ı Hak da ne oluyor, bir kurban gönderiyor.
“İbrahim sana selâm (buyuruyor). Bu, apaçık ve zor bir imtihandı. Sana bir nam verdik.” buyuruyor. (Bkz. es-Sâffât, 104-109)
Bu tabi dostluk. Tabi bu vakıf, İbrahim -aleyhisselâm- ile başladı bildiğimiz kadarıyla.
Onu diyecektim. Evet, evet, ilk o zaman İslâmiyet de ondan mı başlatır?
Onunla başladı. Yani şeyle başladı.
Ve o zaman muhterem Efendim, şimdi, vakıf dedik, İbrahim -aleyhisselâm-’la başladı.
Evet.
O zaman, içerisinde ne var? Dostluk da var.
Dostluk var.
Yani Halîlullah dedik ya.
Tabi.
Vakıf diyorsam, ben orada bir ticaret değil, dostluk başlatıyorum.
Tabi, tabi.
Mâdem malıyla, canıyla, evlâdıyla…
Tabi.
Ve onu da vakfetti, o zaman ben vakfedeceksem, amacım burada ne? Dostluk Allâh’a.
Tabi bu, zor dostluk. Kolay değil. Yani bir fâniyle dost olmak kolay. Fakat burada Cenâb-ı Hak’la dost olmak, aşk istiyor, fedakârlık istiyor. İşte Mevlânâ, “yandım” diyor meselâ. O Selçuklu Üniversite’sinin dersiâmı iken “yandım” demiyor. Bu Şems-i Tebrizî ile olan bir fırtınadan geçtikten sonra, dalgalı denizden geçtikten sonra, ondan sonra “yandım” diyor.
Şimdi, Muhammed İkbal’in de güzel bir şeyi var:
Güve ile diyor, ışık etrafında dönen pervane konuşur diyor. Güve gelip der ki pervaneye -tabi bunlar kıssadan hisseler, temsilî şeyler- güve der ki:
“‒Ben Fârâbî’nin, İbn-i Sînâ’nın, İbn-i Rüşd’ün, Yunan feylesoflarının kitapları arasında karanlıkta dolaşmaktan artık bıktım artık. Hiç bana ışık gelmiyor. Sana ne iyisin pervane diyor. Sen hep ışık etrafında dönüyorsun.”
Pervane de diyor ki:
“‒Kanatlarıma bak diyor. Ben orada kanatlarımı yaktım.” diyor.
Onun için buyurduğunuz gibi, bu zor bir iş bu. Tabi burada hem kulun bir gayreti olacak, hem de burada Cenâb-ı Hakk’ın yardımı gelmiş olacak. Bu, buyurduğunuz, Efendimiz’le olan. Efendimiz’e Cenâb-ı Hak “لَعَمْرُك” O’nun “ömrüne yemin olsun” buyuruyor, “hayatına yemin olsun” diyor. (el-Hicr, 72)
Efendimiz’in. Vakıf, en şümullü olarak Efendimiz’dedir. Burada Efendimiz’in Fedek ve Hayber hurmalıklarında hisseleri vardı. Bunları, Rasûlullah Efendimiz numûnedir, üsve-i hasenedir, Allah yolunda vakfetti.
O zaman Efendim, İbrahim -aleyhisselâm-’dan sonra Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- ilk olarak…
O’nu görüyoruz, daha aralarındakileri bilmiyoruz. Yani Efendimiz’in. Zaten Efendimiz’in, mal olarak bir, peygamberlerin mal olarak bir mîrâsı yoktur. Efendimiz neyi varsa, hattâ birkaç şeyi vardı, altın tanesi vardı elinde. Hemen onları vefât etmeden hemen onları infâk etti. Yani peygamberlerin mal olarak bir mîrâsı yoktur. En büyük mîras peygamberlerindir. Onların mîrâsı da karakter ve şahsiyettir. İşte O, ashâb-ı kirâmı bıraktı arkasında, en güzel bir, hem sadaka-i câriye, hem büyük karakter ve şahsiyet.
Velhâsıl yine ashâb-ı kirâm da Efendimiz’i, gölgenin vücudu takip ettiği gibi takip etti. Nasıl bir gölgeyle vücudu birbirinden ayırmak mümkün değil, o şekilde bir takip etti. Efendimiz nasıl bir infak hâlindeyse, ashâb-ı kirâm da o şekilde bir infak hâlini yaşamanın gayreti içinde oldular. Zira hadîs-i şerifte:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])
Sahâbî diyor ki:
“Bizi en çok sevindiren hadîs-i şerîf, bu hadîs-i şeriftir.” (Bkz. Müslim, Birr, 163/2639; Buhârî, Fadâilu’s-Sahâbe, Menâkıbu Ömer Bâbı)
Kişi sevdiğiyle kıyâmet günü beraberdir.
Sayısız şeyler var asr-ı saâdette. Bu infak var, infak şekilleri var.
Meselâ Câbir -radıyallâhu anh- diyor ki:
“Muhâcir ve Ensâr’dan imkân sahibi olup da infâk etmeyen, vakfetmeyen hiçbir sahâbî ben bilmiyorum.” diyor. (İbnü Kudâme, el-Muğnî, V, 598)
Demek imkânı olan her sahâbî demek ki bir infak heyecanı içinde bulundu.
Bizim bildiğimiz bütün sahâbîler, demek ki hepsi birer infak örneği aynı zamanda, infak misali.
Evet. Meselâ, misaller, çok misaller var ama, ben bir misal vereyim yahut iki misal vereyim.
Ebû Talha vardır. Bu, Efendimiz’in çok sevdiği bir sahâbî idi. Bu:
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe aslâ birre (yani hayrın kemâline) ulaşamazsınız…” (Âl-i İmrân, 92) âyet-i kerîmesi indiği zaman Efendimiz’e geldi:
“‒Yâ Rasûlâllah!” dedi.
(Bugün kadınlar kapısının orada 600 dikili hurma ağacı vardı.)
“–Ben dedi, burayı dedi, infak ediyorum dedi. Bunu dedi, Medîne fukarasına bağışlıyorum.” dedi.
Arkadan hurma bahçesine gitti. Hanımı hurma bahçesinde oturmuştu. Çitin arkasından öyle durdu. Hanıma da merak etti:
“‒Sen dedi, Ebû Talha dedi, bu bahçeyi çok severdin, ben de çok severim. Gelsene içeri.” dedi.
“‒Hanım dedi, artık dedi, -biraz çekinerek, korkarak- bu bahçe bizim değil.” dedi.
“‒Ne oldu dedi. Niye bizim değil dedi. Sen de ben de çok seviyordum bu bahçeyi.” dedi.
“–Çünkü dedi, bugün bir âyet indi, «Sevdiklerinizden vermedikçe Allâh’a yaklaşamazsınız.» Ben de dedi, vakfettim.” dedi.
Hanımı dedi ki:
“‒Ben de dedi, Medîne fukarâsını düşündükçe dedi, ben de bir şeyler yapmak isterdim Ebû Talha dedi. Sadece sana bir şey sorayım dedi. Sen burayı vakfederken dedi, bahçeyi dedi, beni de kastettin mi dedi. Beraber mi vakfettik?” dedi.
“‒Evet dedi, beraber vakfettik.” dedi.
“–O zaman ben dedi, eşyalarımı toplayayım, bahçeden çıkayım.” dedi.
Yani böyle bir heyecan, hangi sistemin içinde vardır? Mümkün mü bu? Nasıl bir merhamet, nasıl bir ittibâ, nasıl Allah Rasûlü’nü tâkip edebilme?
Yine, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Hayber ganimetlerinden güzel bir hurmalık arazisi düşmüştü. Rüyasından üç gün üst üste o araziyi infak etmesi işaret edildi kendisine. O da -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e geldi.
“‒Benim dedi, nazarımda sahip olduğum en büyük mülk, bu mülktü dedi. Bu hurmalığa ben mâliktim dedi. Bu hususta ne buyurursunuz?” dedi.
Efendimiz buyurdu ki:
“–Dilersen bu hurmalığın aslını Allah için vakfet. Gelirini de tasadduk et veya.”
Artık o hibe edilmez, bağışlanmaz, vakıftan sonra. Ona vâris olunmaz, onun mahsulü yalnız infak edilir, muhtaca verilir.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hayatının belki en, tek mülkiyetiydi, onu da vakfetmiş oldu. (Buhârî, Şurut 19, Vasâyâ 28, Eyman 33; Müslim, Vasiyet 15)
Yani buna benzer şeyleri artırdıkça artırırız.
Yani Osmanlı’da da bu heyecan vardı. Vakıflar çok. Belki geleceğiz oraya da.
Evet, ileride…
Meselâ bir misal vereyim:
Sultan 3. Mustafa, Ramazan’da Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi’nin konağına iftara gider. Pâdişah gidiyor tabi konağa Şeyhülislâm Efendi’nin. Der ki 3. Mustafa:
“‒Efendi Hazretleri der, arada size gelmek isterim ama konağınız pek uzak yerde der.”
Şeyhülislâm Efendi der ki:
“‒Sâyenizde yakın yerlerde bir ev tedârik etmemiz mümkündür. Lâkin gördüğünüz şu civar hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.” cevabını verir.
Bu söz pâdişâhın tuhafına gider ve hayretle şöyle sorar:
“‒Acaba bu evlerde yemek pişirmezler mi?”
Mehmed Emin Efendi şöyle cevap verir:
“‒Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.”
Bir vakıf insanından, bu da ayrı bir misal olmuş oluyor.
Güzel bir letâfet örneği.
Evet. Hem de nasıl bir letâfet!
Evet. Şimdi Efendim, ileride var ama şimdi hemen sormak istiyorum, yeri geldi: Vakıf dedik, vakıf medeniyeti dedik, vakıflar dedik. Belki dinleyicilerimiz merak eder; güzel iyi ama, benim o kadar dairem yok vakfa bağışlayayım, vakıf kuracak, belki on liram var, elli liram var. Nasıl vakıf yapabilirim? Nasıl vakıf olabilir? O zaman bir şeye mi ihtiyacım var, bir başka vakfa? Ne yapabilirim?
Herhangi kurulmuş bir vakfa, hangisine bir îtimad hâlindeyse, o vakfa verir. Tabi o vakıf, Allah rızâsı için gayretli mi değil mi? Oraya bakar. En mühim o. Yani o vakıftaki olan ihlâsa, samimiyete, o vakıf fertlerinin samimiyetine, vâkıfların diyelim, samimiyetine, rûhânî hâllerine bakar. Tabi onlar da bir emânet olarak alırlar o verdiğini, az-çok.
Yine bir hâtıraya gideceğim.
Buyrun.
Biz bu Hüdâyî Vakfı kurulduğu zaman bir kadıncağız iki ekmekle geldi. Bir ekmeği evine götürdü, bir ekmeği oraya bıraktı. Yani iki ekmek alacak kadar bir şeyi vardı. Nasıl bir süte yoğurt mayası koyarak tamamı yoğurt olur. Belki, acaba diyoruz, kimin duâsı, kimin getirdiği infak…
Yine bir misal olarak şunu vereyim burada.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor ki:
“–Bir dinar, yüz bin dinarı geçti.”
Sahâbe:
“‒Yâ Rasûlâllah! Nasıl bir dinar yüz bin dinarı geçer?”
“‒Yüz bin dinar, mevcuttan verdi, rahat verdi. Bir dinar veren ise kendinden koparıp verdi, koparıp verdi.” (Bkz. Nesâî, Zekât, 49)
Velhâsıl burada (mühim) olan bir samimiyet. Yani işin hacmi değil.
Meselâ bir Yermuk Harbi’nde bir bardak su, yahut bir bakraç su, üç tane şehidin ortasında kaldı. Üçü de “su, su” derken, üçü de susuz, dudakları çatlamış durumda, 50 derece güneşin altında, “su, su” deyince -bir vefat ederken bile infak- öbür kardeşini gösterdi. Onun yanına gitti, öbür kardeşini gösterdi.
Râvî diyor ki:
“Velhâsıl diyor, üçü de diyor, gittiğim zaman diyor, son nefesini vermişti. Bir bakraç su, üç şehidin ortasında kaldı.” (Bkz. Kurtubî, XVII, 28; Zeylaî, Nasbu’r-Râye, II, 318; Hâkim, III, 270/5058)
Belki o bir bakraç su, belki bugün Süleymâniye’yi taşıyacak kadar bir fedakârlığın bir neticesidir.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak niyetlere, samimiyete bakar.
Onun için vakfa yapılan hibeler de çok mühimdir. Tabi burada vakfın da istikâmetine dikkat etmek lâzım.
O zaman tekrar edelim Efendim dinleyicilerimiz için. Bir, sakın üzülmesinler, en ufak bir lira da olsa herhangi bir vakfa bağış yaptıkları zaman, gönül niyetiyle yaptıkları zaman…
Tabi, tabi.
O âyetin içerisine, infak âyetinin içerisine girebilirler.
Girerler.
Bu bir. İkincisi…
Çünkü “darlıkta da verirler” buyruluyor. “Bollukta verirler, darlıkta da…” (Âl-i İmrân, 134) Darlıkta veren daha makbul esasında.
Evet. Ama burada bir sanki küçük sorumluluk var Efendim düşüyor; onu arz ettiniz, demin söylediniz. Vakfı da araştırmak lâzım.
Tabi.
Samimî olacak.
Samimî olacak.
Vakfın şartlarına, Allâh’ın dedikleri, kuralına uygun vakıf olacak.
Meselâ bizde Hüdâyî Vakfı’nda bir kurban kesildiği zaman, hemen gönderiliyor; “Senin Afrika’da, şurada kurbanın kesildi.” Bir de o tekbirlerle, vekâleti orada bildirilir. Bu zaruret çünkü. Yani îtimad olmazsa olmaz.
Efendim, Yunus Emre’nin sözü vardır hani bilirsiniz; mal sahibi…
Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan,
(Var) biraz da sen oyalan!..
O zaman bu mal, Allâh’ın malı olduğuna göre biz…
“اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ”. Emânetçi. Yani bir markette çalışan bir veznedarı düşünün. Fark o. Yani şimdi hiçbir veznedar; “Bu mal benimdir.” diyemez. “Bunun sahibi var, ben burada maaşlıyım.” diyecek.
Tabi o dürüstlüğü kadar market sahibinin yanında şeyi artar, îtibârı artar.
Velhâsıl mal bir emanettir. Mal kimsenin. “اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ : mülk Allâh’ındır”.
Onun için ecdad, bunu şey yaparak dâimâ câmiydi, dergâhtı, çeşmeydi, şifâhâneydi, garipler, yalnızlar, kimsesizler, buralara mallarını kendilerinden evvel göndermenin telâşı içinde olmuştur.
Hattâ Ebû Zer -radıyallâhu anh- der ki:
“Bir malın üç tane ortağı vardır. Birinci ortak kendisidir der. İkinci ortak kaderdir der. (Bu mal kendisinde ne kadar kalacak? Zengindir, bir anda biter.) Üçüncüsü arkasında kalacak terekedir der. Üç ortağı vardır bu şekilde. Fakat en akıllı ortak sen ol der. Bu iki ortaktan daha akıllı ol der. Bunu der, sağlığında, sağken, bu anda sarf et.” der.
Ebû Zer diyor:
“Benim bir devem var diyor, o kadar diyor. Dünya mülkü içinde diyor, bir devem var diyor. Onu da diyor şimdiden ben vakfetmiş durumdayım.” diyor. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)
Tabi bu bir, herkes tabi bu, kaldıracağı bir şekilde…
Gücüne göre, muhabbetine göre…
Gücüne göre. Yani israf da olmayacak hayatta pintilik de olmayacak…
İkisi arası bir denge.
Denge, orta yolda olacak. “قُلِ الْعَفْوَ” (“…İhtiyaç fazlasını, de!..” [el-Bakara, 219]) buyruluyor. Fazlasını ver buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Efendim, geçtiğimiz haftalarda İstanbul’u gezerken iki câmi dikkatimi çekti. Câmilerden bir tanesini bakıp araştırdık ki; aa, bu câmi bir zamanlar nalbant dükkânı olmuş.
Yaa! Biz talebeyken gördük onu. Bu, şeydeydi bu…
Unkapanı’nın arkasında.
Unkapanı’nın arkasında, Vefâ Bozacısı’nın yanındaydı.
Hâlâ demirler duruyor.
Demirler duruyor. Biz de orada İmam Hatip’te talebeyken, oraya at girerdi, nal çakılırdı, çıkardı.
Evet, bir tanesi de Eyüb Sultan’da marangozhâne olarak kullanılmış. Peki…
Şey de marangoz, Burmalı Mescid vardı.
Şehzâdebaşı’nın yanında.
O da bir Ermeni’ye kiraya verilmişti.
Aynen. Peki madem vakıf Efendim bunlar, vakıftı, ecdâdımız kıyâmete kadar sürsün diyordu. Ne oldu da bunlar nalbant ya da marangoz oluyor?
En dehşetlisi de böyle oluyor. Büyükler diyorlar ki “vav”lardan sakının diyorlar, “vav”lardan. Bu “vav”lar nedir?
Bir defa, yani “vallâhi” diyerek lüzumsuz yere yemin etmekten sakın. Çünkü Allâh’ı şâhit gösteriyorsun. Allah adına, “vallâhi” diyerek bir yemin etmekten sakın.
İkincisi: Mes’ûliyet şuuru ve hassâsiyet taşımayan bir “vâli” olmaktan sakın. Bu da vav’lı başlıyor, vâli. Mes’ûliyet şuuru ve hassâsiyet taşımayan bir vâli olmaktan sakın.
Üçüncüsü: Hakkını îfâ edemediğin bir “vasi” olmaktan sakın.
Dördüncüsü: “Vakıf”. Vakıf malının mes’ûliyetinden korkun. Onu gereği gibi muhâfaza edin.
Tabi bu, “vakıf hizmetlerinden uzak durun” demek değildir. Liyâkat sahibi kişilerin bu vakıf hizmetlerinde bulunmaları zarûrîdir. Çünkü Cenâb-ı Hak…
Geri durmayacak.
Geri durmayacak.
“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyruluyor. Allah o istîdâdı vermiş, o şeyi vermiş.
Bir de Efendimiz’e benzemek istiyoruz kıyâmette.
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
(Kişi sevdiğiyle beraberdir. [Buhârî, Edeb, 96]) buyruluyor.
Demek ki liyâkatimizi, bütün gücümüzü kullanarak, bu vakıf hizmetlerinde bulunmamız lâzım. Bu âmme menfaatinde.
İşte burada, Osmanlı’da vakıflar bir ağ gibi ördü toplumu. Halk arasında hiçbir kavga yoktu. Hiçbir yerde bir garip yoktu. Sahipsiz bir dul, sahipsiz bir yetim yoktu. Yani mahalle onun sigortasıydı.
Velhâsıl bu, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vefât ederken üç sefer; “namaz, namaz, namaz” buyurdu. Birinci şart. Cenâb-ı Hakk’a karşı ferdî vazifemiz. Îmânın kemâline ulaşmak.
İkincisi; “Emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)
Bunlar bir rivâyette “yetimler ve dullar”.
Demek ki dulların ve yetimlerin toplum üzerinde bir hakkı var. Yani onlardan; yetimlerden, dullardan mes’ûlüz.
Efendim, bu vakfiyeler var önemli, Osmanlı da üzerinde durmuş ama, bizim üzerine titrediğimiz bir konu var bir vakfa girdiğimiz zaman, hemen gözümüz neye bakıyor; orada bir bedduâ var…
Yaa…
Allah muhâfaza!
O çok mühim. Duâ da var, bedduâ da var.
Var ama bizim işte, öyle “cıss!” diyecek, bizi yakacak olan bir şey, o bedduâ. Onlardan bahsetsek. Sanki bu biraz unutuldu tabi...
Unutuldu.
40’lardan 50’ye kadar maalesef unutuldu.
Maalesef, maalesef bu unutuldu.
Bu bedduâyı biz, duâyı biliyoruz da bedduânın altını çizerek…
Duâ da mühim ammâ. “Allah günahları affetsin, Cennetlik olsun, vs. olsun...”
Bu, Fâtih’in vakfiyesinde de var. Fatih çok, Allâh’ın -Allâhu a‘lem- dostu bir insandı. En başta, kendinden bahsederken “abd-i âciz” derdi. Yani “es-Sultan, İbnü’s-Sultân, el-Gâzî, Ebû’l-Feth, Muhammed Hân-ı Sânî” demezdi. Onu başkaları derdi. Kendisi “abd-i âciz” derdi. O vakfın şeyinde “abd-i âciz” vardı.
Bunlardan biri; sokaklar için, sokakların temizliği için memur şey yapardı. Hastabakıcı, doktor vs. bunlar kapıları vuracaklar, evde hasta var mı yok mu, kontrol edecekler.
Sokakların temizliği için onlara yine bir ekip, onlara kül ve kireç dökecek, af edersiniz, o tükürük, balgamımsı şeylere, bir mikrop yayılmasın diye.
Bir aşhânesi vardı. Bu da İstanbul şehidlerinin hanımlarına, eytâm ve erâmile, kapalı kaplarda ve hava karardığı zaman, sokaklar boşaldığı, herkes evine döndüğü zaman, onlara erzak ve yemek dağıtılacak.
Bir de en mühimi, onun Ayasofya vardır. O Ayasofya’da çok titiz durur. Ayasofya’nın rivâyete göre bedelini ödedi.
Kılıç hakkı.
Bedelini ödedi. Hem kılıç hakkı, hem de rivâyete göre patrikhâneye onun bedelini ödedi. Orada diyor ki vakfiyesinde:
“Her kim bu vakfın şartlarını bozar veya değiştirirse, Allâh’ın, peygamberin, meleklerin, insanların, bütün mahlûkâtın lâneti onun üzerine olsun.”
Bu tabi, bu çok ağır bir şeydir.
Evet, tabi -inşâallah- yarın imkânlar olur, şartlar değişir, -inşâallah- oradan yine ezan sesleri, secdeler devam eder -inşâallah-.
İnşâallah. Efendim vakfa baktığımız zaman, câmi, ya da çeşme değil, okul değil, vakfın çok çeşitli hizmetleri var.
Evet.
Zât-ı âlînizin yazmış olduğu kitaba baktığımız zaman sadece Osmanlı’da yirmi bin küsur vakıf vardı. Bu vakıflar ne vakfıydı denildiği zaman; leyleğe, hasta leyleklere bakım vakfı var. Hattâ pikniğe götürme vakfı var.
Nereye kadar? Gönül alma…
Efendim, hastaya okunan Yâsînler vakfı var böyle, yapılmış. Yirmi bin küsur vakıf var.
Evet.
Bu vakıf çeşitlerinden tamam, hizmet alanların çeşidi farklı. Biraz da bunlardan bahseder misiniz?
Efendim, o kadar çok ki. Yani toplumun yarasını tamamen bu vakıflar sarıyor.
Evet.
Devlet de rahat ediyor.
Meselâ neler var? Fakir, dul, yoksul, yetim, yolcu, hasta, hizmetçi, yetim, öksüz, dul, yaşlı… Bunların ihtiyaçlarını hâllettikten sonra, öyle bir galeyan hâlinde ki, sâir mahlûkâta hizmet ediliyor. Yaralı kuşlara vs… Hayvanların barındırılması, onların korunması. Hayâle gelen, Allah rızasına mâtuf her şeyde bir gayret edilmiş.
Tabi dünyada 620 sene devam eden ikinci bir devlet yok dünya tarihinde. Roma vardır, o da kesik kesiktir, devamlı değildir. Sırf Osmanlı var 620 sene. Burada tabi demek ki bu vakfiyelerden gelen duâlar mühim. Müslümanların ihlâsı mühim.
Neler vardı bu vakfiyelerde -buyurduğunuz- çeşit vakıflarında?
En başta câmi, tekke, zâviye, türbe, bunların inşaatları var. Medreseler var, Dâru’l-Huffâz var, Dâru’l-Hadîs var, ilmî müesseseler var. Aşhâneler var. Kervansaraylar var.
O da çok mühim kervansaraylar. Yani bir yolcu bir yerden bir yere giderken, o zaman tabi nakil vasıtaları böyle değildi. Otel de yok. Ona, kervanların geçtiği saray denirdi. Saray denir, orada insanlara ikram edilirdi.
Kütüphâneler vardı. Namazgâhlar, misafirhâneler, hepsi bunlar vakıf.
Kuyular, su yolları, su kemerleri, çeşme sebiller, aş evleri, çocuk emzirme ve büyütme yuvaları.
Esir ve köle âzâd etme. Bu da çok mühim. İnsanlık, merhamet…
Fakirlere yakacak temin etme. Hattâ Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, 4. Murad’a bir mektup yazıyor:
“Bak diyor, deden diyor, Kânûnî diyor, Istırancalardan su getirdi diyor. Bu kış diyor, çok soğuk geçeceğe benziyor diyor. Sen diyor, Bolu ormanlarından bolca odun kestir diyor, bunu fakir-fukarâya dağıt.” diyor.
Yani el alttan en yukarıya kadar bir infak hâli. Ve bir şey hâli; îkaz durumunda.
En mühim, daha çok mühim. Bugünkü insanın hayâli ulaşmaz. Meselâ Bezmiâlem Vâlide Sultan’ın kurduğu bir vakıf var. O da, yanlışlıkla, sehven eşya kıran çalışan kişilerin, onlar azarlanmasın, onların kalplerine bir diken batırılmasın diye, onları ödeme vakfı.
Yetim kızlara çeyiz hazırlama. Meselâ Kösem Sultan’da var. Kendisi biraz sert mizaçlı olduğu hâlde.
Borçluların borçlarını ödeme. Borçlu, ödeyememiş, hapse girmiş. Borcunu ödüyor, hapisten çıkartıyor.
Mektep çocuklarına gıdâ ve yiyecek yardımı.
Fakir kimselerin cenazelerini kaldırmak. O da var.
Bayramlarda çocukları, kimsesizleri sevindirmek.
Zihnî hastaları, psikiyatrik hastaları tedâvî etme. Zaten onlara “muhterem âcizler” deniyor. Deliler denmiyor.
Avrupa yakarken…
Avrupa yakarken, “muhterem âcizler” deniyor. “Muhterem” deniyor; Cenâb-ı Hakk’a izâfe ederek, onu yaratan Allah’tır, seni yaratan Allah, o âcizi de yaratan Allah’tır. “Âciz” deniyor, gücü-kuvveti yok, sen ona bakacaksın, mecbursun.
Bu nasıl bir derinlik yani…
Yine bu, meselâ bir vakfiyeden. Kervansarayların vakfiyeleri vardı. Diyor:
“Buraya gelen diyor, kişi diyor, gece yarısı da gelse, muhakkak kapı açılacak, dışarıda bekletilmeyecek diyor. Çünkü kervanlarla geliyor. «Aç mısın, tok musun?» sorulmayacak diyor, utanır belki diyor, teaffüf sahibidir, iffet sahibidir; önüne yemek verilecek diyor.
Hayvanı da alt kata alınacak, hayvan da doyurulacak diyor. Gece bunlar yolcu edilmeyecek diyor. Çünkü gece yolculukları tehlikelidir diyor. Sabahleyin diyor, bunları diyor, gün doğduğu zaman, duâ edilerek yolcu edilecek bunlar diyor. Birtakım da îkazlarda bulunulacak diyor. Aman dikkat et, gâfil kalma, vs. olma, malına, mülküne, halına, şeyine dikkat et filân diye, bir îkazla bir de duâ edilir.
Hattâ ayağına bakılır. Eğer ayakkabısı o uzun yollarda eskimişse, bir ayakkabı verilir ona, hasbeten lillâh.”
Hepsi bir zarâfet, hepsi bir nezâket.
Hep de nasıl… Tunuslu İbn-i Batuta vardır. Bu, meşhur seyyah. Üç büyük seyyah var. Hattâ bir Çin’e gidiyor. 30 senede dönüyor Çin’den. Değişik bir tabiat, değişik bir mizaç.
Bu İbn-i Batuta, Denizli’ye geliyorlar. Anadolu’ya da bir seferi var. Hattâ o zaman Lâdik diyorlar Denizli’ye.
Bunları karşılıyorlar. Çarşıdan geçerken dükkânlardan birtakım insanlar çıkıyor. Bunların hayvanlarını tutuyor, kendi tarafına doğru çekiyor.
Bize gelsin, bize gelsin…
Bize gelsin. Fakat bunlar da korkuyor:
“Acaba diyorlar, bir soyguna mı uğrayacağız?” diye.
Orada diğer grup da kendi tarafına çekiyor. Bu, Ahî dervişlerinden Ahî Sinan’la Ahî Duman dervişleriymiş. Onlar münâkaşa ediyorlar:
“Bugün bizde kalsın misafirler.” diye.
En sonunda bir kura çekiyorlar. Bir gün orada, bir gün orada kalıyorlar.
İkramda yarışma yani.
İkramda yarışma. Gelince bunların önlerine bir yemek konuyor, yemek yediriliyor. Arkadan, bunlar hamama gönderiliyor. Uzun yoldan geldikleri için bir hamamdan geçiriliyor, bir rahat ettiriliyor.
Yani bugünkü insanın hayali (yetişmez). Bu, komünizmi, kapitalizmi şey yaptık. Orada bu nasıl bir şey? Hiçbir, yani bir izah şeyi var mı?
Efendim, şimdi aklıma geldi: Bugün Medîne’de ve Mekke’de Ramazan’da umreye gittiğimiz zaman -hatırlarsanız- biraz geç kalırsak sofralara, değil mi, orada da çekiyorlar, bizim soframıza…
Buyrun diye.
Misafir olun diye. O da bir ayrı vakıf edebi, nezâketi…
Tabi, tabi. İkram.
İkram hep devam ediyor.
Bu, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- misafirsiz sofraya oturmazmış. Misafire ikram etmek çok mühim.
Tabi ben şeyden de bahsetmek istiyorum. Bizim Osmanlı kitabında da var. O zaman gelen büyükelçiler, seyyahların çok şeyleri var, intibâları var, hâtıraları var. Meselâ meşhur seyyah Du Loir diyor ki seyahatnâmesinde:
“Onların diyor, hayır-hasenâtı yalnız insanlara değil, hayvanlara da şâmildi.” diyor.
Aşhânelerden bahsediyor, şeyden bahsediyor, yolcuların o kaldığı kervansaraylardan bahsediyor. Üç gün kalabilirdi diyor. Kaldığı müddetçe her öğünde birer tabak pilâv verilirdi önlerine diyor.
Osmanlı’ya o zaman buradan mı “vakıf medeniyeti” diyoruz Efendim? Neden “vakıf medeniyeti” diyoruz Osmanlı’ya, neden diyoruz?
Tabi, tabi “vakıf medeniyeti”. Yani İslâm; insana bakış tarzı, mahlûkâta bakış tarzı. İnsanın ne ihtiyacı varsa, o bir ağ gibi vakıflarla örülmüş. Yani onun için bakın halk arasında bir kavga yok. Bir sınıf farkı yok. Zenginle fakir aynı mahallede. İkisi birbirine kucak durumunda. Yetimin, dulun vesâirenin, evlenecek genç kızın o mahalle kendisine sigortası hâlinde. Toplum bu şekilde. Burada patlama olur mu? Sarayda kavga vardı ufak tefek. Yani halkla saray barışıktı çok. Sarayla halk arasında bir problem yoktu.
Efendim, barış dediniz. Aklıma bir hâtıra geldi. 2. Abdülhamid Han, Yıldız Sarayı’nda kalırken, Ortaköy halkı yemek pişirmiyor. Onlar nasıl pişirmiyor, mutfakları yok mu? Az önce bahsettiğiniz Şeyhülislâm gibi. Diyor ki; “Yıldız Sarayı’nda pişen yemekleri halka diyor çok ucuz fiyata verin.” Meselâ bir çorba bugün beş liraysa, hayır diyor, elli kuruş. Efendim, artık mı? Hayır. “Ne pişiyorsa diyor, o civarda oturan herkese dağıtacaksınız.”
İşte bu, ecdâdın halkla bütünleşmesi.
Merhameti.
Merhameti, devam eden.
Beni yaratan Allah, onu yaratan Allah aynı Allah. O kişi bana zimmetli. Yani onu zimmetli olarak kabul etti.
Nasıl bir babanın evlâdı ona zimmetlidir. Onun için toplumu kendine zimmetli olarak görüyor. Onun için sadakalar, infaklar, tam böyle yerini buluyor. Yani aç insan yok. Müşkül durumda insan yok.
Bir zâlimlerin durumu, bir de bu vakıf insanlarının durumu…
Meselâ baktığınız zaman Osmanlı’da Topkapı’dan girin, belki Sultanahmed’e kadar bir sürü şey vardı, mescid vardı. Yani sabah namazı, yatsı namazı ışık da yok, (halk cemaatle namazdan) mahrum kalmasın diye.
Devamlı çeşmeler vardı. Sadaka taşları vardı. Meselâ hattâ Üsküdar’da vardı, Doğancılar’da sadaka taşı. Yani veren, alan, birbirini görmeyecek. Bu şekilde bir şey.
Yani hayat tam, “tâzim li-emrillâh, şefkat alâ halkıllâh” şeyinde devam ediyordu.
Onun için bu, vakıf medeniyetimiz bizim.
Bir de diğer taraftan bakalım. Meselâ Firavunlara bakalım. Daha yüksek piramitler yapmak için, birbirleriyle yarıştılar. Âd Kavmi’ne bakalım, taştan evler yaptılar oymalı. Kölelerini aldılar, yukarıdan aşağı attılar, bir avcı merâkı, kim daha iyi parçalayacak diye. Yani kuleleri diktiler ve kulede böyle bir eğlence yaptılar.
Zâlim Roma hükümdarları, zayıf ve bîçâre ilk hristiyanları, aslanların dişleri arasına attılar. Yani bunun için bir arenalar kurdular. İlk Îsevîleri, aslanların dişleri arasında parçalamak…
Kârunlar… Kârun ve emsalleri, kendilerine dünyada hazin bir mezar toprağı… Çünkü Cenâb-ı Hak, Kârun’u hazineleriyle beraber gömdü. Âhirette de ateşten bir damga olacak altınlar, gümüşler biriktirmede yarıştılar o tipler de.
Yani, hepsi sefaletleriyle, zulümleriyle, haksızlıklarıyla, hesabını vermek üzere mahşere yollandılar.
Bu nazarla baktığımızda, tarih, beşeriyete en büyük bir ibret ve irşad durumunda.
Üzerimizdeki Güneş; bir müddet Firavunların, Hâmânların, Nemrutların, Âdların, Semudların saraylarını, köşklerini, hazinelerini aydınlatan, sonra da bugün harâbelerinin üzerine haşmetle doğan aynı Güneş...
Peygamberler, sahâbîler, sâlih zâtlar, ârif âlimler ise hayırda yarıştılar. Faydalı ilimde yarıştılar. Nesli ihyâ için yarıştılar. Fedakârlıkta yarıştılar. Hayır müesseselerinde yarıştılar. Ve maddî-mânevî bir insan îmârında yarıştılar. İslâm sancağını en ileri noktaya taşımakta yarıştılar. Gönülleri fethetmekte… En büyük fetih, gönülleri fethetmektir, kalplerin fethidir. Orada yarıştılar. Yaraları sarmakta yarıştılar.
Hattâ, Lehistan’da:
“Burada Osmanlı atları su içiyorsa Vistül Nehri’nden, hak vardır, adâlet vardır, hukuk vardır.” Bir atasözü hâline geldi.
İşte gerçek medeniyet, insânî sahada olur.
Velhâsıl bir toplum ne kadar oradaki insanın problemini çözerse, ona bir huzur verirse, o toplum en huzurlu toplum olur. Bunu ecdâdımız bilmiş zâten.
İşte Efendim, şimdi 2017 yılının ilk aylarındayız. Az önce bahsettik, Osmanlı medeniyeti, vakıf medeniyeti dedik. Günümüzde peki, niye bu özlemi yapıyoruz, neden yapamıyoruz bunu?
Tabi bu, bir nesil yetiştirmeye bağlı olan bir keyfiyet. Bugün maalesef televizyon, internet, modalar, reklâmlar, alıyor insanı başka tarafa götürüyor. Başka toplumun insanları hâline getiriyor. Bugün Ağrı Dağı’nın altındaki bir köyde bile, aynı televizyon, aynı internet, aynı şey çalışıyor.
Ne yapıyor? Âhireti unutturuyor.
Vakfın kurulması için de âhiretin unutulmaması lâzım. Ölümü, son durağı, son nefesi unutturmamak lâzım. Bunların hepsini unutturuyor bunlar. Unuttuğu zaman gafil bir toplum meydana geliyor. Pragmatist bir toplum. Yalnız kendini düşünen bir toplum meydana geliyor.
Elhamdülillâh yine var, çok şükür, gittikçe arta arta gidiyor elhamdülillâh. Yani ben benim talebelik zamanımda, elli küsur sene evvel, baktığım zaman, o günkü, o günkü birçok câmiler vs. neredeyse bir yıkıntıya girmişti. Bizzat ben şâhidim, Dolmabahçe Câmisi var, Bezmiâlem Vâlide Sultan’ın, barok ve ampir tarzıdır şeyi. Zarif bir câmidir. Orası kayık müzesiydi. Ben o kayık müzesi olduğu zaman talebeydim, gittim, gördüm, gezdim orayı. Yani o zarif eser, bir kayık müzesi olarak, eski kayıklar, vs. vardı.
Deniz müzesi olarak kullanılıyordu.
Deniz müzesi olarak kullanılıyordu. Fakat bugün elhamdülillah bunlar kalktı. Bugün elhamdülillâh bir taraftan da güzel bir mânevî bir inşâ hareketi var çok şükür.
İmam Hatipler vesâire, Kur’ân Kurslarımız… Yani seviyeli, kaliteli bir insan yetiştirme. İşte bugün insanlık da buna muhtaç.
O zaman vakıf medeniyeti diyorsak günümüzde insan yetiştirmeye önem vereceğiz.
Tabi.
Ve âhireti hatırlatan eserler…
Efendim, keyfiyetli insan. Bu çok mühim. Yine ben Mevlânâ’dan bir misal vereceğim. Burada, Mevlânâ tabi mücerredi müşahhas hâle getirir hikâyelerinde:
Gece baktım diyor, tarlada diyor, birisi fenerle dolaşıyordu diyor. Onun gittim yanına diyor, merak da ettim diyor:
“–Ne arıyorsun gece vakti bu tarlada?” dedim diyor.
“–İnsan arıyorum.” dedi diyor.
“–Bırak, boş ver, ben de çok insan aradım ama bulamadım.” dedim. “Yorulma boş yere gezmekten, git yat.” dedim diyor.
Bana şöyle acı acı baktı:
“–Ben de biliyorum bulamayacağımı ama, hasreti bana bir zevk veriyor.” dedi. “Hasreti bile bana bir zevk veriyor.” dedi. “Fakat diyor, yine ben dolaşayım buralarda.” diyor.
Bugün de dünya buna muhtaç. Keyfiyetli insana muhtaç.
Türkiye bugün, İslâm’ın son karakolu. Sırf Türkiye, Anadolu için bütün İslâm memleketleri için bir karakol. Onun için çok duâ edeceğiz. Yine bu karakolun ihyâsı için çok gayret etmemiz lâzım.
Efendim, önemli bir konuya geldik, son konumuz.
Evet.
Günümüzde biliyorsunuz 2016 yılını geçirdik. Biraz hareketli bir yıldı.
Evet.
Vakıflara bakış açısı biraz böyle hafif durağanlaştı. Vakıf medeniyetinden bahsettik ama, o eski vakıf aşkımız, bir sanki “aa!” şüpheyle karşılanmaya başladı.
Tereddütle.
Tereddüt var, geldi.
Acaba ne var, bunların altında ne var?..
“Bu da mı o, bu da mı o?” gibi bir sorgulama geldi.
Evet, evet. Bu da onlar gibi mi olacak?.. Efendim, şunu unutmamak gerekir ki…
Buyrun.
Kıymetli eşyaların dâimâ sahteleri yapılır, sahteleri vardır. Sahte elmasların varlığı, hakîkî elmasları kıymetten düşürmez. Sadece sahteye karşı dikkat etmeyi, ihtimâmı artırmak gerekir. Sahte bir doktor varsa veya sahte doktorlar var ise Tıp Fakültesi kapatılamaz. Hukuk tevzî etmeyen hukukçular varsa, Hukuk bertaraf edilemez.
Velhâsıl günümüzde dernek, vakıf, bunların benzerleri, İslâm’ın emirleri içinde bir vicdan ihtilâçları içinde eğer devam ediyorsa, bu vakıfları canlandırmamız lâzım. Çünkü biz, bir müslüman, hem kendi bulunduğu muhitin akışından mes’ûldür, hem de dünyanın akışından mes’ûldür.
Bugün hidâyet bekleyen çok insan var. Cinayetler oluyor, boşanmalar oluyor, vs. oluyor. Onun için kaliteli, seviyeli insana ihtiyaç var.
Vakıfların da memleketine, vatanına, milletine sâdık, îmânına sâdık bir nesil yetiştirmesi zaruridir.
Evet Efendim, değerli dinleyicilerimize acaba son olarak mesajınızı alabilir miyiz?
Efendim, son olarak tabi ben bu “hanımlar”dan da bahsedecektim. Ama ona tabi vakit doldu. Onu belki başka bir şeye bırakırız.
İnşâallah.
Son olarak ne şey yaparsınız, söylemek arzu edersiniz diyorsunuz. Ben ilk başta şunu söylemek istiyorum. Bu, kaliteli insan, seviyeli insan yetiştirmek için bir misal vermek istiyorum:
Mevlânâ diyor ki:
“Bana diyor, Şems diyor, bir şey öğretti diyor. (Kalbime bir şey nakşetti diyor.) Dünyada bir üşüyen varsa diyor, sen Celâleddîn, ısınma hakkına sahip değilsin dedi diyor. Ben de üşüyorum diyor. Biliyorum ki dünyada çok muzdarip var, üşüyen var, ben de üşüyorum.” diyor.
Vakıf budur. Bugün Suriyeliler üşürken kendi durumumuzu bir düşünmemiz lâzım.
Mevlânâ seviyesi bu. Mevlânâ’nın ilmi de, zâten onu Mesnevî’de gösteriyor, diğer eserlerinde gösteriyor. Fakat esas olan, Mevlânâ’nın bu rûhu çok mühim. Yani nasıl bir Rasûlullah Efendimiz’in hâliyle hâllenmiş? “Bir üşüyen varsa ben ısınma hakkına sahip değilim.” diyor.
Diğer taraftan, yani düşünelim; bir müslüman ne olacak? İlmiyle, hâliyle İslâm’ı temsil edecek keyfiyette olacak.
Bir müslüman “ahsen” olacak. Cenâb-ı Hak “اَحْسِنُوا” buyuruyor Kur'ân-ı Kerîm’de. (Bkz. el-Bakara, 195) Yani her işini en güzel sûrette îfâ ederek etrafına güzellik tevzî edecek. “Ahsen” olacak.
“Ecmel” olacak. Yani her hâl ve davranışı gönle huzur ve ferahlık verecek zarâfet ve letâfette olacak.
“Ekmel” olacak. Yani her hususta olgunluk, mükemmellik, hattâ bir ihtişam sergileyecek.
Mevlânâ’nın güzel bir şeyi var. Nasıl bir muhabbet var? Diyor ki:
“Beni diyor, vefatımdan sonra kabrimi yeryüzünde aramayın diyor. Bizim mezarımız diyor, âriflerin gönlündedir.” diyor.
Yine oraya geliyoruz, keyfiyetli insan yani.
Bizden diyor, keyfiyetli insan anlar. Âriflerin gönlündedir bizim mezarımız diyor.
Yedi yüz sene geçti Mevlânâ’dan bu tarafa, hâlâ gönüllerde devam ediyor. Hâlâ onun Mesnevî’sinden istifâde ediliyor, diğer eserlerinden istifâde ediliyor.
Yerli-yabancı üstelik.
Yerli-yabancı. Hidâyetlere vesîle oluyor.
Velhâsıl ârif olunabildiği kadar bu Hak dostları tanınıyor.
Mevlânâ Hazretleri bütün Hak dostlarının bir sözcüsü, bir temsilcisi durumunda, kelâmda. Yunus Emre olsun, Mevlânâ olsun…
Diğer taraftan, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın şöyle bir tavsiyesi var. O da buyuruyor ki:
“Sâlih ve sâdık insanlarla beraber olun. Onlarla oturup kalkın ki onların karakteri ve şahsiyeti sizlere sirâyet etsin. İnsanlar hayattayken sizleri özlesinler, vefat ettiğinizde sizlere hasret duysunlar.”
Hakîkaten bugün baktığımız zaman, hep o keyfiyetteki insanlara hasret vardır.
Ebû Bekir Efendimiz’in bir duâsıyla bitirelim:
“Allâh’ım! Ömrümün en hayırlısı, ömrümün sonu; amellerimin en hayırlısı, amellerimin sonu; günlerimin en hayırlısı, Sana ulaşacağım gün olsun.”
Âmîn yâ Rabbi!
Âmîn. İnşâaallah, Allah râzı olsun Efendim, teşekkür ediyoruz.
Peki efendim, biz teşekkür ederiz.
Evet, değerli dinleyicilerimiz, Erkam Radyo İstanbul’un Sırları programında, Osmanlı Medeniyeti, Osmanlı Vakıf Medeniyeti üzerinde durduk, Muhterem Osman Nûri Topbaş Hocamızla. Biz de teknik ekibimiz olarak, bütün çalışanlarımız olarak Hocamıza teşekkür ediyoruz.
Estağfirullah biz size teşekkür ederiz.
İnşâallah, Allah nasip ederse başka bir programda yine…
İnşâallah.
Birlikte olmak üzere, özellikle eksik kaldı, hanım sultanların çalışmaları var.
Evet.
İnşaallah onlardan bahsedeceğiz Efendim.
İnşâallah.
Teşekkürler Efendim.
Biz teşekkür ederiz.
https://www.islamveihsan.com/istanbulun-sirlari.html