Osmanlı’nın Asıl Gayesi

Meşhur tarihçi İbn-i Haldun’un (v. 1406) Dünya tarihi mâhiyetindeki “Kitâbu’l-İber” isimli eserine giriş olarak yazdığı, fakat ayrı bir basımı da yapılıp “Mukaddime” ismiyle meşhur olan kitabındaki “Biyolojik Nazariye”ye göre, şu fânî âlemde devletlerin de tıpkı insanlar gibi tabiî bir ömrü vardır: Doğar, yaşar ve ölürler.

Devletler, önce bir aşîret olarak doğar; tekâmül ederek beylik olurlar. Daha da geliştiklerinde bir devlet hâline gelirler. Ancak meziyetlerini kaybetmeye başladıklarında da küçülür ve tarih sahnesinden çekilirler. Sonra yenileri doğar. Bunlar da, imkânlarına göre hayâtiyetlerini devam ettirirler. Bu hâl, tarih sahnesindeki her devletin yaşadığı bir kader programıdır.

Tarih, İbn-i Haldun’un bir tabiat kânunu kat’iyyetindeki bu görüşünün tezâhürleriyle doludur.

Devletini “Devlet-i Ebed-Müddet” nâmıyla yâd eden Osmanlılar, her ne kadar bu nazariyeyi benimsemek istememişlerse de, onlar da bu gerçeğin îcâbına tâbî olmak mecburiyetinde kalmışlardır.

Çünkü Allah Teâlâ, bu âlemdeki hiçbir varlığa “bekā” sıfat-ı ilâhiyyesinden bir nasip lûtfetmemiştir. Bundan dolayı, bütün bir kâinat fânîliğe mahkûmdur. Elbette ki bu ilâhî kânun muktezâsınca, yükseliş de yok oluş da birtakım zâhirî sebepler dâhilinde gerçekleşir. Çünkü bu âlem, bir sebepler âlemidir. Yükseliş veya çöküşte, buna âmil olan kadroların husûsiyeti, bulunulan sahanın coğrafî özellikleri, rakip güçlerin kuvvet veya zaafları gibi pek çok zâhirî sebep rol oynar.

DEVLET-İ EBED-MÜDDET

Osmanlılar’ın devletlerini ebed-müddet devam edecek kabûl etmelerinin asıl sebebi, onu sadece kendilerinin kurduğu siyâsî varlıktan ibâret görmeyip, gerçekte Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Medîne’de kurmuş bulundukları “Devlet-i Muhammediyye”nin bir devamı addetmeleridir. Buna göre Osmanlılar “Devlet-i Ebed-Müddet” tâbirini mutlak mânâsıyla değil, uzunluktan kinâye olarak kullanmışlardır. Zira şu husus îmânî bir gerçektir ki, Muhammedî hakîkatler kıyâmete kadar devam edecektir. Bununsa ancak siyâsî bir otorite demek olan devletle kāim olduğu, şüphesizdir. Bu yüzden Osmanlılar, şerîat-i Muhammediyye’yi kuvveden fiile çıkarmayı aslî bir gâye olarak benimsemiş ve bu gâyeyi kendilerinin varlık sebebi addetmişlerdir.

Bu derin îmânî tefekkürden dolayı, bu devlete “Devlet-i Aliyye” denildiği gibi, o rûhâniyeti idâme için teberrüken “Devlet-i Aliyye-i Muhammediyye” de denilmiştir. Osmanlı Devleti’nin bu şekilde de isimlendirilmesi, pek çok resmî vesîkada yer almaktadır.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.