
Osmanlı’nın Cimer’i: Deavi Kasrı
Ahmet Atakul, bir zamanların (Osmanlı’nın) Cimer’i: Deâvî Kasrı’nı ve kasrın ne tür bir işleve sahip olduğunu yazdı.
Devlet müessesesinin en mühim vazifelerinden birisi hiç şüphesiz zulme mâni olmak, adaleti tesis etmektir. Adalet ise umûmî manada hak ve hukuka uymak, hakkı olana hakkını vermek, hak ile hükmetmektir. İmam Serahsî Hazretleri hak ile hükmetmenin en yüce ibadetlerden ve imandan sonra en kuvvetli farzlardan birisi olduğunu, nebî ve resûllerin (a.s.) bunun için gönderildiğini zikretmiştir.[1] Peygamberlerin sonuncusu Rasûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e varıncaya kadar bütün peygamberlere (a.s.) hak ile (Allahû Teâla’nın hükümleriyle) hükmetmeleri emredilmiştir:
"Biz içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat'ı indirdik. Kendilerini (Allah'a) vermiş Peygamberler onunla (Yahudilere) hükmederlerdi." (el-Mâide 5/44)
"Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma." (el-Mâide 5/49)
"Şüphesiz Biz sana kitabı hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah Teâlâ'nın sana bildirdiği vech ile hükmedesin ve hainler için müdafaacı olma." (el-Nisâ 4/105)
Rasûlüllah (s.a.v.) Medine şehir devletinde hem devletin reisi, hem ordu kumandanı, hem de ihtilafların nihâî karar mercii yani devletin baş hâkimi idi. Rasûlüllah (s.a.v.) ilk zamanlar muhâkemeyi (hâkimliği) bizzat icrâ ediyordu. Daha sonraları adlî işlerin artmasıyla eshâbtan bazılarına bu mevzuda izin vermiş, temyiz salahiyetini (kararların kontrol edilmesi) elinde tutmuştu. Rasûlüllah (s.a.v.), fetihlerle genişleyen İslam topraklarına valiler ve kadılar tayin etmişti. Hz. Peygamber’e bazen kadıların verdiği kararlar getirilmiş, o da bunları tasdik etmiş yahut yeniden muhakeme etmiştir. Esasen İslam Hukuku’nda "içtihad ile içtihad nakz olunmaz" kaidesi yani hukuka uygun olarak verilen kararların bozulamayacağı esas olmakla birlikte verilen karar eğer hukuka (şer’î hükümlere) aykırıysa bu takdirde Hz. Peygamber’in tatbikatında da olduğu gibi kararın devlet reisi tarafından bozulup yeni bir hüküm tesis edilebileceği meşru görülmüştür.
Hülefâ-yı Râşidîn de hâkimlik vazifesini icra etmiş ve Hz. Peygamber’in tatbikatlarını sürdürmüşlerdir. Hz. Ömer (r.a.), Kûfe vâli ve kadısı Ebû Musa el-Eş'ari (r.a.)'ye gönderdiği talimat mektubunda hakimliğin ehemmiyetini ve âdil bir muhâkemenin tahakkuk edebilmesi için hâkimlerin riayet etmesi gereken kaideleri izah etmiştir. Yine Hz. Ömer, her hac mevsiminde Mekke’de divan kurarak kadıların verdiği kararları tetkik etmiş, verilen idam kararlarının kendi tasdiki olmadan infaz edilmesini menetmiştir. Râşid halifelerin her biri adlî işlerde benzer hassasiyetleri göstermişlerdir.
Raşid halifeler devrinden sonra gelen Emevî, Abbasîler, Anadolu Selçuklu Devleti gibi İslam devletleri devrinde de adlî işlerde Hz. Peygamber (s.a.v) ve râşid halifelerin usulü devam etmiş, bununla birlikte divan-ı mezâlim isminde bir mercii oluşturulmuştu. Bu mercii hükümdarın adlî salahiyetini bizzat kullandığı üst düzey bir kuruldu. Sadece adlî işler değil, aynı zamanda siyasî, malî işlere de bakılmaktaydı. Ancak ekseriyetle idarenin kazaî kontrolünü sağlamaya yönelik bir müessese idi.
Asırlar boyunca sürmüş olan İslam devlet ve adalet nizamını tevarüs eden Osmanlı Devleti’de, adalet hususuna ziyadesiyle ehemmiyet vermiş, adlî işleri muntazam bir zemine oturtmuştur. İslam devletlerindekine benzer bir şekilde, devletin idare merkezi olan Topkapı Sarayı’nda devlet işlerinin görüşüldüğü Divan-ı Hümayun, aynı zamanda mahkeme vazifesi icra etmekteydi. Nitekim padişahın kaza salahiyetini yani adlî yetkisini padişah adına tayin olunan kadılar ve Divan-ı Hümayun bizzat kullanmaktaydı. Divan-ı Hümayun, günümüzde bakanlar kuruluna benzeyen, yüksek makamdaki devlet adamlarının toplanıp devlet meselelerini görüştüğü bir devlet divanı idi. Başlarda padişahın idare ettiği bu divan, Fatih Sultan Mehmed devrinden itibaren vezîriâzamın riyâsetinde toplanmıştır.
Divan-ı Hümayun’nun, hem ilk derece mahkemesi, hem de mahkeme kararlarının kontrol mercii olan temyiz mahkemesine benzeyen bir fonksiyonu bulunmaktaydı. Divan-ı Hümayun davalar bakımından umumi izinli olup, taraflar talep etmese dahi davaya bakabilirdi. Hem örfî hem de şer’î davalar divanda görülmekteydi. Kadıların herhangi bir sebeple bakmadıkları davalar yahut gayrimüslimlerin bazı davaları Divan-ı Hümayun’da ilk derece mahkemesi olarak hükme bağlanırdı. Kadıların vermiş olduğu kararlardan şikayetçi olan taraf davasını divan-ı hümayuna götürebilirdi.
OSMANLI’NIN CİMER’İ (DEAVİ KASRI)
Topkapı Sarayı’nın birinci avlusunda bulunan "Deâvî (davalar) Kasrı", halktan gelen işte bu şikayet ve davaların Divan-ı Hümayun’a taşınması maksadıyla kullanılan kurşunla kaplı sivri bir külahla örtülü sekizgen şeklinde bir taş köşktü. Bu köşkte “kâğıt emîni” isimli vazifeli, yardımcılarıyla birlikte halktan gelen dava dilekçesi ve şikayetleri toplar, Divan-ı Hümayun’da karara bağlandıktan sonra da padişahın fermanlarını (kararlarını) dağıtırlardı.
Mahkeme hükmüne itiraz eden taraf, davasını direkt Divan-ı Hümayun’a getirebileceği gibi dilekçe yazarak padişahın Cuma selâmlığı sırasında, maiyyetinde bulunan sır kâtiplerine bizzat verebilirdi. Cuma selâmlığı sırasında çok büyük kalabalık olur, bazen uzakta kalanlar dilekçeleri olduğunu gösterebilmek için başlarının üzerinde yanan bir meşale (veya bir hasır parçası gibi şeyler) tutarlardı. Bu sebeple Anadolu’da mahkeme kararlarını, merkezdeki Divan’a götürmeye “hasır yakmak” tabiri kullanılmıştır. Buna "ateş istidası" da denmiştir.
Ateş istidası vermek sırf Cuma Selâmlığı ve kadı hükümlerine mahsus olmayıp padişaha tesâdüf edilinen her yerde ve her türlü zulme karşı verilebilirdi. Padişah kendisine verilen bu dilekçeleri toplattırıp saraya döndüğünde bizzat inceler, ekseriyetle vezîriâzama gönderip takipçisi olmakla birlikte bazen bizzat karar verebilirdi. Vezîriâzam ise meseleyle bizzat alakadar olup padişahı bilgilendirirdi.
Günümüzde halkın şikayetlerini direkt devlet idarecilerine ulaştırmayı hedefleyen CİMER sisteminin aslında İslam Hukuk nizamında ve Osmanlı Devleti’nde var olan, halkın hükümdara şikâyet ve davalarını getirme usûlüne benzediğini görmekteyiz. Esasen halkın şikayetlerinin en üst makamlara ulaşabilmesi adaletin tesisi için çok büyük ehemmiyet arz etmektedir. Nitekim yüksek makamdakilerin haksızlık yapması durumunda halkın şikâyet edebileceği daha yüksek makamlara ulaşması mümkün olmazsa bu takdirde adalet ortadan kalkıp yerini zulüm alır.
Kaynaklar:
Ekinci, Ekrem Buğra. Ateş İstidâsı, 1 bs. İstanbul: Filiz Kitabevi, 2001.
Atar, Fahrettin. İslâm Yargılama Hukukunun Esasları, 1 bs. İstanbul: M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2013.
Necipoğlu, Gülru. 15. Ve 16. Yüzyılda Topkapı Sarayı, 1 bs. İstanbul: YK Yayınları, 2007.
Dipnot:
[1] Serahsî, Mebsût, ed. Mustafa Cevat Akşit, çev. Heyet, 1. bs (İstanbul: Gümüşev Yayınları, 2008), XVI/85-86.
Kaynak: Ahmet Atakul, Altınoluk Dergisi, Sayı: 467
YORUMLAR