Ötelere Uzanan Dervişlik

Tasavvuf

Mürşid, müridini kurtarabilir mi? Hem bugünün hem gelecek zamanın dervişi nasıl olunur? Asır ve çağları aşıp ötelere ulaşan dervişliğin, mürid ve muhibbî olmanın yolu nereden geçiyor?

Adı her ne olursa olsun Allah Teala’nın tahdit ettiği çerçeveye riayet edilmemesi Müslümanı fasıklığa, fücura ve dalalete sürükler. Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminden günümüze kadarki süreçte hakiki manada tasavvuf fıkıhtan; tarikat şeriattan ayrılmamıştır. Muhtelif zamanlarda tasavvuf adı altında ortaya çıkan ve ifrat-tefrit uçlarında cereyan eden aşırılıklar, yine her dönemin şeriata vâkıf tarikat ehli uleması tarafından tashih ve tanzim edilmiştir. Hevâ ve hevesini din edinip şahsına çağıranların ipliği, tarikatı şeriattan farklı görmeyen hakikat ehli kimseler eliyle pazara çıkarılmıştır.

MÜRŞİD MÜRİDİNİ KURTARABİLİR Mİ?

Tasavvuf, irfan ehlinin ifadesiyle “Kartvizit dağıtır gibi ders kâğıdı dağıtmak veya bir ajansa abone olur gibi ders-evrâd u ezkâr alma işi değildir.” Nitekim manevi eğitim olarak bilinen kalp terbiyesinde belirli metotlar gereklidir. Bunu da pozitif ilimlerde mahir olan hocalar olduğu gibi manevi eğitimde de üstâd olan mürşidlerin talim ve terbiye usulleri ile elde etmek icap eder. Ancak bir kimsenin manevi dersinin olması, o kimsenin şeriattan bağımsız olduğu, helal-haram mes'ûliyetlerinden muaf tutulduğu, manevi ders-tövbe aldığı mürşidinin-şeyhinin o kişiyi ahirette kurtaracağı gibi batıl ve garantici inanışlara götürmemelidir. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kendi kızı Hz. Fatıma’ya “Amellerini artır; babanın peygamber oluşuna güvenme.!” mealindeki ikazı[1] kulluk ve ameli olmadığı müddetçe insanı ahirette kurtaracak herhangi bir dayanağının olamayacağını ifade etmekte; “İnsan için ancak amelinin karşılığı vardır.” (Necm/53-39) ayetini tefsir etmektedir.

ZÜHD, TAKVA VE DERVİŞLİK…

Tasavvuf tekkeye-dergâha, ilim medreseye, ibadet ise camiye hapsedildiğinde ilim tasavvuftan, ibadet hayatın bizatihi kendisinden tecrit edilmiş olur. Nitekim İslam; inziva, tecrit ve infirat dini değil; camide olduğu kadar çarşıda, evde olduğu kadar sokakta, sulhta olduğu kadar savaşta, okulda olduğu kadar meslekte, ibadetlerde olduğu kadar evlilik hukukunda, alışverişlerde olduğu kadar ceza hukukunda da cari olan bir ilahi sistemin adıdır.

Ebû Hanîfe’nin talebelerinden İmam Muhammed’e gelerek zühd ve takvâ (tasavvuf) ile alakalı kitap yazmasını isteyen kimselere İmam Muhammed cevaben “Sizlere helal kazancın nasıl olacağı, alışverişlerde helal ve haram dairesinin ne olduğu ile alakalı Kitâbü’l-bey’ (alışveriş hukuku) kitabını yazdım.”[2] demiş; helal kazanç elde etmenin, alışverişlerde hakkaniyet ve adaleti tesis etmenin takva ve tasavvufu temin eden en önemli unsur olduğunu vurgulamıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) “Yediği, içtiği, giydiği ve beslendiği her şey haram olmasına rağmen ellerini kaldırıp bir de Yâ Rabbi, Yâ Rabbi diyerek dua eden bir kimsenin duası nasıl kabul olunur; şaşılacak şey.”[3] ifadesiyle zühd, takva ve dervişliğin gündelik işlerde helal-haram hassasiyetinin korunmasına bağlı olduğunu ifade etmiştir.

Tasavvuf kimi zaman İmam Rabbânî’nin hurafeleri tarikattan temizleyip şeriatın emrettiği çerçevede Müslümanca bir hayatı telkin ettiği Mektûbât’ı; kimi zaman İmam Ebû Hanîfe’nin gündüz yaptığı ictihad ve yetiştirdiği talebelerine ilaveten kırk yılı aşkın süredir yatsı namazının abdestiyle kıldığı sabah namazlarının huşûdur.

Kimi zaman aklî ve naklî ilimleri tahsil edip tekkesinde irşâd eden Akşemseddin’in Fatih Sultan Mehmed’i İstanbul’u Gülzâr yapan padişah olarak yetiştiren feraseti iken kimi zaman annesinin sözüne sadakatinden dolayı Hz. Peygamber’i (s.a.v.) göremeden ayrılmak zorunda kalan Veysel Karânî’nin anne duasına gösterdiği ihtimamıdır.

O’NUN DIŞINDA HERKESİN SÖZÜ TARTIŞILABİLİR!

Kimi zaman Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kabri başına gelip “Şu kabrin sahibi Hz. Muhammed Mustafa dışında herkesin sözü tartışılabilir, tenkit edilebilir ve reddedilebilir. Sadece Peygamber’in (s.a.v.) sözü kayıtsız şartsız kabul edilmek zorundadır.” diyen İmam Mâlik’in[4] Hz. Peygamber’e (s.a.v.) olan fart-ı muhabbet ve sadakati; kimi zaman “Hz. Muhammed (s.a.v.) öldürüldüyse artık yaşamanın ne anlamı var. O halde kalkın ve Hz. Peygamber (s.a.v.) ne uğrunda öldüyse siz de o uğurda canınızı verin.” diyen Enes b. Nadr’ın[5] (r.a.) Peygambersiz bir hayatı yok sayan ufku ve gayret-i dîniyyesidir.

Kimi zaman kadı iken bir mürşide bende olup tüm varlığını ve dünyayı elinin tersiyle ittiğini tevsik eden Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin çarşıda ciğer satan tevâzûu iken kimi zaman İslami ilimleri en âlî derecede tahsil etmesine rağmen Taptuk Emre’nin kapısında -kendi ifadesiyle- köle olan Yunus Emre’yi üstadının tabiriyle “Bizim Yunus” yapan vefa ve bağlılığıdır.

Kimi zaman Mısır’ı fethetmesine ve devletinin sınırlarını kat be kat artırıp tüm dünyaya hükmedecek kuvvet ve kudrete eriştirmesine rağmen Şeyhülislâm Kemal Paşazâdenin atının ayaklarından sıçrayan çamurlu kaftanını vefat ettikten sonra kabrinin üzerine konmasını vasiyet eden Yavuz Sultan Selim’in alçak gönüllülüğünde; kimi zaman kendi zamanının tüm pozitif ve şer'î ilimlerini tahsil etmesine rağmen Şems-i Tebrizî’nin sorduğu bir sual ile gönlüne düşen kıvılcımı harlayıp Mesnevi-i Şerif başta olmak üzere ciltler dolusu beyitlerle Allah sevgisini ve Peygamber muhabbetini bir “sazlıktan koparılmış bir ney’in” lisanından anlatan Hz. Mevlana’nın manevi iklimindedir.

Bu sebeple tasavvuf bizden, hayattan ve yaşamdan ayrı-gayrı bir yerde, ulaşılamaz bir mevkide, sadece bir kesimin eriştiği bir mertebede, elde edilemez bir kertede değil; kitap ve sünnetin gölgesinde ve kendisindedir.

HEM BUGÜNÜN HEM GELECEK ZAMANIN DERVİŞİ OLMAK

Helal kazancın haramla kirlenip şüpheli hale gelmemesi için hassasiyet gösterilmesi, sadece modern zamanın değil; zamanın ötelere ulaşan dervişliğidir. Mesaisine ve görev tanımına riayet ederek nafakasını temin eden bir çalışan, yaşadığı zamanın dervişidir. Sattığı ürünün kalitesini, bozuk veya eksik/noksan olan tarafını söyleyerek müşteriyi aldatmaktan sakınan kimse, içinde bulunduğumuz zamanın hem dervişi hem mücahididir. Sahih olan İslam’ı sahih olarak öğrenip kalem ve kelamıyla sahih şekilde anlatmaya çalışan; okuduğu okulda bunun hakkını vermeye gayret eden genç kardeşimiz her dönemin hem mollası hem dervişidir. Eşine ve çocuklarına maddi ve manevi hassasiyet gösteren bir erkek evinin ve çevresinin dervişi; kocasının hakkına riayet eden bir kadın Hz. Hatice ve Hz. Fatıma’nın yaşadığımız zamandaki müridi; asrın dervişidir. Yalnız kaldığı bir ortamda Allah Teâlâ’nın gördüğünün farkında olan bir kimse, “Onca çiçek aradım; ancak bu tavuğu kesmek için Allah Teâlâ’nın görmediği, O’nun olmadığı hiçbir yer bulamadım.” diyerek üstadı Üftâde hazretlerinin gönlünü teskin eden Aziz Mahmûd Hüdâyî’nin yol arkadaşıdır.

Hülasa tasavvuf, akademik çevrelerin veya sanal alemin teorik olarak tartıştığı hayattan kopuk mâlâyânî malzemesi değildir. Bilakis tasavvuf şeriatın çizdiği çerçeveye sadakat ve Allah Teala’nın tahdit ettiği nizam ve intizama liyakattir. Hakk’ın emrettiklerini halkın içinde iken ikâme edebilme hassasiyeti ve temrinidir. Şeriatın emrettiği hükümlerin manevî alemimizi inşa ve imar edecek surette tatbik edilmesidir. Beşerî münasebet ve dünyevî meşguliyetler içerisinde Hakk ile olan iltisâkı kuvvetli tutabilmektir. Asır ve çağları aşıp ötelere ulaşan dervişliğin, mürid ve muhibbî olmanın yolu ise bulunduğumuz yeri tekke telakki ederek yaşantımızın ve halet-i rûhiyemizin samimiyet, rızay-ı ilahi ve muhabbetullâh ile tezyin edilerek marifetullâha erişilmesine bağlıdır.

Dipnotlar:

[1]Buhârî, Menâkıb 13-14; [2] Aliyyü’l-Kârî, Fethu bâbi’l-inâye, II, 296. [3]Müslim, Zekât 19. [4] Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, VIII, 93. [5]Ebü’l-Hasen en-Nedvî, es-Sîretü’n-Nebeviyye, 329.

Kaynak: Mehmet Büyükmutu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 450