Papağanın Hemcinslerine Mesajı
Bir taricirin kafesinde bulunan güzel bir papağının sahibinin sorusuna verdiği cevap ve hemcinlerine yani diğer papağanlara gönderdiği mesaj. İbretlik bir kıssa...
“Ben ölüp de tabutuma konduğum zaman, «ayrılık, ayrılık», kabre konunca da «vedâ, vedâ» deme! Çünkü ölüm, benim için kederlenilecek değil, sevinilecek bir şeydir.”
“Ne mutlu o kimseye ki, ölmeden evvel ölmüş; onun rûhu, hakîkat bağının kokusunu almıştır.”
Hazret-i Mevlânâ
ESÂRETTEN HÜRRİYETE
Bir tâcirin, kafesinde mahpus, güzel bir papağanı vardı ki, onu çok seviyordu.
Birgün tâcir, Hindistan tarafına ticâret için hazırlığa başladı ve cömertliği sebebiyle de hizmetkârlarının arzularını sorarak onlardan sipârişler aldı. Bu arada çok sevdiği papağanına da:
“–Sana Hindistan’dan ne getireyim?” diye sordu.
Papağan:
“–Oradaki papağanlara benim hâlimden bahset ve selâmımı arz et!” dedi.
Mahpus papağan hâl lisânı ile Hindistan’daki papağanlara şu feryâdını duyurmak istiyordu:
“–Sizlere gıpta eden bu mahpus papağan bir av tuzağına düştü. Ömür boyu bir kafese mahkûm oldu. Size selâm göndererek sizden çâre, yardım ve irşâd edici bir rehberlik etmenizi ümîd ediyor.”
“Bu hâl revâ mıdır ki, ben bir demir kafes içinde mahpus olayım, siz ise hürriyet içinde yeşil ormanların, güzel çiçeklerin ortasında âbâd olun! Ben burada hapiste, siz ise gülistandasınız! Dostların vefâsı bu mudur? Benim şu gurbet ellerde, hasretler içinde sizden ayrı düşmenin acıları ile çırpınıp durmam, can vermem doğru mudur?”
“Ey üstâd papağanlar! Sizler seher vakti çayırda feyz şebnemlerinden demlenirken lütfen bu zavallıyı da hatırlayınız!”
“Dostların dostu hatırlaması, mübârek bir şeydir; saâdet üstüne saâdettir... Husûsiyle yâd eden Leylâ, yâd edilen Mecnûn olursa…”
“Ey hep birlikte gezip uçuşan papağanlar! Sizler oralarda serbest serbest dolaşırken, ben kafesimde yüreğimden akan kanları içiyorum! Beni şâd, âbâd ve ihyâ etmek isterseniz, benim hâtırama da lütfen içtiğiniz iksirden birkaç yudum için; bu kimsesiz, bîçâre kardeşinizin hâtırası için toprağa da birkaç damla serpin!..”
Papağanın isteğini de kabul eden tâcir, yola çıktı. Hindistan’a vâsıl olunca daldan dala konan birkaç papağan gördü. Onlara seslenerek mahpus papağanın selâmını söyledi.
Mahpus papağanın hâl lisânı ile gönderdiği bu selâm, yâni feryâd ü figân, Hind papağanlarını çok duygulandırdı. Öyle ki içlerinden biri, duyduğu sözler karşısında titredi, titredi, düştü; nefesi kesildi ve öldü.
Tâcir bu hâle çok şaşırdı, hayret etti. Söylediğine pişman olarak kendi kendine söylendi:
“Bir canlının ölümüne sebep oldum; günâha girdim. Bu papağanın belki de benim papağanımla bir akrabalığı vardı. Bu işi niye yaptım? Niçin o haberi verdim de bîçâreciği ham sözümle yaktım, yandırdım?..” dedi.
Tâcir, işlerini bitirip memleketine döndüğünde bu başından geçenleri hayret, heyecan ve kederle kafesteki mahpus papağana anlattı:
“–Ey papağanım! Söylediğime, söyleyeceğime hâlâ pişmânım, nedâmetten ellerimi ve parmaklarımı ısırıyorum! Lâkin son pişmanlık neye yarar ki?..”
Sâhibini dikkatle dinleyen mahpus papağan da, tâcirin sözleri biter bitmez, arzu ettiği cevâbı almış olarak aynı Hindistan’daki papağan gibi titreyerek kafesin zeminine düştü ve kaskatı kesildi.
Bu hâli gören tâcir, yerinden fırlayarak üzüntüsünden başındaki külâhı çıkarıp yere çarptı. Son derece müteessir olmuştu. Yenini yakasını yırtarak feryâd etmeye başladı:
“–Ey güzel papağan! Ey benim hoş sesli kuşum! Ne oldu? Neden bu hâle geldin? Vah benim yoldaşım! Eğer Süleyman -aleyhisselâm-’ın böyle bir kuşu olsaydı, başka kuşlarla oyalanmazdı…”
Çünkü kuşu, kendisi için bir neş’e kaynağı, sohbet arkadaşı ve sırdaşı idi. Perişan bir hâlde ağlayıp inlemeye devam etti. Kâh:
“Veren Allah, alan Allah!..” diyor; kâh mecâza saplanıyor; kâh hakîkate tırmanıyordu. Papağanının ayrılışı ile yanıp tutuşuyor, kendisine bir tesellî menbaı arıyordu. Suçu diline izâfe ediyor ve onu şöylece ithâm ediyordu:
“–Ey dil! Sen ölümlere sebep oldun! Bana çok zarar verdin. Şimdi ben sana ne diyeyim? Ey dil! Sen hem ateş, hem de harmansın! Bu ateşi harmana ne zamana dek salacaksın? Ey dil! Şu canım senden şikâyetçidir. O senin her dediğini yaptığı hâlde senin elinden neler çekiyor!.. Ey dil! Bazen has kulların lisânı gibi tükenmez bir hazînesin, ama bazen de -el aman- fâsıkların zehirli lisânı gibi dermânı bulunmaz bir dert oluyorsun!.. Ey insafsız! Ey yılanı ininden, insanı dîninden çıkaran! Bana hiç mi merhamet etmeyeceksin ki, helâkime kasdedip yayını germişsin!..” diyordu.
Nihâyet tâcir, bir müddet daha ağlayıp sızlandıktan sonra, ölü papağanı kafesten çıkardı. Gömmek için yer hazırlamaya başladı.
İşte bu esnâda, ölü taklidi yapmakta olan papağan birden canlanıverdi. Uçtu, yüksek bir ağacın dalına kondu.
Tâcir, kuşun yaptığı işe şaştı kaldı. Bununla beraber içini kemiren bir merâka kapılarak bu esrârı çözmek için kuşuna seslendi:
“–Ey kuşum! Allah aşkına hâlini bana arz et! Hind’deki papağandan ne hâl telâkkî ettin ki, böyle bir hîle yaptın, beni yaktın? Bu işin sırrı nedir? Anlat da, ben de bu mânevî esrârdan nasîbimi alayım! Beni mahrum bırakma!” dedi.
Bunun üzerine papağan şöyle cevap verdi:
“–Haberini getirdiğin Hind papağanı bana sessiz hareketleriyle mürşidlik yaptı, nasîhat etti. Yanan bağrıma sanki âb-ı hayat takdîm etti. Bana; «–Seni kafese güzel sesin mahkûm etti!..» demek istedi. Ve; «–Ey büyüklere de küçüklere de nağmeler söyleyen! Ey âlimleri de câhilleri de güzel nağmelerle mest eden! Ey insanları muhrik nağmelerle eğlendiren! Aklını başına topla; bu nağmeleri bırak! Sen de benim gibi öl de, esâretten kurtul!» dedi. Ben de verilen tâlimâtı yerine getirdim. Kendimi öldürdüm ve kurtuldum!..”
Papağan sözlerine şöyle devam etti:
“–Ey efendi! Ben esirlikten kurtuldum; şimdi asıl geldiğim yere, vatanıma dönüyorum. Sen de benim gibi yaparsan, ten kafesinden selâmetle kurtulur, hürriyete kavuşarak aslî vatanına, yâni baban Hazret-i Âdem’in geldiği yer olan cennete dönersin!.. Bu çamur bedenden sıyrılıp ulviyyete kavuşursun; çok yücelirsin!..”
Bu sözlerden hisse alan tâcir de intibâha gelip kendi kendine şöyle dedi:
“Bana öğüt olarak bu yetişir! Gayri ben de papağanımın yolunu tutayım. Zîrâ anladım ki onun yolu, insana hakîkatini keşfettiren, nurlu yola ileten ve ebedîlik iksiri olan bir âb-ı hayât imiş!..”
KISSADAN HİSSE
Hikâyede geçen kafesteki papağan, beden, yâni nefs esâretine giren rûhu temsîl eder. Hindistan’daki hürriyete gark olmuş, daldan dala uçan papağanlar ise, dünyâ lezzetlerinden sıyrılmış, fânîlik ve eşyânın esâretinden kurtulmuş ervâh-ı mücerrede, yâni evliyâullâhın rûhâniyetleridir.
Hind’deki kuşların kafesteki mahpus kuşa tâlimâtı:
“Ölmeden evvel ölünüz!” sırrına ittibâ etmenin lüzûmudur ki, kurtuluş ancak bu yolla mümkündür. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur:
“Ölünüz ki, hakîkat sabahına dirilesiniz!”
Hindistan’daki papağan, kafesteki mahpus papağana bu hususta âdeta şöyle demiştir:
“–Sen de öl! Yâni tabiî ölüm gelmeden önce kendi nefsinden kurtul. Nefsânî vücûdundan kendi irâdenle ölmesini bil ve rûhânî hayâta diril; böylece mânevî semâlara kanat aç!”
Çünkü kendi aslı ve hakîkatiyle yaşamayan ve içindeki meknuz cevherden habersiz olan bir kimsenin hayâtı, bir vücut kafesinde can çekişmekten başka bir şey değil de nedir? Gerçek hayat, nefisten ölmekle başlar. Zîrâ bu ölüm, bizzat hayâtın kendisidir.
Bunun içindir ki Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Can papağanının hikâyesi de tâcirin papağanının hikâyesine benzer.”
“Ey gâfil! Bu kuş gibi ölü ol ki, kurtulasın! Dâne gibi olursan, seni kuşlar toplar. Gonca gibi olursan, seni çoluk-çocuklar yolar.”
“Dâneni sakla, uzaklarda gizlen! Goncanı sakla da damlarda ve duvar diplerinde bitmiş otlar gibi ol!”
“Yâni bilinmekten, kendini göstermekten ve görünmekten kaçın! Tevâzû ve mahviyet içinde kal! Böylelikle hem kem gözlerden, hem de ne oldum delisi olarak haddini aşmaktan kurtulursun!”
“Güzelliğini satışa çıkaran kişi, belâya avuç açmış olur. Böylesi, bütün kötü bakışları üzerine çeker. Düşmanları bir türlü, dostları bir başka türlü onun mahvına çalışırlar. Biri kıskanarak, diğeri de aşırı bir tabasbusla (zararlı medh u senâda bulunmakla) ömrünü ziyân eder. Bu tehlikeleri aşmak için varlık kaydından kurtulmaktan başka çâre yoktur.”
Varlık kaydından kurtulmak içinse, ya ölmek veya ölü görünmek, yâni ilâhî emir ve nehiylere gönülden bağlanıp onları îtirazsız yerine getirmek îcâb eder. Bu sebeple Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri tasavvufu:
“Hakk’ın, seni senliğinde öldürmesi ve kendisi ile ihyâ etmesidir.” diyerek târif eder.
Zîrâ kul, dünyâ kirlerinden kurtulup da Allâh’ın lutfuna sığınarak ilâhî nûra gark olduğu zaman, o, âfetlere değil, âfetler ona boyun eğer. Nitekim ilâhî gazapla köpürüp de Allah düşmanlarını kahreden sular, Hazret-i Nûh’a ve Hazret-i Mûsâ’ya yâr olmuş ve Nemrûd’un kalbinden âh dumanları çıkaran ateş de, İbrâhim -aleyhisselâm-’a gülistân olmuştur. Bu oluşlar bir tesâdüf değil, Cenâb-ı Hakk’ın sâlih kullarına olan lutuf ve inâyetinin tecellîsini muhtevî mûcizeleridir ki, daha nice hikmet ve ibretlerle lebâlebdir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Mesnevî Bahçesinden BİR TESTİ SU, Erkam Yayınları