Peygamber Ahlakı

PEYGAMBERİMİZ

İnsanca yaşamanın şartı nedir? Peygamber (s.a.v.) Efendimizin ahlaki özellikleri ile ilgili ayet hadisler.

İnsanca yaşamanın yegâne şartı din ve ahlâktır. Îmân, hidâyet ve kulluğu yaşayabilmek için Cenâb-ı Hak tarafından beşeriyete takdim edilen zirve, misilsiz yüksek ahlâk numûnesi peygamberlerin îmândan sonra en mühim vazîfeleri, mü’minleri nefsânî vasıflardan kurtarıp ahlâk-ı hamîdeye yükseltmeleridir.

PEYGAMBERİMİZİN AHLAKI NASILDI?

En son dîn olan İslâm’ın sunduğu ahlâkî zirve ve bütün insanlığa nümûne şahsiyet, Hazret-i Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’dir. Cenâb-ı Hak buyurur:

(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz Sen, yüce bir ahlâk sâhibisin!..” (el-Kalem, 4)

Hazret-i Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in kalbî hayatı ve mükemmel ahlâkından nasiplenmek, iki cihan seâdetinin yegâne teminatıdır. Bu vasfa nâil olabilmek de, ancak O’na duyulan muhabbet ve O’nun rûhâniyetine bürünebilmek nisbetindedir.

Cihan, ilâhî muhabbetin tezâhürüdür. Bu tezâhürün öz cevherini de Muhammedî nûr teşkil eder. Dünyâ ve âhiret seâdeti, O’na olan muhabbet sermâyesi ile kazanılabilir. Târih şâhiddir ki, O’na olan muhabbet cevheri ile ziynetlendiğimiz zamanlar, cihânın en üstün ve fazîletli milleti olduk.

Erişilmez incelikler, bediî güzellikler ve dibi görünmez derinlikler istidâdı içinde yaratılan biz insanlar, insânî kıymetimizi, ancak Allâh -celle celâlühû-’ya kul olabildiğimiz ve O’nun habîbinin davranış ve zirve ahlâkından hisse alabildiğimiz nisbetle muhâfaza edebiliriz.

Hazret-i Mevlânâ, asr-ı saâdette insanlığı ve vicdanı kaybolmuş, duyguları dumûra uğramış, kaba-saba bir insanın, Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in ince, zarif hâlleri ve hidâyet üslûbu ile nasıl îmân ettiğini, kendi öz hikâye üslûbu ile şöyle anlatır:

Birtakım müşrikler, akşam vakti mescide gelip Peygamber Efendimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’e misafir oldular. Dediler ki:

“–Ey bütün dünyadaki insanları manen misafir eden yüce insan! Biz buraya, Sana misafir olarak geldik. Yiyeceğimiz, içeceğimiz yok. Ayrıca biz çok uzaklardan geldik. Burada tanıyanlarımız da yok. Haydi keremini, ihsânını göster, nûrlar saç, yani faziletinden, kereminden ihsân et. Biz garipleri sevindir, gönüllerimize neşe nûrları saç.”

Peygamber Efendimiz sahabelerine:

“–Ey dostlar!” diye buyurdu. “Bunları pay edin, evlerinize götürün, ikramlarda bulunun, çünkü siz, Benimle bir huyda ve cömertliktesiniz. Benim ahlâkımla dolusunuz.”

Ashâbdan her biri bir misafir seçti, götürdü. Aralarında eşi, benzeri olmayan, iri yarı, kaba-saba biri vardı. Onun pek iri bir cüssesi vardı. Bu fil gibi cüsseli adamı, kimse alıp evine götürmeye cesâret edemedi. Kâsedeki şerbet tortusu gibi mescitte yalnız kalakaldı. Kimsenin götürmediği o iri adamı, Hazret-i Mustafa (sallâllâhu aleyhi ve sellem) aldı, hâne-i seâdetine götürdü. Peygamber Efendimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in sürüde yedi baş süt verir keçisi vardı.

Keçiler yemek vakti sağılmak için evde idi. Kıtlık babası gibi olan o iri misafir, sofrada ekmeği de, yemeği de, o yedi keçinin sütünü de tamamıyla yedi ve içti. Bütün ev halkı bu duygusuz nâdân insana öfkelendi. Çünkü bütün ev halkının gıdası, bu insafsızın midesine inmişti.

O obur adam karnını davul gibi şişirdi, sekiz-on adamın yiyeceğini yalnız başına yedi. Yatma zamanı gelince de bir odaya girdi. Hizmet eden kızcağız, hodgâm yaratılışlı bu insana kızgınlığı sebebiyle kapıyı üstüne kilitledi. Dışardan kapının zincirini taktı. Çünkü ona pek kızmış, onun bu vurdumduymazlığına pek içerlemişti.

Misafirin gece yarısı dışarı çıkması lâzım geldi. Sabaha kadar karnı ağrıdı. Yatağından fırlayıp kalktı. Kapıya doğru koştu. Elini kapıya götürünce, onun kapalı ve zincirli olduğunu anladı. Kapıyı açmak için o obur hileci, çeşit çeşit hileler yaptı, uğraştı, durdu. Fakat kapıyı açamadı. Sıkıştıkça sıkıştı. Oda kendine dar gelmeye başladı. Şaşırdı kaldı. Ne dermanı vardı, ne rahatı… Çare olmak ve sıkıntısını unutmak üzere uyumak için kıvrıldı, uyudu. Rüyasında kendini bir virânede, yıkık bir yerde gördü.

Hatırında yıkık bir ev vardı. Rüyada da kendine orası göründü. Kendisini, tenha bir yıkık yerde görünce, oracıkta abdestini bozuverdi. Uyanıp da yattığı yeri pislik içinde görünce, utancından deli gibi oldu.

“–Bu gece bir geçse de, kapının açılmasını duysam.” diye beklemeye başladı. Bu bekleyiş, böyle pislik içinde görünmemek için, kapı açılınca ok yaydan fırlar gibi kaçmak içindi.

Sabahleyin Hazret-i Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem) geldi. Oda kapısını açtı. O yolunu kaybetmiş adama yol verdi. Ancak Mustafa (sallâllâhu aleyhi ve sellem) kapıyı açarken o rezil olmuş kişi görüp de utanmasın diye kendisini gizlemişti.

Misafir kaçtı gitti. Fakat hâne halkından biri, pislik bulaşmış yatağı aldı, Peygamberimizin huzûruna getirdi. Sanki “Bak!” diyordu, “Misafirin ma’rifetini gör.”

Âlemlere rahmet olan Peygamber Efendimiz, gülümsedi:

“–Bana o su kabını getir, hepsini kendi elimle yıkayayım.” diye buyurdu.

Orada bulunanların hepsi de yerlerinden fırladılar ve utançlarından dediler ki:

“–Canımız Sana kurban olsun. Sen bırak da pisliği biz yıkayalım. Bu iş el işidir. Gönül işi değildir. Biz Sana hizmet etmek için yaşıyoruz. Hizmeti Sen yaparsan, biz neyiz? Yâni biz ne işe yararız?”

Hazret-i Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem) buyurdu ki:

“–Bana olan sevginizi biliyorum. Fakat, bunu şimdi benim yıkamamda bir hikmet var.”

Ev halkı, Peygamberin bu sözünü duyunca, bu işin derûnundaki sır meydana çıksın diye beklemeye başladılar. Peygamberimiz o pisliği yıkamakta, Allâh’ın emrine candan uymada idi. Çünkü mübareğin gönlü: “Bunları sen yıka.” diyordu. Bu işte kat kat hikmetler vardı.

O îmânsız misafirin küçük bir putu, bir muskası vardı. Boynuna takıyordu. Onun kaybolduğunu anlayınca kararı kalmadı. Kendi kendine dedi ki:

“–Bu değerli ilâhımı haberim olmaksızın, yattığım odada bırakmış olmalıyım.”

Yaptığı kötü işten utanıyordu ama, boynuna astığı muska puta olan bağlantısı, utancını giderdi. Putunu aramak için koştu geldi. Hazret-i Mustafa’nın odasında putunu gördü. Gördü ama kendisinin pislediği yatağı, Allâh’ın kudret eli ve rahmeti olan Hazret-i Mustafa (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in bizzat yıkadığını gördü.

Putu kalbinde kırdı, onu muhabbetini gönlünden kazıdı. Kendine geldi; ulvî bir cezbeye tutuldu. Yenini yakasını yırttı. İki elini yüzüne, başına vuruyor, kafasını kapı ve duvara çarpıyordu. Başına vuruyor: “Ey akılsız baş!” diyordu. Göğsüne vuruyor: “Ey nûrsuz göğüs!” diye bağırıyordu. Kendi kendine: “Vicdan mahrûmu zavallı!” diyerek secdeye kapanıyor:

“–Ey yeryüzünün şânı, şerefi olan yüce insan! Senin keremine karşı gösterdiğim gafletten utanıyorum.” diyordu.

Muzdarip bir gönülle yeryüzüne sesleniyordu:

“–Ey hikmetlerle dolu yeryüzü! Sen Allâh’ın emrine uyuyor, O’na boyun eğiyor, O’nun aşkı ile dönüp duruyorsun; ben ise senin üstündeki nîmetlerle perverde olan âciz bir kimse olduğum hâlde nefsime mağlûbum. Azıyorum. Sen Allâh’a karşı hor, hakîr oluyor, ondan titreyip zikrediyorsun. Ben ise, onun emirlerine karşı geliyorum. Yazık bana!..”

Her an yüzünü göğe kaldırıyor, Hazret-i Peygamber’e:

“–Ey cihânın kıblesi, Sana bakacak yüzüm yok!” diye feryad ediyordu.

Onun cezbe hâli, titremesi, çırpınması hadden aşınca, Hazret-i Mustafa (sallâllâhu aleyhi ve sellem) o küfürden kaçmak isteyen zavallıyı can sarayına aldı, huzura kavuşturdu. Onun vîrâne olmuş gönlünü ihyâ etti. Ona ince, derin ve esrarlı sözler söyledi.

Böylece, daha evvel putunun zebûnu olan gâfil kişi, daha önce yabancısı olduğu bu ahlâk ve bu hassas gönül karşısında, yakın bir dost oluverdi. Hazret-i Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in, o mânâ padişahının lutuflarından, engin tevâzû sahibi oluşundan şaşırdı kaldı.

Hazret-i Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem) ona:

“–Bu tarafa gel.” diye buyurdu.

Adam ağır bir uykudan uyanır gibi, uyandı, o tarafa geldi. Dedi ki:

“–Ey Allâh’ın birliğinin şâhidi, bana kelime-i şehâdet öğret… Allâh’ın birliğine îmân ve Senin peygamberliğini tasdîk edip saâdet kervanına katılayım. Ben artık bu kaba varlıktan, bu duygusuz vicdan ve fil bedenimden usandım, artık îmânın sonsuz sahrasına varayım.”

Mustafa (sallâllâhu aleyhi ve sellem), o adama imânı tâlim etti.

O mübarek şehadet kelimesini, yâni “Lailahe illallâh Muhammedün Rasûlullâh” demesi, bağlanmış düğümleri çözdü. Hazret-i Mustafa (sallâllâhu aleyhi ve sellem):

“–Bu gece de, hem hânemizin, hem gönlümüzün misafiri ol.” diye buyurdu.

Müslüman olan o bahtiyar adam dedi ki:

“–Vallâhi nerede olursam olayım, nereye gidersem gideyim, ebede kadar Senin misafirinim. Ben ölü idim, beni diriltin. Artık ben Senin azadlı kölenim. Senin kapıcınım. Zaten dünya da, âhiret de Senin şefaat sofranın misafirleridir.”

O gece bedevî, Hazret-i Peygamberin misafiri oldu. Bir tek keçiden sağılan sütün, ancak pek azını içti. Sonra şükretti ve sofradan çekildi.

Peygamber Efendimiz:

“–Süt iç, ye.” diye üstüne düştü ise de, o yeni mü’min dedi ki:

“–Vallâhi ben gerçekten de doydum. Bunu ne ağız yapmak, ne utanmak sıkılmak, ne de gösteriş yapmak için söylemiyorum. Artık, Senin feyzinle dolu bir lokma, yüzlerce lokmaya bedel oldu; ben, dün geceki oburca yiyişimden daha fazla doydum…”

Bütün ev halkı:

–Bu gövdeli kandil, bir damla zeytinyağı ile nasıl oldu da doldu?” diye şaştı kaldı. Aralarında fısıldaştılar:

“–Bir Ebâbil kuşunun gıdası, böyle bir filin karnını nasıl doyurdu? Hayret; fil vücutlu adam, sivrisinek kadar yiyor!”

Hâsılı kâfirlik hırs ve zilletinden kurtulunca, bu ejderha mide, bir karınca gıdası ile doydu, gitti.

Mevlânâ Hazretleri’nin ince bir üslûpla anlattığı bu hâdise, birçok hikmeti muhtevîdir. Öncelikle Hak yolunda rehber olan, yol gösterici kimselere derin bir düstûr vermektedir. Bu düstûru, bizzat kendi nefsinde uygulayarak sergileyen Hazret-i Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem), hiç kimsenin kabul etmediği îmânsız obur misâfiri evine götürmüş, ona izzet ü ikrâmda bulunmuştur. Üstelik kendi paylarını da ona takdim ederek… Daha sonra o şahsın mecbur kalıp yaptığı çirkin davranışı, yine Hazret-i Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem) bizzat gidermiş ve o kâfiri hayran bırakacak yücelikte bir ahlâk sergilemiştir. Hizmetçilerin bile yapmakta zorlanacağı bir temizliği, berrak sular misâli gerçekleştirmiştir… Bu esnâda kimseyi ayıplamamış, büyük bir olgunlukla âbide bir mü’min gönlü sergilemiştir. Neticede hodgâm, doymaz bir bedenin ve karanlık bir gönlün hidâyet nûrlarıyla dolmasına vesile olduğu gibi o bahtiyar gönlün, ayrıca ahlâk-ı peygamberî ile de dolarak eski huy ve hatâsını da düzeltmesine âmil olmuştur.

İşte peygamber ahlâkı!..

Bu ahlâk ki, kâfiri mü’min eylemiş, obur bir şahsı kanaat deryâsı hâline getirmiştir.

Bu ahlâk ki, nice azgın rûhları birer itâatkâr eylemiş, gözü kanlı, acımasız yürekleri birer merhamet okyanusuna döndürmüştür.

Bu ahlâk, yarı vahşî bir toplumu, beşeriyetin en zirve cemiyeti yapmıştır.

Bu ahlâk, gönülleri bir dergâh hâline getirmiş; muzdaribin barınağı, sığınağı ve kucağı eylemiştir.

Bu ahlâk, kendini bütün menfîliklerden mes’ûl gören insanlar yetiştirmiştir.

Bu ahlâk, insan inşâ eden, hâliyle ve kâliyle hidâyet rehberi olup, cemiyetleri insan isrâfından kurtaran nice kâmil ve has kulların zuhûruna âmil olmuştur.

Bu ahlâk, kötülüğü iyilik ve ihsân ile güzelleştirmeyi öğretmiştir. Çünkü insanlar ihsâna mağluptur. İhsân edildiği kadar düşmanlık azalır. Ortada olan da dost olur.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Sen o kötülüğü, en güzel olan hasletle def’ et!..” (el-Mü’minûn, 96; el-Fussilet, 34)

Bu ahlâk, Hazret-i Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’i iki cihânın sultanı eylemiştir.

Hâsılı bu ahlâk, Allâh’ı hoşnud eyleyen en yüce bir ahlâk olmuştur. Öyle ki: «Sen hiç şüphesiz yüce bir ahlâk sâhibisin.» (el-Kalem, 4) âyetiyle senâ edilmiştir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ab-ı Hayat Katreleri, Erkam Yayınları