Peygamber Aşığı Bir Yetim
Tebük Seferi’nde yalnız bir sahâbî şehît olmuştur. Bu sahâbî, müşrik bir kabîle içinde İslâm’la şereflenen Abdullâh el-Müzenî’dir.
Abdullâh el-Müzenî’ye -radıyallâhu anh- babası öldüğünde hiç mal bırakmamıştı. Zengin olan amcası onu yanına alıp büyütmüş ve mal sâhibi yapmıştı. Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye hicret ettiği zaman Abdullâh Müslüman olmak istemişse de müşrik amcası yüzünden buna muvaffak olamamıştı. Peygamber Efendimiz, Mekke’yi fethedip Medîne’ye döndüğü zaman Abdullâh, amcasına:
“–Ey amca! Müslüman olmanı hep bekledim durdum. Senin hâlâ Muhammed’i arzu ettiğini göremiyorum! Bâri benim Müslüman olmama izin versen?” dedi.
Amcası:
“–Eğer sen Muhammed’e tâbî olacak olursan, üzerindeki elbisene varıncaya kadar, sana vermiş olduğum şeylerin hepsini çeker alırım!” dedi.
Abdullâh:
“–Ben, vallâhi Muhammed’e tâbî oldum! Taşa, puta tapmayı bıraktım bile! Elimdeki şeyleri alırsan al!” dedi.
Amcası elbiselerine varıncaya kadar her şeyini aldı. Abdullâh -radıyallâhu anh-, elbisesiz olarak anasının yanına gitti. Anası, kalın kilimini iki parçaya ayırdı. Abdullâh, onun yarısını belinden yukarısına, yarısını da belinden aşağısına sardı. Kararlıydı, bir an evvel Medîne’ye varıp Allâh Resûlü’ne kavuşmak istiyordu. Önündeki bütün engeller gözünde bir hiç hâline gelmişti. Daha fazla duramadı, kendisini sıkıştıran kavminden yakasını kurtararak o gece gizlice yollara düştü. Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından, eli-ayağı parçalanmış, açlık ve susuzluktan tâkati kesilmiş, perişan bir hâlde Medîne’ye yaklaştı. Heyecânı had safhadaydı. Fakat bir an, üzerindeki kaba çullarla Kâinâtın Serveri’nin huzûruna çıkamayacağını düşündü. Allâh Rasûlü’ne kavuşma heyecânıyla kendinden geçen genç sahâbî, görenlerin hayret dolu nazarları arasında soluğu Mescid-i Nebevî’de aldı. Seher vaktine kadar mescidde yattı. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- sabah namazını kıldırdı. Cemaate göz gezdirip evine döneceği sırada Abdullâh’ı gördü. Kimsesizlerin, yalnızların ve mazlumların sığınağı olan Rahmet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o mübârek sahâbîyi şefkat ve muhabbetle bağrına bastı.
İKİ ÇUL SAHİBİ
İsminin Abdüluzza olduğunu öğrenince:
“–Sen Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn (ذُو الْبِجَادَيْن: çifte çul/kilim sâhibi)sin! Bana yakın yerde bulun! Sık sık yanıma gel!” buyurdu. Abdullâh -radıyallâhu anh- suffede bulunuyor, Kur’ân-ı Kerîm öğreniyordu. Kur’ân-ı Kerîm’den birçok sûreleri okuyup ezberlemişti.
Allâh Rasûlü’ne aşk ile bağlanan bu mübârek sahâbî, O’nun yanında cihâddan cihâda koşuyor, şehît olup Rabbinin yolunda cânını fedâ etme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Tebük Seferi’ne çıkılırken kendisine şehâdet nasîb olması için Hazret-i Peygamber’den -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ısrarla duâ taleb etti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ey Allâh’ım! Onun kanını kâfirlere haram kıl!” diyerek duâ etti.
Abdullâh -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Resûlallâh! Ben öyle istememiştim!” dedi.
Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Sen Allâh yolunda harbe çıkar da hummâya tutularak ölürsen, şehîdsin! Hayvanın seni düşürüp boynunu kırarsa, sen yine şehîdsin! Gam çekme! Bunlardan hangisi olursa, şehîtlik için sana yeter!” buyurdular.
Gerçekten onun şehâdeti mûcizevî bir şekilde Allâh Resûlü’nün buyurduğu sûrette tahakkuk etti. Ordunun dönüş hazırlıklarıyla meşgûl olduğu bir gece, biri Peygamberlerin Seyyidi, ikisi de Allâh ve Resûlü’nün dostu üç kişi, bir meş’ale ışığı altında cenâze taşıyorlardı. Bu üç kişi; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- idi. Taşıdıkları cenâze ise Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn -radıyallâhu anh- idi.
SAHABİ CENAZESİ
Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, gıpta ile seyrettiği bu manzarayı şöyle anlatıyor:
“Gece karanlığında, mücâhidlerin çadır kurdukları sâhanın bir köşesinde hareket eden bir ışık gördüm. Kalkıp tâkip ettim. Bir de ne göreyim: Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anh-, Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn’in -radıyallâhu anh- cenâzesini taşıyorlar. Bir yere geldiler, kabir kazdılar. Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kazılan kabre indi. Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anh- cenâzeyi Efendimiz’e sunmak için hazırladılar.
Allâh Resûlü:
«−Kardeşinizi bana doğru yaklaştırın.» buyurdu; yaklaştırdılar. Cenâzeyi kucağına alan Resûlullâh, onu kabirde yatacağı yere ve yöne yerleştirdikten sonra doğruldu ve şöyle niyâz etti:
«–Yâ Rab! Ben ondan râzıyım, hep râzı olageldim, Sen de râzı ol…»”
Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- sözlerine devamla diyor ki:
“Bu manzara karşısında içim dolu dolu oldu. Zü’l-Bicâdeyn’e gıpta ettim. O an:
«Ne olurdu bu kabrin sâhibi ben olaydım! Keşke oraya bu iltifât-ı Peygamberî ile gömülen ben olsaydım!» diye ne kadar arzu ettim.” (İbn-i Hişâm, IV, 183; Vâkıdî, III, 1013-1014; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 227)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları