Peygamber Efendimiz Engellilere Nasıl Davranırdı?
Peygamber Efendimiz (s.a.v) engellilere nasıl davranırdı? Abdullah bin Ümmi Mektûm (r.a) ile Peygamber Efendimiz (s.a.v) arasında nasıl bir hadise geçti? Bu hadise üzerine inen ayet hangisidir?
“Kulumu, iki gözünü kör etmekle imtihan ettiğimde sabrederse, gözlerine karşılık ona cenneti veririm.” (Buhârî, Merdâ, 7)
PEYGAMBERİMİZİ (S.A.V) UYARAN AYET
Toplum içindeki mağdur kesimlerden biri de özürlülerdir. Hz. Peygamber’in özürlülerle ilgili söz ve uygulamalarını ele alırken bu kesimi bedensel ve zihinsel özürlüler olmak üzere iki kısımda değerlendirmek mümkündür. Bedensel özürlülerin içinde de âmâlarla ilgili rivayetler dikkati çekmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de âmâ kelimesi çoğu yerde manevî körlük, bir kısım âyetlerde de maddi körlük anlamında kullanılmıştır. Abese sûresinde, özelde âmâların genelde ise özürlülerin haklarına vurgu yapılarak onlara gerekli ilginin gösterilmesi hususunda şöyle buyrulmaktadır:
“(Peygamber) âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve geri döndü. Onun halini sana kim bildirdi! Belki o temizlenecek yahut öğüt alacak da öğüt ona fayda verecek. Kendini (sana) muhtaç görmeyene gelince ona yöneliyorsun, oysaki onun temizlenip arınmasından sen mes’ul değilsin. Fakat koşarak ve Allah’tan korkarak sana gelenle ilgilenmiyorsun.” (Abese 80/1-10)
Bu âyetlerin nüzül sebebi olarak şu hadise anlatılır:
Hz. Peygamber bir gün Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Utbe bin Rebia, Ebû Cehil, Umeyye bin Halef gibi kimselerle konuşuyordu. Onların Müslüman olmalarını istiyor ve bu konuda gayret gösteriyordu. O esnada âmâ bir sahâbî olan Abdullah bin Ümmi Mektûm gelerek Hz. Peygamber’e:
– Yâ Resûlallah Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret, dedi. Hatta onun başkalarıyla meşgul olduğunu fark etmediğinden bu sözünü birkaç defa tekrarladı.
Konuşmasının kesilmesinden dolayı canı sıkılan, bu hoşnutsuzluğunu yüz ifadeleriyle açığa vuran Hz. Peygamber onunla ilgilenmeyerek yanındakilere döndü ve konuşmasını sürdürdü. Çünkü bu ekâbir takımı, zaten kendilerine özel muamele edilmesini istiyorlardı. Efendimiz konuşmasını bitirip kalkacağı sırada yukarıdaki âyetler nazil oldu. Bundan sonra Hz. Peygamber, İbn-i Ümmi Mektûm’a iltifat ve ikramda bulunup halini hatırını sormuş ve zaman zaman ona:
“Ey kendisinden dolayı Rabbimin beni azarladığı zat, merhaba!” diye hitab etmiştir. (Râzî, XXXI, 50)
Hz. Peygamber, Mekke’de ilk îmân edenlerden biri olan bu âmâ zatı, Medîne’ye, Kur’ân öğretmesi için göndermiştir. Medîneli Berâ bin Âiz -radıyallahu anhuma- diyor ki:
Bize ilk hicret eden kimseler Mus’ab bin Umeyr ile İbn-i Ümmi Mektûm’dur. Bunlar (Medîne’de) halka Kur’ân öğretiyorlardı. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 46)
HEM MUALLİM HEM MÜEZZİN
Bilal-i Habeşî ile birlikte Hz. Peygamber’in müezzinliğini de yapmış olan İbn-i Ümmi Mektûm (İbn Sa’d, IV, 207) âmâ oluşu yanında evinin camiye uzaklığını ve kendisini camiye götürecek kimsesinin bulunmayışını da mazeret göstererek, namazı evinde kılabilmek için Hz. Peygamber’den müsaade istemişti.
Resûlullâh ise:
“– Sen namaz için ezân okunduğunu işitiyor musun?” diye sordu. O:
– Evet, cevabını verdi.
Peygamber -aleyhisselâm-:
“– O halde dâvete icâbet et, cemâate gel” buyurdu. (Müslim, Mesâcid, 255; Ebû Dâvûd, Salât, 46)
Bu haber cemaatle namazın ne derece önemli olduğuna vurgu yapmakla beraber, Peygamberimiz’in âmâ bir zatı toplumdan tecrit etmeyerek onu cemaat içinde bulunmaya teşvik ettiğini de göstermektedir.
Bunun yanında Hz. Peygamber değişik vesilelerle Medîne dışına çıktığı zaman, İbn-i Ümmi Mektûm’u cemaate namaz kıldırması için yerine vekil olarak bırakmıştır. Bu görevin kendisine on üç defa verildiği nakledilmektedir. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, IV, 264)
ZARURETİ, ENGELİ OLANLANLARDAN BAZI MÜKELLEFİYETLER KALDIRILMIŞTIR
Diğer taraftan dinimizde özürlü kimselerin yapamayacağı işler kendilerine teklif edilmemiştir. Mesela onların savaşlara iştirak etmesi istenmemiştir. Nitekim: “Mü’minlerden oturanlarla, mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz” (el-Mâide, 4/95) âyeti vahyedildiğinde İbn-i Ümmi Mektûm Peygamberimiz’e gelerek âmâ oluşu dolayısıyla cihada güç yetiremeyeceğini belirtmiş, ardından mezkûr âyetin “özürsüz olarak yerlerinde oturanlar” (el-Mâide, 4/95) kısmı nazil olmuştu. (Buhârî, Tefsîr (4), 18)
Efendimiz de özürlü kimseleri savaşa katılmaktan muaf tutmuş, ancak bu hususta özellikle ısrar edenlere de Musamaha göstermiştir. Mesela Ensar’dan Seleme oğullarının başkanı Amr bin Cemûh topaldı. Bedir savaşına katılmak istedi. Ancak Hz. Peygamber ona müsaade etmedi. Daha sonra Uhud savaşına katılmak istedi.
Oğulları:
– Allah seni mazur kılmıştır, diyerek engel olmaya çalıştılar.
Bunun üzerine Amr, Peygamberimiz’e başvurdu. Peygamberimiz de ona mazereti bulunduğunu, bu sebepten savaşla mükellef olmadığını bildirdi. Ancak Amr’ın ısrarı üzerine, Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- oğullarına hitaben:
“– Artık babanızı savaştan men etmeyiniz. Umulurki Allah ona şehadet nasib eder” dedi.
Uhud harbine iştirak eden bu heyecanlı sahabi, cihad esnasında “Vallahi ben cenneti özlüyorum” demiş, neticede kendisini korumaya çalışan bir oğlu ile birlikte bu savaşta şehit düşmüştür. (Vâkidî, I, 264-265; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, IV, 208)
İbn-i Ümmi Mektûm da Hz. Ömer’in hilafeti döneminde âmâ olmasına rağmen zırhını giyerek elindeki siyah bir sancakla Kâdisiye savaşına katılmış, bir rivayete göre bu savaşta şehit olmuş, diğer bir rivayete göre de Medine’ye dönünce vefat etmiştir. (Ahmed, III, 132; İbn Sa’d, IV, 112; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, IV, 264)
Her ne kadar bu iki güzide sahabi bizzat savaş meydanına giderek şehit düşmüşlerse de Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- özürlü kimselerin cihada katılma konusundaki niyetlerinin onları aynı ecre ulaştıracağını belirtmiştir. Enes -radıyallahu anh- diyor ki: Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir gazvede şöyle buyurdu:
“Medine’de kalıp cihada katılamayan öyle kimseler vardır ki, kat ettiğiniz her mesafe ve geçtiğiniz her vadide bizimle berabermiş gibi sevabımıza eksiksiz ortak oluyorlar. Zira onlar özürleri sebebiyle orada kalmışlardır.” (Buhârî, Cihâd, 35)
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- özürlü kimselerin mahrum oldukları bazı nimetler sebebiyle isyan etmeyip sabretmelerini de tavsiye etmiş, bu sayede cenneti kazanacaklarını müjdelemiştir. Enes bin Mâlik -radıyallahu anh- Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Kulumu, iki gözünü kör etmekle imtihan ettiğimde sabrederse, gözlerine karşılık ona cenneti veririm.»“ (Buhârî, Merdâ, 7; Tirmizî, Zühd 58)
Kaybedilen nimetin kıymeti ölçüsünde onun yokluğuna sabretmenin zorluğu ve buna bağlı olarak değeri de artmaktadır. Bu sebeple hadisimizde, iki gözünü kaybettiği hâlde şikâyet etmeyip sabredebilen kişiye Allah Teâlâ cennetini vereceğini bildirmektedir.
Gerçi gözlerimizle dünyadan faydalanmak büyük bir bahtiyarlıktır. Fakat bu fayda insan ömrüyle sınırlıdır. Allah Teâlâ’nın bedel olarak vereceğini bildirdiği cennet ise sınırsız ve oradaki saadet de ebedidir.
Gözlerin kaybı yanında insanı rahatsız eden ve tedavisi henüz keşfedilmemiş müzmin hastalıkların bir özür olduğu düşünülürse bu tür rahatsızlıklar karşısında da sabretmekten başka çare kalmamaktadır. Defedilmesi güç gibi gözüken belalar karşısında insan sabır iksiriyle ayakta durur. Bu sayede kişinin Allah katındaki derecesi yükselir ve ebedi hayatta da huzura kavuşur.
Atâ bin Ebî Rebâh’ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Abdullah bin Abbâs -radıyallahu anhümâ- bana:
– Sana cennetlik bir kadın göstereyim mi? dedi.
Ben:
– Evet, göster, dedim.
İbn-i Abbâs şöyle dedi:
– Şu siyah kadın var ya, işte bu kadın bir gün Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e geldi ve:
– Beni sar’a tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allah’a dua ediniz, dedi.
Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Eğer sabredeyim dersen, sana cennet vardır. Ama yine de istersen, sana şifa vermesi için Allah’a dua ederim” buyurdu.
Bunun üzerine kadın:
– Ben (hastalığıma) sabrederim. Ancak sar’a tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için dua buyurunuz, dedi.
Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem- de ona dua etti. (Buhârî, Merdâ, 6; Müslim, Birr, 54)
Burada, sar’alı kadının şifa isteğine Allah Resûlü’nün iki şıklı cevap vermiş olması, bazılarına kapalı gelebilir. Efendimiz, kendisine müracaat eden kadına, hakkında en hayırlı olan şıkkı hatırlatmak sûretiyle kadını iki iyilikten birini tercihte serbest bırakmıştır. Bu, Hz. Peygamber’in, ashâbına duyduğu şefkat ve merhametin tabiî bir sonucudur.
Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- ayrıca akıl hastalarının dertleriyle de ilgilenmiş onlardan kendisine getirilen bir kısım kimselerin sadrına elini koymak suretiyle tedavi ettiği de olmuştur. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 453)
Enes -radıyallâhu anh-’dan nakledildiğine göre aklî dengesi pek yerinde olmayan bir kadın bir gün Resûl-i Ekrem’e gelerek:
– Yâ Resûlallah! Seninle bitecek bir işim var, dedi.
O da:
“– Pekâlâ, nerede görüşmemizi istiyorsan görüşüp derdini halledelim” dedi.
Kadınla yolun kenarına çekilip meselesini halledene kadar görüştüler. (Müslim, Fedâil 76; Ebû Dâvûd, Edeb 12)
Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- akıl hastalarının dini yükümlülüklerden tamamen muaf tutulduğunu şu sözü ile ifade etmiştir:
“Üç kimseden kalem kaldırıldı: Büluğ çağına erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan ve şifa buluncaya kadar akıl hastasından.” (Tirmizî, Hudûd, 1)
Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- sağlam insanların özürlülerle davranışlarını düzenleyen ahlâkî prensipler de getirmiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte görme özürlüye yol gösterme, sağıra ve dilsize laf anlatma sadaka olarak değerlendirilmiştir. (İbn-i Hanbel, V, 169)
Hâsılı Peygamberimiz özürlüleri, âtıl kalmaya mahkûm ve zavallı bir kitle olarak görmemiştir. Problemlerini çözmeye yönelik tavsiye ve uygulamalarda bulunmakla birlikte durumlarına göre engelli insanlara vazife vermiş, ayrıca onları dünya ve ahiret saadeti bahşeden müjdeli haberlerle de teselli etmiştir.
Kaynak: Üsve-i Hasene, Erkam Yayınları
YORUMLAR