Peygamber Efendimiz Nasıl Bir Babaydı?
Hz. Muhammed (s.a.v.) nasıl bir babaydı? Mükemmel bir baba olarak Peygamber Efendimiz...
Evliliğin ve âile kurmanın esas maksatlarından biri evlât yetiştirmek ve insan neslinin devamını sağlamaktır. Bu da öncelikle babaya bağlıdır. Baba evlâtlarını yetiştirmede ve terbiye etmede ne kadar dikkatli ve gayretli olursa çocuklar o kadar kaliteli yetişir ve cemiyet, müeddeb insanların yaşadığı bir huzur mahalli hâline gelir.
Çocuğun ruh ve beden sağlığı için huzurlu bir âile ortamının mevcûdiyeti zarurîdir. Babalar bu hususta büyük bir mes’ûliyet altındadırlar. Evlâtlarını hakkıyla yetiştirebilmeleri için kendisi de bir baba olan Peygamber Efendimiz’i çok dikkatli bir şekilde incelemeli ve çocuklarına karşı davranışlarında takib edecekleri usûlleri onun hayatından çıkarmalıdırlar.
1- PEYGAMBERİMİZİN ÇOCUKLARINA VE TORUNLARINA KARŞI SEVGİ VE ŞEFKATİ
Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün ümmetine, hatta bütün eşyaya sevgi ve şefkât beslemekle birlikte, husûsiyle çocuklara karşı farklı bir muhabbet duymuştur. Sevilmeyi, şefkâti ve merhameti yeterince tadamayan Câhiliye dönemi çocukları, Allah Resûlü sâyesinde cemiyetin göz bebeği olmuşlar ve gönüllere taht kurmuşlardır. Başının okşanmasına, yanağının muhabbetle öpülmesine alışmamış olan yavrular, Efendimiz’in âlemi teşrîfi ile sevgi dolu bakışlara, şefkâtli ve samîmî muâmeleye mazhar olmuşlardır. Herhangi bir yerde onu gören çocuklar hemen Efendimiz’e doğru koşar, etrafını sarar, o da her biriyle ilgilenir, hâllerini sorar, sevgilerine karşılık verir ve onlarla şakalaşırdı.[1]
Peygamber Efendimiz’in çocuklarına olan muhabbetini gösteren güzel sahnelerden birkaçı şöyledir:
Allah Resulü kızı Hz. Ümmü Gülsüm vefat ettiğinde cenaze namazını bizzat kıldırmıştı. Daha sonra da kabrinin başına oturmuş, evlâdına olan muhabbet ve merhametinden dolayı gözyaşlarını tutamayarak ağlamıştı. (İbn-i Sa’d, VIII, 38-39; İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 489) Diğer kızı Hz. Rukiye vefât ettiğinde Fahr-i Kâinât Efendimiz kabrin yanına oturdu. Fâtıma da ağlayarak yanına geldi ve o da oturdu. Allah Resûlü Fâtıma’ya olan merhametinden dolayı elbisesinin ucuyla onun gözyaşlarını sildi ve tesellî etti. (İbn-i Hanbel, I, 335)[2]
Peygamber Efendimiz, Hz. Fâtıma huzûruna girdiğinde kalkar, elini tutar, kendisini öper ve yanına oturturdu. Hz. Fâtıma da muhterem babasına aynı şekilde mukâbele ederdi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 143-144) Allah Resûlü Hz. Fâtıma’ya olan muhabbeti sebebiyle bir sefere çıkacağı zaman en son onunla vedâlaşır, döndüğünde de ilk olarak yine ona uğrar ve şefkatle yanaklarından öperdi. (Ebû Dâvûd, Tereccül, 21)
Ümmü Seleme anlatıyor:
Resûlullah Fetih senesinde Fâtıma’yı çağırdı ve özel olarak konuştular. Hz. Fâtıma ağladı. Sonra tekrar konuştular, Hz. Fâtıma bu sefer güldü. Resûlullah vefat edince, Hz. Fâtıma’dan o gün ağlama ve gülmesinin sebebini sordum. Şu cevâbı verdi:
– Önce, Resûlullah bana vefât edeceğini haber verdi, ben de ağladım. İkinci defa benim cennette, İmrân kızı Meryem hariç diğer kadınların efendisi olacağımı müjdeledi, bunun üzerine güldüm. (Tirmizî, Menâkıb, 60)
Sefer dönüşlerinde âilesinin çocukları tarafından sevinç gösterileriyle karşılanan Peygamberimiz, uzağında kalan çocuklarını da hep sormuş, soruşturmuş ve takip etmiştir. Hz. Rukiye, kocası Hz. Osman ile Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Bir müddet haberleri gelmedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz şehir dışına çıkar, o taraflardan gelenlere Hz. Osman ve kızını sorardı. Kureyşten bir kadın Habeş diyarından geldi. Efendimiz ona da sordu. Kadın:
– Ey Ebü’l-Kâsım, ben onları gördüm, dedi. Allah Resûlü:
“– Ne şekilde gördün, hangi hâldelerdi?” diye sordu. Kadın:
– Osman, Rukiye’yi bir merkebe bindirmiş götürüyor, kendisi de arkasından yürüyordu, dedi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinât Efendimiz sevindi ve onlar için Allah’ın yardımını niyaz etti. (Ali el-Müttakî, XIII, 63)
Resûlullah, oğlu Hz. İbrahim doğduğunda çok sevinmiş, onu kucağına alıp Hz. Âişe’ye götürerek:
“– Şuna bir bak! Nasıl, bana benziyor mu?” diye sevincini ortaya koymuştur. (İbn-i Sa’d, I, 137) İbrahim’in doğum haberini getiren Ebû Râfi’e de bir köle bağışlamıştır. (İbn-i Abdilber, I, 54) Doğumunun yedinci gününde akika kurbanı olarak bir koç kesmiş,[3] başını tıraş ettirip saçının ağırlığınca gümüşü yoksullara dağıtmıştır. (İbn-i Sa’d, I, 135; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, I, 49)
Enes bin Malik der ki:
“Ben ev halkına Resûlullah’tan daha şefkatli olan bir kimse görmedim. İbrahim, Medine’nin köylerinden birinde, sütannesinin yanında bulunuyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz çocuğunu görmeye giderken, biz de yanında giderdik. Allah Resûlü içeri girer, oğlunu alır, öper, sonra dönerdi.” (Müslim, Fedâil, 63)
Peygamberimiz çok sevdiği oğlu İbrahim’i son ziyâretinde Abdurrahman bin Avf da beraberindeydi. Onun elinden tutarak Hz. İbrahim’in bulunduğu hurma bahçesindeki eve gitti. İbrahim’i kucağına aldı, öptü ve kokladı. O sırada İbrahim can veriyordu. Efendimiz’in gözlerinden yaş dökülmeye başladı. Abdurrahman bin Avf:
– Sen de mi ağlıyorsun ey Allah’ın Resûlü? Sen insanları böyle ağlamaktan menetmemiş miydin, dedi. Peygamberimiz:
“– Ey İbn-i Avf! Bu, merhametten kaynaklanan bir ağlamadır!” buyurdu.
Resûlullah’ın gözlerinden tekrar yaşlar dökülünce:
“Göz ağlar, kalb üzülür, ancak biz, Yüce Rabbimizin râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz! Vallahi ey İbrahim! Biz senin firakınla çok mahzûnuz!” buyurdu. (Buhârî, Cenâiz, 44; İbn-i Sa’d, I, 138)
Peygamber Efendimiz, Hz. İbrahim’in kabrinin başına bir taş getirilmesini emretti ve onu kabrin başına dikti. Hz. İbrahim’in kabri böylece bir alâmetle belirlendi. Kabrinin üzerine ilk defa su serpilen de o oldu. (İbn-i Sa’d, I, 144; İbn-i Abdilber, I, 59)
Âlemlere Rahmet Efendimiz’in, doğumundan ölümüne kadar oğluna gösterdiği bu muhabbet ne kadar derindir. Allah’ın emâneti olarak aldığı evlâdına gerekli ihtimâmı göstermiş, babalık vazîfesini hakkıyla edâ etmiş, vefât ettiğinde ise ona olan muhabbet ve şefkatinden dolayı gözyaşı dökmekten başka bir şey yapmamıştır. Muvâzenesini bozmadan, kendinden geçmeden Allah’ın râzı olacağı şeyler söylemiş, o zor ânında dahî ashâbına çocuk sevgisi, merhamet, Allah’ın rızâsını gözetmek gibi güzel esaslar öğretmiştir.
Fahr-i Kâinât’ın torunlarına da aynı şekilde muhabbet duyduğunu görmekteyiz. Şüphesiz Efendimiz bu davranışlarıyla, çocuk sevmeyi zül kabul eden bir cemiyete esaslı mesajlar sunmaktadır. Havle bint-i Hakîm anlatıyor:
Bir gün, Resûlullah kızı Hz. Fâtıma’nın iki oğlundan birini kucaklamış olduğu hâlde evden çıktı. O sırada şöyle diyordu:
“– Siz var ya siz! Sizin yüzünüzden (ebeveyniniz) cimriliğe, korkaklığa ve cehâlete düşüyorlar. Ve siz Allah’ın reyhânlarındansınız.” (Tirmizî, Birr, 11; İbn-i Mâce, Edeb, 3) Berâ diyor ki:
Resûlullah’ı gördüm. Hz. Hasan’ı omuzunda taşıyor ve:
“– Allahım, ben bunu seviyorum, onu Sen de sev!” buyuruyordu. (Buhârî, Fedâilu’l-Ashâb, 22; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 58, 59)
İbn-i Abbas şu muhabbet dolu hâdiseyi nakleder:
Resûlullah, Hz. Hüseyin’i omzuna almış taşıyordu. Bir adam:
– Ne güzel bir bineğe binmişsin ey yavrucuğum! dedi. Nebî de şöyle buyurdu:
“– O da ne güzel bir süvâridir!” (Tirmizî, Menâkıb, 30)
Burada Fahr-i Kâinât Efendimiz’in torunlarına sevgi ile birlikte ne kadar kıymet verdiğini de görmekteyiz. Allah Resûlü bu sözleriyle âdetâ onların istikbaldeki mevkîlerine ışık tutmuştur.
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in evlâtlarına olan sevgi ve şefkâti bütün ümmetine örnek teşkil edecek müstesnâ bir seviyededir. Onları bazen sırtına, bazen karnının üzerine alıp eğlendirirdi. (Heysemî, IX, 181) Bazen câmide namaz kıldırırken bile omzuna veya sırtına binerler, ses çıkarmazdı. Ebû Hüreyre hazretleri şöyle anlatır:
Resûlullah ile birlikte yatsı namazı kılıyorduk. Efendimiz secdeye varınca Hasan ile Hüseyin sıçrayıp sırtına bindiler. Başını kaldırdığında onları arkasından rıfkla yumuşak bir şekilde aldı ve yere koydu. Secdeye vardığında tekrar bindiler. Namaz bitinceye kadar böyle devam etti. Efendimiz namazı bitirdikten sonra onları dizine oturttu. Yanına vardım ve:
− Yâ Resûlallah! İstersen onları evlerine götüreyim, dedim.
O esnâda (mucizevî olarak) bir şimşek çaktı. Efendimiz onlara:
“− Haydi, annenize gidin!” dedi. Çocuklar eve girinceye kadar şimşeğin ışığı parlamaya devam etti. (İbn-i Hanbel, II, 513; Hâkim, III, 183)
Başka bir gün Allah Resûlü, bir omzunda Hasan, diğerinde Hüseyin olduğu hâlde sırayla önce birini, sonra diğerini öperek ashâbının yanına gelmişti. (İbn-i Hanbel, II, 440)
Fahr-i Kâinât böyle yaparak ashabına çocuk sevgisini öğretiyordu. Hz. Enes anlatıyor:
Resûlullah’a:
– Ehl-i Beyt’inden hangisini daha çok seviyorsun, diye sorulmuştu.
“– Hasan ve Hüseyin!” diye cevap verdi. Efendimiz Hz. Fâtıma’ya:
“– Benim oğullarımı bana çağır!” diye emreder, onları getirtip kucaklar ve koklardı. (Tirmizî, Menâkıb, 30)
Sevgili Peygamberimiz, bir gün ashabıyla birlikte dâvet edildiği bir yemeğe gidiyordu. O sırada Hz. Hüseyin de sokakta çocuklarla oynuyordu. Allah Resûlü ashabını geride bırakarak ilerledi. Ellerini açtı, Hüseyin’i tutmak istedi. Hz. Hüseyin bir oraya bir buraya kaçıyor, Peygamber Efendimiz de gülerek onu tutmaya çalışıyordu. Nihâyetinde sevgili torununu yakaladı. Bir elini kafasının arkasına, diğer elini de çenesinin altına koyup onu öptü. Sonra da:
“– Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim! Hüseyin’i seveni Allah sever...” buyurdu. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11; İbn-i Hanbel, IV, 172)
Resûlullah’ın bu sevgi dolu davranışlarıyla ilgili olarak Ebû Hüreyre şöyle bir hâdise nakleder:
Allah Resûlü ile beraber Medîne’nin çarşılarından birinde idim. Bir müddet sonra Efendimiz ayrıldı, ben de ayrıldım. Peygamberimiz Hz. Fâtıma’nın evine gelip üç defâ:
“– Yaramaz nerede? Bana Hasan’ı çağır” dedi.
Hasan gelince kollarını açtı, Hasan da açtı. Allah Resûlü torununa sarılıp öptü. Ardından da:
“Allahım! Doğrusu ben bunu seviyorum, onu Sen de sev, onu sevenleri de sev!” buyurdu. (Buhârî, Libâs, 60)
Allah Resûlü’nün bu muhabbeti, en ciddî işlerin yapıldığı esnâda dahi müşâhade edilmektedir. Meselâ o, bir keresinde hutbe okurken tökezleyerek mescide giren torununu kaldırmak üzere konuşmasını kesmiş, aşağıya inip torununu kucaklayarak minberin üzerine oturtmuş, hutbesine devam etmiştir. (Tirmizî, Menâkıb, 30) Aynı şekilde Mekke’nin fethi gibi büyük bir olay esnasında bile, Hz. Zeynep’ten olan torunu Ali’yi terkisine almış, şehre onunla birlikte girmiştir. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-ğâbe, IV, 126)
Hiç şüphesiz ki Allah Resûlü, çocukların yaramazlıklarına en fazla tahammül gösteren ve onlara müsâmaha ile davranan kimse idi. Bu, Efendimiz’in evlâtlarına olan sevgisinin sonucudur. Enes bin Malik’in naklettiği şu hâdise buna ne güzel bir misaldir:
Bir gün yağmur meleği, Rabbimizden izin alarak Peygamber Efendimiz’in yanına gelmişti. Resûlullah:
“– Ey Ümmü Seleme! Kapıyı üzerimize kapat, yanımıza kimseyi bırakma!” buyurdu.
O sırada, Hüseyin koşarak geldi. Hz. Ümmü Seleme onu içeri bırakmak istemedi. Fakat yavrucak kapıyı zorlayıp içeri girdi, kendisini Peygamber’in kucağına attı. Efendimiz onu omuzuna aldı, boynuna bindirdi, öptü ve sevdi. (İbn-i Hanbel, III, 242; Heysemî, IX, 187)
Yine Hz. Hasan veya Hüseyin’e sütannelik yapan Ümmü’l-Fadl, bir gün Resulullah’ın torununu getirip kucağına koymuş, çocuk da Efendimiz’in üzerine akıtmıştı. Ümmü’l-Fadl bu sebeple çocuğun omuzuna vurmuş, Resûlullah ise:
“– Oğlumun canını yaktın. Allah sana rahmet etsin!” buyurarak çocukların bu tür sıkıntılı hâllerine tahammül etmek gerektiğini göstermiştir. (İbn-i Mâce, Tabir, 10)
Fahr-i Kâinât Efendimiz sâdece Hz. Hasan ve Hüseyin’i değil, diğer torunlarını da candan severdi. Nitekim Ebû Katâde şöyle demektedir:
“Allah Resûlü, kızı Zeyneb’in kerîmesi Ümâme omzunda olduğu hâlde ashabına namaz kıldırırdı. Secdeye varınca çocuğu (yana) bırakır, kıyâm için doğrulunca tekrar omuzuna alırdı.” (Bûhârî, Salât, 106; Müslim, Mesâcid, 41)
Bir gün, Peygamber Efendimiz’in sevgili torunu ve Hz. Osman’ın oğlu olan altı yaşındaki Abdullah’ın yüzünü ve gözünü bir horoz gagalamıştı. Yavrucağın yüzü şişti ve ağır bir şekilde hastalandı. Tutulduğu bu hastalıktan kurtulamayarak vefat etti. Abdullah’ın cenaze namazını Allah Resûlü kıldırdı, Hz. Osman da oğlunu kabrine indirdi. O esnâda Peygamber Efendimiz gözlerinden yaşlar döküldüğü hâlde şöyle buyurdu:
“– Yüce Allah, kullarından merhametli ve yufka yürekli olanlara rahmet eder!” (İbn-i Sa’d, III, 53-54, VIII, 36; Belazurî, Ensâb, I, 401)
Resûlullah’ın evlatları ve torunlarına karşı gösterdiği ilgi ve sevgiye dâir pek çok rivâyet mevcuttur. Ancak bu alâka, sâdece kan bağının, nesebî duyguların sevki ile olmamış, Allah Resûlü’nün bütün insanlığa yönelik risalet vazifesinin bir îcâbı olarak zuhûr etmiştir. Biz de Peygamber Efendimiz’in izinden giderek, Allah’ın emâneti oldukları düşüncesiyle yavrularımızın terbiyesine daha fazla ehemmiyet vermeli ve daha iyi yetişip insanlığa hizmet etmeleri için onları muhabbetle büyütmeliyiz.
2- PEYGAMBERİMİZİN ÇOCUKLARI VE TORUNLARINI TERBİYE ETMESİ
Çocuğun eğitime ve öğretime açılan ilk kapısı âilesidir. Âile içinde gördüğü şeyler, onun zihninde hayat boyu canlı kalır ve şahsiyetini şekillendirir. İmam Gazâlî şöyle der:
“Çocuk, ebeveyninin yanında bir emanettir. Onun temiz kalbi, işlenmemiş bir cevherdir; kendisine verilecek her şeyi kabul edecek durumdadır. Ona doğru şeyler öğretilir ve güzel alışkanlıklar kazandırılırsa, bu duygu içinde gelişir, çocuğun ebeveyni de dünya ve ahirette mutlu olur. Ama o, başıboş bırakılır ve kötü alışkanlıklar kazandırılırsa bahtsız olur ve helâka sürüklenir. Bu kötü âkıbetin günahı da velisinin boynunda kalır.”
Peygamber Efendimiz bir âile reisi olarak evlâtlarının terbiyesine gereken önemi fazlasıyla göstermiştir. Resûlullâh insanlara da, öncelikle âile fertlerinin eğitimiyle ilgilenmeleri gerektiğini söylemiş, kendisine gelen heyetlere:
“Âilenize dönün ve öğrendiklerinizi onlara anlatın” buyurmuştur. (Buhârî, Ezân, 18)
Anne baba evlâtlarının hayrı için dua etmeyi hiçbir zaman unutmamalıdırlar. Onların eğitimi dua ile başlamalıdır. Bir âyet-i kerîmede Hz. İbrâhim’in evlatları için yaptığı şu dua buna işâret etmektedir:
“Ey Rabb’imiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usûllerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak Sen’sin.” (el-Bakara 2/128)
Cenâb-ı Hak başka bir âyet-i kerîmede Müslümanlara şu duayı öğretmektedir:
“Yâ Rabbî! Lûtfunla gözümüzü aydınlatacak, bizi mesrûr edecek zevceler, zürriyetler ihsan buyur ve bizi müttakîlere imam kıl!” (el-Furkân 25/74)
Çocuğa güzel bir isim koymak da onun eğitiminde önemli hususlardandır. Zira hayat boyu tekrarlanan güzel ismin çocukta bir şuur uyandırması ve o yönde karakter gelişimi göstermesi muhakkaktır. Bu sebeple “İsim müsemmâyı çeker” denilmiştir. Gerçekten de insan, zamanla isminin mânâsı yönünde bir gelişme kaydeder. Dolayısıyla çocuklarımıza, içinde Cenâb-ı Hakk’ın Esma-yı Hüsnâ’sının ve Peygamberimiz’in mübârek isimlerinin bulunduğu veya hayırlı şeyleri hatırlatan, manası güzel isimler verilmelidir. Nitekim Peygamber:
“Allah’ın en ziyade sevdiği isimler Abdullah ve Abdurrahman’dır” buyurmuştur. (Müslim, Âdâb, 2) Hz. Ali diyor ki:
Ben, harbi darbı seven bir adamdım. Oğlum doğduğu zaman ona Harb ismini koymuştum. Resûlullah geldi.
“– Bana oğlumu gösteriniz! Ona ne isim koydunuz?” buyurdu.
– Harb ismini koydum, dedim.
“– Hayır! O, Hasan’dır!” buyurdu. Hüseyin doğduğu zaman yine Harb ismini koydum. Resûlullah geldi ve:
“– Bana oğlumu gösteriniz! Ona ne isim koydunuz?” buyurdu.
– Harb ismini koydum, dedim.
“– Hayır! O, Hüseyin’dir!” buyurdu.
Üçüncü oğlum doğduğu zaman ona da Harb ismini koydum. Resûlullah Efendimiz geldi.
“– Bana oğlumu gösteriniz! Ona ne isim koydunuz?” buyurdu.
– Harb ismini koydum, dedim.
“– Hayır! O, Muhassin’dir! Ben bu torunlarıma Hz. Hârun’un oğulları olan Şebber, Şübeyr ve Müşebbir’in isimlerini koydum” buyurdu.[4] (İbn-i Hanbel, I, 98; Heysemî, XIII, 52)
Çocuğun manevî gelişimine tesiri olacak hususlardan biri de ona isim koymadan önce kulağına ezan okumaktır. Resûlullah Hz. Hasan doğduğunda onun kulağına ezan okumuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 106-107; Tirmizî, Edâhî, 16) Böylece çocuğun kulağına erişen ilk sözler tevhid ifâdeleri olmaktadır.
Hayatının ilk senelerinde, çocuğun karakter ve ahlâkı belli bir kıvama ulaşır. Dolayısıyla bu dönemde âilenin dikkatli hareket etmesi gerekir. Anne ve baba, her hareketinin, her sözünün çocuğunda büyük bir iz bıraktığını hiçbir zaman aklından çıkarmamalıdır. Dâima ona güzel şeyler öğretme çabası içinde olmalıdır. Çocuk konuşmaya başladığında ise yavaş yavaş lüzumlu bilgi ve duaları öğretmeye çalışmalıdır. Nitekim Resûlullah, Abdulmuttalib oğullarından bir çocuk güzel konuşmaya başladığında ona:
“«Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, âcizlikten ötürü bir dosta da ihtiyacı olmayan Allah’a hamdederim» de ve tekbir getirerek O’nun şânını yücelt!” (el-İsrâ 17/111) âyetini yedi defa okutarak öğretirdi. (Abdurrezzak, IV, 334; İbn-i Ebî Şeybe, I, 348)
Efendimiz’in sünnetine ittibâen çocuklara, öncelikle Allah hakkında, bu âyetin muhtevasına uygun bilgiler verilmelidir. Yani Allah’ın insanlar gibi olmadığı, varlıkları yaratıp yönetme husûsunda herhangi bir yardımcısı ya da ortağının düşünülemeyeceği ve insanların O’na hamdetmeleri gerektiği gibi hususlar öğretilmelidir. Fahr-i Kâinât bir hadislerinde de:
“İlk söz olarak çocuklarınıza güzel bir şekilde « لَٓا اِلٰهَ اِلَّاٰ اللّٰهُ» demeyi öğretiniz!” buyurmuştur. (Beyhakî, Şuab, VI, 398)
Çocuklara îtikâdî esasların tâlimi oldukça zordur. Çünkü Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe, kaza ve kadere; hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine îmân etmekten oluşan İslâm akâidi, gözle görülmeyen “gaybî” bir husûsiyet arzeder. Oysa çocuklar çok basit sorularla bu çetin konuların anlatılmasını isterler. Öylesine masum ama zor sorular sorarlar ki onların seviyesine inip bunları cevaplandırmak ciddi çaba gerektirir. Dolayısıyla bu mevzûların tâliminde çok dikkatli olunmalı ve işin ehli olan kimselerle irtibat kurarak hareket edilmelidir.
Çocuğa ilk olarak kelime-i tevhidi öğrettikten sonra onun taze ve berrak zihnine Allah Teâlâ’nın sevgisi yerleştirilmelidir. Allah’ın bizi sevdiği, çeşit çeşit nimetlerle rızıklandırdığı, hatalarımızı affettiği, O’nu sevenlerin daha iyi nimetlere kavuşacağı vs. anlatılmalıdır. Günümüzde yapıldığı gibi çocuklar Allah ile korkutulmamalı, “Allah çarpar”, “Allah yakar” gibi ifadelerin kullanılmasından titizlikle kaçınılmalıdır. Çünkü bu sözler, çocuğun zihninde, kullarına karşı daima kızgın bir Allah tasavvurunun yerleşmesine sebep olabilmektedir.
Allah sevgisinin ardından yavrularımıza Efendimiz’in sevgisi verilmelidir. Bunun için Sevgili Peygamberimiz’in hayatını ve ahlâkını anlatarak onu tanıtmak, hadislerini ezberletmek; öğrendikleri her bir hâdis-i şerîf karşılığında onları mükâfâtlandırmak gibi yollara başvurulmalıdır. Sık sık Allah Resûlü’nden bahsetmemiz ve onun yavrularımıza karşı muhabbetini anlatmamız da bu hususa katkıda bulunacaktır.
Evlâtlarımızı yetiştirirken Efendimiz’in eğitimdeki öncelikleri bizim de önceliğimiz olmalıdır. Fahr-i Kâinât itikadî bilgiler yanında çocukların bilhassa namaz eğitimine ehemmiyet verirdi. Hz. Hasan’a, Resûlullah’tan aklında ne kaldığı sorulduğunda, zekât hurmasını yememesi hususundaki îkâzını zikretmiş, daha sonra da:
– Ondan aklımda kalan beş vakit namazdır, demiştir. (İbn-i Hanbel, I, 200) Yine Hz. Hasan muhterem dedesinin kendisine vitirde okuyacağı şu duayı öğrettiğini bildirmiştir:
“Allahım, sırât-ı müstakîm üzere sâbit kıldığın kimseler arasına beni de kat. Âfiyet verdiğin kimselerle birlikte bana da âfiyet ver. Korumasını üzerine aldığın kimselerle beraber benim korunmamı da üzerine al. Bana verdiklerinde benim için bereket ihsan buyur. Hükmettiğin şeylerin şerrinden beni koru. Şüphesiz Sen hükmedersin, Sana hükmolunmaz. Gerçek şu ki Sen’in yardım ettiğin kimse zelil olmaz. Sen’in bereket ve ihsanın ezelî ve ebedî olarak çoktur, şânın yücedir!” (Tirmizî, Vitir, 10) Allah Resûlü namaz kılarken hata yapan çocukların hatalarını yumuşak bir dille düzeltirdi. (Tirmizî, Cuma, 60)
Peygamber Efendimiz, çocuk on yaşına geldiğinde namaz mevzuunun biraz daha sıkı tutulmasını ve bu dönemde çocukların yataklarının ayrılmasını emretmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât, 26) Dolayısıyla on yaş namaza kesin olarak başlama yaşı olduğu gibi aynı zamanda çocukların yataklarını ayırma yaşıdır. Çocukların hepsi kız veya hepsi erkek de olsa o yaşta uyudukları yatakların ayrılması gerekmektedir. Erkek ve kız çocukları ayrı odalarda yatırılmalıdır. Bülûğ çağının gerektirdiği bilgileri de uygun bir lisanla bu yaşta vermek lâzımdır.
Küçük yaşlarda Kur’ân eğitimi de ihmal edilmemelidir. Çocuğun kulakları Kur’ân sesine, kalbi Kur’ân’ın dünyasına âşina olmalıdır. Resûlullah:
“Kim Kur’ân’ı küçük yaşlarda öğrenirse Kur’ân onun etine ve kanına işler” buyurmuştur. (Ali el-Müttakî, I, 532)
Ayrıca çocuğa dinini, ilmihâlini öğrettikten sonra hayatta lâzım olacak bilgi ve meslekleri de öğretmek lâzımdır. Fahr-i Kâinât’ın âzadlısı Râfi şöyle der:
Peygamber Efendimiz’e:
– Ey Allah’ın Resûlü! Bizim çocukların üzerinde hakkımız olduğu gibi onların da bizim üzerimizde hakları var mıdır? diye sordum. Şöyle buyurdu:
“– Çocuğun baba üzerindeki hakkı ona yazı yazmayı, yüzmeyi, atıcılığı öğretmesi ve kendisine helâlden başka rızık yedirmemesidir.” (Beyhakî, Şuab, VI, 401; Ali el-Müttakî, XVI, 443)
Bu konudaki diğer hâdis-i şerîfler ise şöyledir:
“Çocuğun baba üzerindeki hakkı ona güzel bir isim koyması, bülûğa erince evlendirmesi ve ona yazı yazmayı öğretmesidir.” (Ali el-Müttakî, XVI, 417)
“… Hayatta ona saygın bir yer kazandırması ve ona güzel bir terbiye vermesidir.” (Beyhakî, Şuab, VI, 401-402)
“Erkek çocuklarınıza yüzmeyi ve ok atmayı, kız çocuklarınıza da ip eğirmeyi öğretiniz.” (Suyûtî, II, 52)
Bir başka hâdis-i şerîflerinde, çocukların edep ve terbiyesini îcâbınca yapmayan ana-babanın kıyâmet gününde hesâba çekileceğini bildiren Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:
“Kıyâmet gününde kul getirilir ve Allah Teâlâ ona sorar:
– Ey kulum! Sana göz, kulak, mal ve evlât vermedim mi? Sana eş vermedim mi? Arazi ve hayvanları senin hizmetine vermedim mi? Kul:
– Evet, verdin, der. Allah Teâlâ:
– Bugün Ben’imle karşılaşacağını hiç aklından geçirmedin mi? der. Bu suale kul:
– Hayır, cevabını verir. Bunun üzerine Allah Teâlâ:
«– İşte senin Ben’i unuttuğun gibi bugün Ben de seni unutuyorum» buyurur.” (Müslim, Zühd, 16; Tirmizî, Kıyâmet, 6; İbn-i Hanbel, II, 492)
Öte yandan babanın evlâdına bırakabileceği en faydalı mîrasın, dînî ve ahlâkî bir terbiye olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bu vazîfe diğerlerine göre daha önemlidir. Allah Resûlü:
“Bir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha hayırlı bir şey veremez” buyurmuştur. (Tirmizî, Birr, 33)
Ahlâk konusunda verilecek karakter şekillendirmesinin çok erken yaşlarda başlamasına ehemmiyet veren Peygamber Efendimiz bir başka hadislerinde ise şöyle buyurmuştur:
“Kişinin çocuğuna bir edep öğretmesi, bir sâʻ[5] miktarı tasaddukta bulunmasından daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Birr, 33)
Çünkü âhiret için hazırlanacak en güzel azık güzel ahlaktır.
Resûlullah evlatlarını ciddî bir şekilde takip eder ve onların terbiyesi konusunda titiz davranırdı. Kızlarını güzel bir şekilde terbiye edip evlendirdikten sonra bile takip etmiş, zaman zaman îkâz ve tavsiyelerde bulunmuş, âile huzuru için yapmaları gerekenleri telkin etmekten geri durmamıştır. Bir defasında o, kızı Rukiye’nin yanına varmıştı. Rukiye, kocası Hz. Osman’ın başını yıkıyordu. Allah Resûlü:
“– Kızcağızım! Osman’a iyi davran, güzel muâmele et! Çünkü o sahâbîlerim arasında ahlâken bana en çok benzeyendir” buyurdu. (Heysemî, IX, 81)
Fahr-i Kâinât’ın hayatın her safhasında torunlarının eğitimiyle yakinen meşgul olduğunu görmekteyiz. Bilindiği gibi Resûl-i Ekrem Efendimiz ve âilesine zekât malı yemek haramdı. Bu konuda torunu Hasan’la aralarında geçen bir muhavere şöyledir:
Hz. Peygamber, bir gün Hz. Hasan’ın Beytülmâl’e ait zekât hurmasından bir tane ağzına aldığını gördü. Hemen onu ağzından çıkarttırdı ve:
“– Muhammed âilesinin zekât yemediğini bilmiyor musun?” buyurdu. (Bûhârî, Zekât, 57) Hz. Hasan bu hatırasını şöyle anlatır:
Zekât hurmasından bir tane alıp ağzımda çiğnerken, Resûlullah hemen onu ağzımdan çıkardı ve hurma kümesinin içine attı.
– Yâ Resûlallah! Şu yavrucuğun aldığı bir tek hurmadan, sana ne sorumluluk olacak ki, denildi. Allah Resûlü:
“– Biz Muhammed âilesiyiz! Bize zekât helâl değildir!” buyurdu. (İbn-i Hanbel, I, 200)
Resûlullah Efendimiz’in sevgili torununa “yeme onu!” demekle kalmayarak hurmayı eliyle alıp atması ve ardından sebebini îzâh etmesi, terbiyenin bir başka önemli yönüdür. Zira çocuk bir şeyin kendisine neden yasaklandığını merak eder. Yasağın sebebi kendisine anlatılınca tatmin olur. Bu tür hususlarda çocuğa büyük muâmelesi yapmak gerekir. Böyle yapıldığında şahsiyet gelişimi daha sağlıklı olur. Diğer bir önemli nokta da, “Canım, bu daha çocuktur, büyüyünce öğrenir” gibi bir tavır içinde olmamaktır. Hatanın görüldüğü yerde, uygun bir şekilde hemen düzeltilmesi gerekir. Meselâ Allah Resûlü, maiyetinde yetişen üvey oğlu Ömer bin Ebî Seleme’nin, yemek yerken elini tabağın her tarafına götürdüğünü gördüğünde, tatlı bir dille:
“Yavrum, besmele çek, sağ elinle ve hep önünden ye!” diye îkâz etmiştir. (Buhârî, Et’ime, 2) Bu hadîs-i şerîfin bazı rivayetlerinde Efendimiz’in:
“Sofraya yaklaş, yavrucuğum!” diye söze başlaması, eğitimdeki şefkât ve merhamet üslûbunun ne güzel bir tezâhürüdür. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 519)
Yavrularımızın büyüdüklerinde düzenli bir ev hayatına alışabilmeleri, çocukluklarında onlara bu konuda verilecek terbiye ile yakından alâkalıdır. Evlerine bağlı olmaları, eve geliş gidiş zamanlarına riayet etmeleri, yemeği evde ve aileleriyle birlikte yemeleri onlara öğretilmelidir. Resûlullah çocukların eve giriş çıkışlarıyla alâkadar olmuş, evlâtlarını bu hususlarda da terbiye etmiştir. Meselâ onların öğle sıcağından önce eve dönmelerini arzu ederdi. Hz. Fâtıma’nın rivâyetine göre bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz yanına gelmiş ve:
“– Oğullarım nerede?” diye sormuştu. O da:
– Ali onları götürdü, dedi. Efendimiz dışarı çıktı ve onları Meşrübe denilen yerde oynarken buldu. Önlerinde de biraz hurma vardı. Allah Resûlü:
“– Ey Ali! Oğullarımı sıcak iyice bastırmadan önce eve götürmeyecek misin?” buyurdu. (Hâkim, III, 181)
Aynı şekilde çocukların güneş batımından, akşamın alaca karanlığı kayboluncaya kadar evden ayrılmalarını da istemezdi. (Buhârî, Bed’ü’l-halk, 11; Müslim, Eşribe, 96)
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in terbiyesinde yetişen çocuklar büyük bir edep, terbiye ve ahlâk timsâli olmuşlar, hayatları boyunca hep güzellikler sergilemişlerdir. Hz. Hasan’ın halifelik meselesindeki birleştirici davranışı, Hz. Hüseyin’in hak uğruna şehid olması ve bu esnâda gösterdiği âlicenaplıklar, Hz. Fâtıma’nın âhirette de devâm edecek olan mahviyet, iffet ve hayâsı, ulaşılması çok zor olan ahlâkî kemâl zirveleridir. Bu hususta Hz. Fâtıma ile ilgili bir misal vermekle iktifâ edelim:
Hz. Fâtıma ölüm hastalığındayken Esmâ bint-i Umeys’e:
“–Ey Esmâ! Doğrusu ben kadınlara, (cenazelerinin yıkandığı esnâda) yapılanları beğenmiyorum. Kadının üzerine bir bez atıyorlar, bu da onun vücut hatlarını belli ediyor” demişti. Esmâ (r.a):
“–Ey Resûlullah’ın kızı! Sana Habeşistan’da gördüğüm bir şeyi anlatayım mı?” dedi ve taze hurma dalları istedi. Onları yay gibi eğdi ve üzerlerine bir elbise atarak (küçük çadır gibi bir şey yaptı). Bunu gören Hz. Fâtıma:
“–Bu ne güzel bir şey, kadın erkekten fark edilmiyor. Ben öldüğümde beni sen ve Ali yıkayın, yanıma başka birini sokma!” dedi. Hz. Fâtıma vefat ettiğinde Hz. Âişe gelip yanına girmek istedi. Esmâ (r.a):
“–Girme!” dedi. O da bunu babası Ebû Bekir’e şikâyet etti ve:
“–Hasʻam kabilesine mensup şu hanım benimle Resûlullah’ın kızı arasına giriyor, ona gelin hevdeci gibi bir şey yapmış (onun içinde yıkıyor)!” dedi. Hz. Ebûbekir gelip kapıda durdu ve:
“–Ey Esmâ, Nebî’nin hanımlarını, O’nun kızının yanına koymayışının ve onun için gelin hevdeci gibi bir şey yapmanın sebebi nedir?” diye sordu. O da:
“–Fâtıma bana: «(Yıkanırken) yanıma kimseyi koyma!» diye emretmişti ve o hayattayken bu yaptığım (çadır gibi) şeyi ona göstermiştim de kendisi için de bunu yapmamı bana vasiyet etmişti” dedi. Hz. Ebûbekir:
“–Onun sana söylediği şeyleri yap!” dedi ve gitti. Hz. Fâtıma’yı Hz. Ali ile Esmâ (r.a) yıkadılar. (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 56/6930. Krş. Ebû Nuaym, Hilye, IV, 56; İbn-i Esîr, Üsüdü’l-gâbe, VII, 226)
Hâsılı bir anne ve babanın evlâtlarını nasıl terbiye edeceği, ona neler öğreteceği gibi hususlar, Resûlullah’ın hayatı bir âile reisi olarak incelendiğinde kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
3- PEYGAMBERİMİZİN ÇOCUKLARI VE TORUNLARINI AHİRETE HAZIRLAMASI
“Namaza kalkın ey Ehl-i Beyt! «Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor».”Tirmizi, Tefsir, 33
Bir Müslümanın öncelikli mesûliyeti, öldükten sonra Allah’ın huzurunda vereceği hesâba hazırlık yapmaktır. Ancak bu mesûliyet kendisiyle sınırlı olmayıp aynı zamanda evlâtlarını ve yakınlarını da içine almaktadır. Dolayısıyla bir âile reisi, sorumluluğu altında bulunan kimseleri bütün olumsuzluklardan koruyarak ebedî hayata hazırlamak için elinden gelen her şeyi yapmalıdır. Bu kaygıyı Efendimiz’in hayatında her zaman görmekteyiz. Meselâ Ahzâb Sûresi’nin:
“Ey Peygamber’in hanımları, siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer takva ile korunacaksanız konuşurken kırıtmayın ki kalbinde bir maraz bulunan kimse tamaa düşmesin, güzel, dosdoğru söz söyleyin. Hem vakarlarınızla evlerinizde durun da evvelki cahiliyet çıkışı gibi süslenip çıkmayın! Namaz kılın, zekât verin, Allah ve Resûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor” (el-Ahzab 33/32-33) âyeti nâzil olduğunda Resûlullah altı aya yakın bir müddet sabah namazına giderken Hz. Fâtıma’nın kapısına uğrar ve:
“– Namaz(a kalkın) ey Ehl-i Beyt! «Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor»“ buyururdu. (Tirmizi, Tefsir, 33)
Ebedî hayatın en mühim sermâyelerinden biri olan teheccüd namazı için Peygamber Efendimiz bazı geceler Hz. Ali ile Fâtıma’nın kapısını çalıp:
“– Namaz kılmayacak mısınız?” buyururdu. (Buhârî, Teheccüd, 5)
Bu hususta Hz. Ali şu dikkat çekici olayı anlatmaktadır:
– Fâtıma, babasına âilesinin en sevgili olanı idi. Değirmen çevirdiği için elinde çatlaklar oluşur, kırba ile su taşıdığı için boynunda yaralar açılır, evi süpürdüğü için de üstü başı toz toprak içinde kalırdı. Bir ara Allah Resûlü’ne bazı köleler getirilmişti. Fâtıma’ya:
– Babana kadar gidip bir köle istesen, dedim.
Gitti. Resûlullah’ın, yanındaki bazı kimselerle konuşmakta olduğunu gördü ve geri döndü. Ertesi gün Resûlullah Hz. Fâtıma’ya gelerek:
“– Kızım ihtiyacın ne idi?” diye sordu. Fâtıma sükût edip cevap vermedi. Araya girip:
– Ben anlatayım ey Allah’ın Resûlü! dedim ve açıkladım:
– Fâtıma’nın değirmen kullanmaktan elleri yara oldu, kırba ile su taşımaktan da omuzları incindi. Köleler gelince ben kendisine, size uğramasını, bir hizmetçi istemesini ve böylece biraz rahata kavuşmasını söyledim. Bu açıklamam üzerine Resûlullah:
“– Ey Fâtıma, Allah’tan kork, Allah’ın farzlarını edâ et, âilenin işlerini yap. Yatağına girince otuz üç kere sübhanallah, otuz üç kere elhamdülillah, otuz dört kere Allahu ekber, de! Böylece hepsi yüz yapar. Bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır” buyurdular. Hz. Fâtıma:
– Allah’tan ve Allah’ın Resûlü’nden râzıyım, dedi. Resûlullah ona hizmetçi vermedi. (Ebû Dâvûd, Harac, 19-20)
Diğer bir rivayette Sevgili Peygamberimiz’in şunları da söylediği nakledilmektedir:
“– Vallâhi Ehl-i Suffe açlıktan midelerine taş bağlarken, ben de onlara sarfedecek bir şey bulamazken size hizmetçi veremem. Bunları satacağım ve gelirini onlar için harcayacağım.” (İbn-i Hanbel, I, 106)
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kendisinden dünyalık isteyen kızına âhiret azığı olacak şeyleri tavsiye etmesi gerçekten çok mânidârdır. Geriye kalan en hayırlı varlık sâlih ameller olacağına göre Peygamberimiz’in kızını o istikâmete yönlendirmesi, ehl-i beytini ebedî hayâta hazırlaması açısından önemli bir terbiye metodudur.
Efendimiz yine kızı Fâtıma’nın da içinde bulunduğu yakınlarına:
“Kendinizi Allah’tan satın alınız! Siz, benim malımdan dilediğinizi isteyiniz. Fakat ben sizi Allah’ın azâbından kurtarabilecek hiçbir şeye sâhip değilim” îkâzında bulunmuştu. (Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îmân, 348-353)
Resûlullah bir gün evine vardığında Fâtıma’nın elinde Hz. Ali’nin hediye ettiği altın bir zincir görmüştü. Ona:
“– Ey Fâtıma! İnsanların: «Resûlullah’ın kızının elinde ateşten bir zincir var!» demesi seni memnun eder mi?” buyurdu ve oturmadan geri dönüp gitti.
Bunun üzerine Hz. Fâtıma zinciri çarşıya gönderip sattırdı, parasıyla bir köle alarak âzad etti. Durum Allah Resûlü’ne anlatılınca:
“– Fâtıma’yı ateşten kurtaran Allah’a hamdolsun!” buyurdu. (Nesâi, Zinet, 39)
Mal helâl bile olsa, insanın ayağını kaydırma ihtimali bulunması ve âhirette hesabının ağır olmasından dolayı Allah Resûlü zühdü ve fakirliği tercih etmiş, dünyaya değil âhirete daha çok ehemmiyet atfetmiştir. Buna benzer güzel bir misâl de şöyledir:
Resûlullah’ın azatlısı Sevban diyor ki:
Hz. Peygamber yolculuğa çıkacağında âilesinden son olarak kızı Hz. Fâtıma’ya veda ederdi, döndüğünde ise yanına ilk uğradığı kimse yine Fâtıma olurdu. İşte Allah Resûlü bir yolculuktan dönmüştü. Fâtıma da kapısının üzerine bir örtü asmış, ayrıca Hz. Hasan’la Hüseyin’e gümüşten iki bilezik takmıştı. Peygamber Efendimiz Fâtıma’nın evine gelmiş ancak eve girmemişti. Fâtıma Resûlullah’ın eve girmeyişine, gördüğü şeylerin sebep olduğunu anladı. Derhâl perdeyi yırttı, çocukların kolundaki gümüş bilezikleri çıkardı. Bunlardan birini iki çocuğuna paylaştırdı. Hasan’la Hüseyin ağlayarak Resûlullah’ın yanına gittiler. Resûlullah bu bilezikleri aldı ve:
“– Ey Sevbân! Bunları falan âileye götür. Hasan ve Hüseyin benim ehl-i beytimdendir. Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bahşedeceği güzellikleri dünya hayatında yiyip tüketmelerini istemiyorum. Ey Sevban! Fâtıma’ya kemikten yapılmış bir gerdanlık ile (çocuklar için) yine kemikten yapılmış iki bilezik satın al!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Tereccül, 21)
Sevgili Peygamberimiz kızının ve torunlarının dünyâ süsleriyle meşgul olmasını hoş karşılamamış, torunlarının elindeki gümüşü Allah yolunda infâk ederek onlara ve annelerine daha ucuz süs eşyaları aldırmıştır. Bunu âilesinin âhiret selâmeti için yapmış, geçici dünya hayatında âhiret sermâyelerini tüketmelerini istememiştir. Kızı Hz. Fâtıma da babasının düşüncesini hemen anlayarak gerekeni yapmış, Allah Resûlü’nün kızına yakışan bir tavır sergilemiştir.
Yine bir gün Peygamber Efendimiz Hz. Fâtıma’nın evine girmemişti. Sebebini sorduklarında kapısındaki süslü örtülerden dolayı girmediğini bildirdi. Ne yapması gerektiği sorulunca da:
“– Onu ihtiyaç içinde olan falan âileye göndersin!” buyurdu. (Buhârî, Hibe, 27)
Resûlullah bir gün ashâbıyla beraber yolda giderken kızı Hz. Fâtıma’ya rastlamıştı. Ona:
“– Ey Fâtıma, seni evinden çıkaran sebep nedir?” diye sordu. Hz. Fâtıma:
– Şu cenâze sâhiplerine geldim. Başlarına gelen musibetten dolayı onlara acıdım ve cenâzeleri sebebiyle taziyede bulundum, dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“– Kabirlerine kadar da gittin mi?” buyurunca sevgili kızı:
– Maâzallâh! Bu hususta sizin söylediklerinizi duyduktan sonra oraya gitmekten Allah’a sığınırım, dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü:
“– Şâyet onlarla birlikte kabre gitmiş olsaydın cennet yüzü göremezdin!” buyurdu. (Nesâî, Cenâiz, 27)
Bu şekilde sevgili kızının yanlış hareketlerden sakınmasını ve her adımını âhireti göz önünde bulundurarak, hesap kaygısı ile atmasını istemiştir.
Malum olduğu üzere Resûlullah kabirlerin ziyâret edilmesini nübüvvetin ilk senelerinde yasaklamıştı. Tevhid akîdesi iyice yerleştikten sonra ise serbest bıraktı. Bununla birlikte İslâm’da kadınların kabirleri ziyâreti pek hoş karşılanmamış, onlara şartlı olarak cevaz verilmiştir. Bağırıp çağırma, saçını başını yolma ve kabirlere aşırı saygı gibi bir fitne korkusu olmadığı zaman ziyâret onlar için de mümkün ve caizdir.
Allah Resûlü evlâtlarının kıyafetlerini de kontrol eder, gerekli îkâzlarda bulunurdu. (İbn-i Mâce, Libâs, 13)
Âhirete hazırlanmanın en mühim yollarından biri de hiç şüphesiz duadır. Peygamber Efendimiz evlatlarına zaman zaman bazı dualar öğretmiştir. Bunlardan kızı Fâtıma’ya sabah akşam okumasını tavsiye ettiği şu dua, ebedî hayat kaygısı taşıyan insanların Allah’a nasıl sığınmaları gerektiğini göstermektedir:
“Ey Hayy ve Kayyûm olan Allahım! Sen’in rahmetine iltica ediyor ve Sen’den yardım diliyorum. Benim bütün işlerimi düzelt ve beni göz açıp kapayıncaya kadar bir an bile olsa nefsimle baş başa bırakma!” (Hâkim, I, 730)
Peygamberimiz’in sünneti üzere çocuğun dinini öğrenerek âhiret yurduna hazırlık yapması ve neticede güzel bir ahlâka sâhip olması, hem kendisi hem de ebeveyni için dünya ve âhiret saadetidir. Allah Resûlü’nün haber verdiğine göre:
“Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. Kul der ki:
– Ey Rabbim! Bu sevap nereden geldi? Cenâb-ı Hak da ona:
«– (Arkanda bıraktığın) hayırlı ve sâlih evlâdın senin için istiğfarda bulundu, dua etti» buyurur.” (İbn-i Mâce, Edeb, 1; İbn-i Hanbel, II, 509)
Netice îtibariyle her nefis şüphesiz ölümü tadacaktır. Âyet-i kerîmede: “Onlar ölecek sen de öleceksin!” (ez-Zümer 39/30) buyrulduğu üzere Allah Resûlü de âhirete intikâl etmiştir. Şu geçici imtihan yurdunda her mü’minin şüphesiz âhirette kendisini kurtaracak amellere yapışması gerekir. Sevgili Peygamberimiz de sâlih ameller işleyerek bizzat kendisini âhirete hazırladığı gibi etrafındakileri de aynı istikâmete yönlendirmiştir. Yeri gelmiş ehlinin teheccüd namazıyla ilgilenmiş, yeri gelmiş elbiselerinin boyu hususunda İslâmî esasları koymuş, onları dünya malından sakındırıp ibâdetlere, tesbihata yönlendirmiş, gün olmuş yiyecek ve içeceklerinin helâl ve haram olması üzerinde durmuş, hâsılı hayatın her alanında onları Allah’ın dini üzere tutma gayreti göstermiştir.
Bizler de aldatıcı dünyanın alâyişine dalarak ölümü ve âhireti hiçbir zaman unutmamalı, yarın ölecekmiş gibi hem kendimizi hem de âilemizi ebedî hayata hazırlamalıyız.
[1] Detaylı bilgi için “Peygamberimizin Çocuklara Muamelesi” başlığına bakınız.
[2] Resûlullah bir beşer olarak insanın başına gelebilecek her türlü acıyı tatmıştır. Cennet reyhanları olan ciğer-pârelerinden altı tanesini hayattayken kaybetti. Üç çocuğunu ve birçok torununu küçük yaşta iken toprağa verdi. Ancak evlâtlarına olan derin muhabbetine rağmen kadere rızâ hususunda hiçbir fütûr göstermedi.
[3] Akîka kurbanı, çocuğun doğumunun yedinci günü kesilir, ardından çocuğun ismi konur ve saçı tıraş edilir. (Tirmizî, Edâhî, 21) Doğumun on dördüncü ve yirmi birinci günü de kesilebilir. Kurban kesilirken: “Bismillâhi vallahu ekber! Allah’ım! Bu, Senin rızan için kesilen akîka kurbanıdır” denilir. Resûlullah, kesilen akîka kurbanından, çocuğun ebesine bir but gönderilmesini, kalanının kemikleri kırılmadan pişirilip yenilmesini ve başkalarına da yedirilmesini tavsiye buyurmuştur. (Beyhakî, Sünenü’l-kübrâ, IX, 302)
[4] Süryanîce olan bu isimler Hasan, Hüseyin ve Muhassin ile aynı mânaya gelmektedir. (Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri, s. 669-670)
[5] Sa’: 2120 grama tekabül eden bir ölçü birimi.
Kaynak: Üsve-i Hasene 2, Erkam Yayınları
YORUMLAR
ALLAH HEPİNİZDEN HEPİMİZDEN RAZI OLSUN GÜZEL İNSANLAR
şurdaki yorum yapanlar bot ama ben deilim ödevime bakıyom ben burdan bi sa diyim dedim :)
Yazan arkadaşlar bot değiller. Onlarda sizler gibi kıymetli kullanıcılarımızdan. İslamveihsan ailesi olarak bizde Aleykümselam diyelim.
güzeldir bencede furkan doğru diyor
tahire, fatıma zeynep ümigülsüm abdulah kasım rukiye
Güzel