Peygamber Efendimiz Nasıl Şaka Yapardı?

Peygamber Efendimiz nasıl şakalaşırdı? Peygamberimizin şakalaşma adabı...

Türkçemizde mizah veya latîfe gibi kelimelerle de ifâde edilen şaka tâbiri, genellikle güldürme ve eğlendirme gâyesi taşıyan söz veya davranışlar için kullanılır.

Şakalaşma; samîmiyet netîcesinde insanları rahatlatma, gönüllere ferahlık verme, dostluk ve muhabbeti geliştirme gibi tezâhürleri göz önüne alındığında esas itibariyle meşru bir davranıştır. Gönüller Sultânı Efendimiz de zaman zaman şaka yapmış, bazı sahâbîlerin kendisine yaptıkları şakaları tasvip etmiş ve tebessümle karşılamıştır. Bununla birlikte yalana dayanan, incitici, alaycı, küçültücü, müstehcen ve ifrata kaçan şakalar yasaklanmıştır. Zîra Resûlullah’ın gerek yapmış olduğu nezih şakaları gerekse bu husustaki sözlü tavsiyeleri latîfenin latîf olması gerektiğini açıkça telkin etmekte, böyle olmayanların benimsenmediğini göstermektedir.

ŞAKA YAPMA ADABI

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in şakalarının mutlaka gerçek bir yönü bulunurdu. O, yalana ve laubâli hallere şakacıktan da olsa tenezzül etmemiş ve böyle yapılmasını da münâsip görmemiştir. Ebû Hüreyre’nin (r.a.) naklettiği bir habere göre ashâb:

– Ya Resûlallâh! Bizlerin şaka yapmasını yasaklıyorsunuz, fakat kendiniz şaka yapıyorsunuz! demişler, Allah Resûlü:

“– Evet! Ancak ben, doğru olandan başkasını söylemem.” cevabını vermiştir. (Tirmizî, Birr, 57) Bir başka hadis-i şerifte ise bu husûsla alâkalı olarak şu uyarıda bulunmuştur: “Yazıklar olsun milleti güldürmek için yalan söyleyen kimseye, yazıklar olsun, yazıklar olsun!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 80)

PEYGAMBERİMİZİN ŞAKALARI

Efendimiz’in yaptığı doğru söze dayalı, incitici olmayan güzel ve nezih şakalarına gelince onlardan bir kaçını şöyle zikredebeliriz:

Safça bir adam bir gün Resûlullah’tan binmek için hayvan istemişti. Efendimiz:

“– Peki, seni bir dişi deve yavrusuna bindirelim. buyurdu. Adam ise hayretle:

– Yâ Resûlallâh! Ben dişi deve yavrusunu ne yapayım, o beni nasıl taşır, diyerek şaşkınlığını ifâde edince Lâtifler Lâtifi Efendimiz:

“– Devenin küçüğü de büyüğü de muhakkak bir dişi deveden doğmamış mıdır?” diye latîfede bulundu. (Tirmizî, Birr, 57)

Bir defâsında da ihtiyar kadının birisi Peygamberimiz’e gelerek:

– Yâ Resûlallâh! Cennete girmem için Allah’a dua et! der. Efendimiz ise:

“– Cennete yaşlı kadınlar giremez! diye mukâbelede bulunur.

Verilen cevabın nüktesini anlayamayan kadıncağız üzülür ve ağlamaya başlar. Bunun üzerine Âlemlere Rahmet Efendimiz durumu ona şöyle açıklar:

“– Yaşlı kadınlar cennete o hâlleriyle değil, genç ve güzel olarak girerler. Zîra Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de; «Biz (cennete giren kadınları) defterleri sağdan verilenler için yeniden yaratmışızdır; onları eşlerine düşkün ve yaşıt bâkireler kılmışızdır.» (el-Vâkıa 56/35-38) buyuruyor.” (Heysemî, X, 419; Tirmizî, Şemâil, s. 91-92)

Bir keresinde Abbas bin Mirdâs (r.a.) isimli şâir kendisine verilen ganimet malını az bularak Resûlullah’a hitâben sitemkâr bir şiir söylemişti. Efendimiz bu haberi duyunca onu çağırdı ve:

“– Senin dilini keseceğim.” dedi. Peygamberimiz Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) daha önce: “Sana onun dilini kesmeni emrettiğimde kendisine bir elbise ver!” diye tenbih etmişti. Sonra da:

“– Ey Bilâl, haydi götür şunu, kes dilini!” buyurdu. Bilâl Abbâs’ın elini tutup götürürken Abbâs:

– Ya Resûlallâh! Dilimi mi kesecek, ey Muhâcirler dilimi mi kesecek, ey Ensâr dilimi mi kesecek, diye çığlık atmaya başladı. Bilâl ise Abbas’ı çekip götürmeye devam ediyordu. Abbas feryadı çoğaltınca Bilâl:

– Sus! Resûlullah bir elbise vererek seni susturmamı emretti, dedi. Neticede Bilâl-i Habeşî, sakinleşen Abbâs’a fazladan bir elbise daha verdi. (İbn-i Sa’d, IV, 273)

Enes bin Mâlik anlatıyor; Çöl halkından Zâhir adında bir şahıs vardı. Bu zat Allah Resûlü’ne her gelişinde çölde yetişen mahsüllerden hediyeler takdim ederdi. Döneceği zaman da Peygamber Efendimiz, ihtiyacı olan şeylerle onun heybesini doldurur ve şöyle buyururdu.

“– Zâhir, bizim çölümüz biz de onun şehriyiz.”

Resûlullah Efendimiz onu çok severdi. Görünüm itibâriyle fazla güzel biri değildi. Zâhir, bir gün elindekileri satmakla meşgul iken Efendimiz onu arkasından kucaklayıp, mübârek elleriyle gözlerini kapadı. Zâhir ise:

– Kimsin sen? Bırak beni, diyerek kurtulmaya çalıştı, ancak gözlerini tutan zâtın Resûlullah olduğunu anlayınca rahatladı ve sırtını Fahr-i Kâinât Efendimiz’in göğsüne iyice yapıştırmaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah:

“– Bu köle satılıktır, almak isteyen var mı?” diye seslendi: Zâhir boynu bükük ve hüzünlü bir edâ ile:

– Yâ Resûlallâh! Benim gibi değersiz bir köleye, vallâhi kuruş veren olmaz, dedi. Fahr-i Kâinât ise:

“– Hayır yâ Zâhir! Sen Allah katında son derece kıymetli ve pahalısın!” buyurdu. (İbn-i Hanbel, III, 161)

Zâhir normalde hür bir insandı. Efendimiz onun için kul, köle gibi anlamlara gelen “abd” kelimesini kullanarak onun Allah’ın kulu olduğunu kastetmiştir.

Mahmud bin Rebî (a.s.) de, “Ben beş yaşlarında iken Resûlullah’ın, evimizdeki kovadan ağzına aldığı suyu yüzüme püskürttüğünü hatırlıyorum.” demiştir. (Buhârî, İlim, 18) Burada Allah Resûlü’nün, çocukların seviyesine inerek onların mizacına uygun şakalar yaptığını, oyunlarına iştirak ettiğini ve bu sûretle fiilî bir örnek oluşturduğunu görüyoruz. Bu tutum Peygamberimiz’in çocuklara karşı muhabbet ve alâkasının bir yansımasıdır. Aynı zamanda bu yolla o çocuğa Fahr-i Kâinat Efendimiz manevî bir bereket de ulaştırmış olmaktadır.

Ayrıca çocuk yaşlarda Allah Resûlü’nün hizmetinde bulunma şerefine nâil olan Enes bin Mâlik’e (r.a.), Efendimiz’in zaman zaman “Ey iki kulaklı!” diye takıldığı rivâyet edilmektedir. (Ebû Dâvûd, Edeb, 84)

Resûl-i Ekrem Efendimiz kendisi bizzat şaka yapmakla birlikte bazı sahâbîlerin şakalarını da müsâmaha ile karşılamıştır. Sahâbeden Nuayman el-Ensârî (a.s.) isimli şakacı bir zat, bir gün Medîne’ye taze meyve ve sebze geldiğini görünce hemen onlardan alarak Resûlullah’a takdim eder:

– Ya Resûlallâh bunu senin için satın aldım, sana hediye ediyorum, der. Bir müddet sonra satıcı Nuayman’dan malının parasını istediğinde, onu Resûlullah’a getirip:

– Ey Allah’ın Resûlü! Şu adamcağızın ücretini versene, der. Efendimiz ise:

“– Ey Nuaymân, sen onu bize hediye etmedin mi?” diye sorar. Nuayman da:

– Ya Resûlallâh, alırken param yoktu, senin ondan yemeni de istiyordum. Bu sebeple aldım, der. Bunun üzerine Efendimiz güler ve meyvelerin ücretini öder. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 570)

Nüktedân ve hazır cevap bir mizaca sâhip, aynı zamanda İslâm’ın ilk çilekeşlerinden olan Suheyb-i Rûmî (r.a.) isimli sahâbî de Resûlullah ile olan bir hatırasını şöyle anlatır: “Allah Resûlü’ne uğradığımda sofrasında ekmek ve hurma vardı. Bana:

“– Buyur ye!” dedi. O sırada göz ağrısı çekiyordum. Hemen sofraya oturup yemeye başladım. Fahr-i Kainât Efendimiz bana takıldı ve:

“– Hem gözün ağrıyor hem de hurma yiyorsun ha!” dedi. Ben de:

– Ağrımayan tarafıyla çiğniyorum yâ Resûlallâh! dedim. Bu cevâbım üzerine Efendimiz azı dişleri görününceye kadar güldü. (İbn Mâce, Tıb, 3)

Bir keresinde de Ayşe vâlidemiz harîra isimli bir çorba yapmış ve Sevde validemizi buyur etmişti. Sevde’nin buna olumsuz cevap vermesi üzerine Hz. Ayşe, “Ya yersin ya da yemeği yüzüne sürerim.” dedi. Yemeyince de elindeki yemeği Sevde vâlidemizin yüzüne sürmek istedi. Orada bulunan Resûl-i Ekrem Efendimiz araya girerek, benzer şekilde mukâbele etmesi için Hz. Sevde’ye yardımcı oldu. Aynı zamanda bu hâdise cereyan ederken Efendimiz tebessüm hâlinde idi. (Heysemî, IV, 315-316)

Netice itibariyle yukarıda kaydedilen haberler, zarif ve sevimli şakalaşmalar için birer misâldir. Bilhassa yarının büyüğü çocuklarla, aile saâdetinin devamını canlı tutacak olan eşlerle, toplumda pek iltifat görmeyen fakir fukara zümresiyle ve sevgi bekleyen kimselerle şakalaşmak, biz mü’minlere Peygamberî ölçü olarak takdim edilmektedir. Ancak şakalaşmada yalan sözden ve kırıcı olmaktan kaçınmak işin özünü teşkil eder. Ayrıca zaman ve zemîne riâyet etmeksizin daima şaka yapmanın bir aşırılık olduğu da unutulmamalıdır. Aşırılık ise itidâli emreden sünnetin uygun görmediği bir durumdur.

Kaynak: Üsve-i Hasene, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

PEYGAMBER EFENDİMİZİN ŞAKALARI

Peygamber Efendimizin Şakaları

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN HAYATI

Peygamber Efendimiz’in Hayatı

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.