Peygamber Efendimiz Ne Öğretti, Nasıl Öğretti, Ne Hasıl Etti?

Peygamber Efendimiz yarı vahşî bir cahiliye toplumundan, dünyanın gelmiş-geçmiş en fazîletli medeniyetini inşa eden bir Asr-ı Saadet toplumunu nasıl yetiştirdi? Peygamber Efendimiz’in talebeleri ve eğitim metodları...

Güzel ahlâkı tamamlamak üzere âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz yarı vahşî bir câhiliye toplumundan, dünyanın gelmiş-geçmiş en fazîletli medeniyetini inşâ eden bir Asr-ı Saâdet toplumu yetiştirdi. Fahr-i Kâinat Efendimiz ne öğretti, nasıl öğretti, ne hâsıl etti ki 23 sene gibi kısa bir sürede böyle muhteşem bir saâdet toplumu meydana geldi?

Ve bugün bizler, Allah Resûlü’nün 14 asır sonra gelen ümmeti olarak yeniden Asr-ı Saâdet heyecanıyla yaşayabilmek, yeniden dünyayı fazîletler medeniyetinin o müstesnâ değerleriyle buluşturabilmek için nasıl bir ruh ve heyecana muhtacız?

Peygamber Efendimiz’i doğru anlamak için hayatının pek çok yönüyle derinlemesine incelenmesi gerekir. Ş

–Allah bizi niye dünyaya gönderdi?

–Gerçek ilim nedir, tahsil nedir?

–Biz hangi ilmi tahsil etmeye geldik?

–İlmin gayesi nedir?

İlmin gayesi; “لِيَعْبُدُونِ” Allâh’a kul olmak.

Bu cihan; Allâh’a kul olmak için kurulmuş bir dershâne, insanın bir endam aynası… İnsan dünyaya gelecek, Cenâb-ı Hakk’ın takdir ettiği ömür kadar, bu dünyada bir imtihandan geçecek, ondan sonra ebedî/bitmeyen bir hayata devam edecek.

Kulluğun hedefi ne? “لِيَعْرِفُونِ” yani Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek, böylece Cenâb-ı Hak’la kalben beraber olmak sırrından nasîb alabilmek, kâmil bir mü’min olabilmek.

Cenâb-ı Hak;

“Biz, Âdemoğlunu mükerrem kıldık...” (el-İsrâ, 70) buyuruyor. İnsan mükerrem olacak, nefsânî arzularını bertaraf edecek, muhteşem olan Cennet’e lâyık hâle gelecek. Zira Cenâb-ı Hak kullarını Dâru’s-Selâm’a davet ediyor.

Cenâb-ı Hak “Rahmân ve Rahîm”. Peygamber Efendimiz “raûf ve rahîm”.  Rabbimiz, bir mü’minin de Cennet’e lâyık olması için, “rahmet insanı” olabilmesini arzu ediyor.

Bu dünya dershânesinde tahsilin-tedrisin gayesi de; bir “rahmet insanı” olabilmek ve bir “rahmet insanı” yetiştirebilmektir. Bu şekilde huzurlu bir dünya inşâ edebilmektir.

Cenâb-ı Hak, insanın menfî hususiyetlerine dâir âyet-i kerîmede buyuruyor:

“…Muhakkak ki o (insan), çok zalim ve çok cahildir.” (el-Ahzâb, 72)

Yani insan “zalûm”dur; en büyük zulmü kendine yapar, ebedî istikbâlini helâk eder.

Önümüzde bitmeyen bir ömür olacak. Belki bu dünya hayatı, ebedî hayatın yanında bir zerre bile teşkil etmeyecek. En büyük zulüm, insanın âhiretini mahvetmek sûretiyle kendi kendine yaptığı zulümdür.

İkinci olarak da; “cehûlâ” buyruluyor. İnsanın âhiret saâdetinden gafil kalıp niçin yaratıldığını unutması. Yani;

“–Niçin dünyaya geldi?

–Kimin mülkünde yaşıyor?

–Gidiş nereye? Bu akış nereye?..” Bunların farkında olamamak…

Bunun için Rabbimiz, kullarına peygamberler gönderiyor. Rivâyete göre yüz yirmi dört bin küsur peygamber geldi. Her kavme bir peygamber geldi. Yalnız Peygamber Efendimiz müstesnâ; O, kıyâmete kadar gelecek bütün beşeriyete gönderildi. “Üsve-i hasene” yani “örnek şahsiyet” olarak…

Yine Cenâb-ı Hak kullarına kitap ve suhuflar gönderiyor.

Bir de bu cihan, zerreden küreye, atomdan galaksilere kadar, ilâhî azamet ve kudret tecellîlerinin bir akışı hâlinde…

Kur’ân-ı Kerîm’den ilk nâzil olan âyet; “اِقْرَاْ : Oku!” ile başlıyor.

Peki ne ile okuyacaksın?

“…Rabbinin adıyla okuyacaksın.” 

Demek ki Cenâb-ı Hak, okumaya bir husûsiyet veriyor; “Rabbinin adıyla okumak”…

Yani zihninle okuduğunu, kalbinle de okuyacaksın. Gözün, hem zihnine hem de kalbine bir gözlük teşkil edecek. Kalbin; her şeyin ve her oluşun sırrî tarafını, yani hikmetini okuyacak; o şekilde tekâmül edecek.

Her şey, ilâhî azametin bir delili. Bu sebeple hiçbir şeye boş gözle bakmamak îcâb ediyor. İlâhî vitrinleri tefekkür hâlinde seyredebilmek gerekiyor. Tabi bu da kalbin terakkîsi nisbetinde olu-yor.

Zâhirî ilimler/müsbet ilimler var. Hakk’a yakınlık zeminini teşkil edecek, kula sermaye olacak dünyadaki ilimler. Böylece kul, -zihnen ve kalben- eserden Müessir’e, sebepten Müsebbib’e, sanattan Sanatkâr’a intikâl ederek Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olmanın gayre-tinde olacak.

O hâlde;

FAYDALI İLİM NEDİR?

Faydalı ilim; kişiyi Kur’ân-ı Kerîm’de 258 yerde geçen “takvâ”ya ulaştıran ilimdir.

  • Takvâ nedir?

Nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf et-tirme, kulun dâimâ ilâhî müşâhedenin / ilâhî kameraların altında olduğunu idrak ve şuur hâlinde olabilmesidir. Kalbin bu duygularla mücehhez bulunması, “takvâ”nın en mühim alâmetidir.

Cenâb-ı Hak insanoğluna “az bir ilim verdiğini” beyan buyuruyor.  Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz o ilmin şâhikasındaydı. Nitekim Efendimiz:

“Benim bildiklerimi bilseydiniz (yemezdiniz, içmezdiniz) sahralara düşerdiniz…” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Mevlânâ Hazretleri de kendi hayatını hülâsa ederken, zâhirî ilimlerin zirvesindeki hâlini “hamdım”; mârifetullah tecellîlerine nâil olup kâinattaki sırlar kendisine ayân olmaya başladığındaki hâlini “piştim”; Cenâb-ı Hak’ta fânî oluş hâlini ise “yandım” diye ifade ediyor.

PEYGAMBER EFENDİMİZ NASIL ÖĞRENDİ?

Mekke’de bir ilim meclisi, bir kütüphane veya mektep yoktu. Bir aşiretti. Herhangi bir din adamı da yoktu. Bir rahip de yoktu, hoca da yoktu. Yetim doğan ve öksüz büyüyen Efendimiz’in, anne-baba gibi bir istinâdı da olmadı hayatta.

O’nun mürebbîsi Cenâb-ı Hak’tı. Hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Beni Rabbim terbiye etti. Edebimi/terbiyemi güzel eyledi.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)

Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimiz’i terbiye etti. Rasûlullah Efendimiz de Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesiyle ümmetini terbiye etti. Bu şekilde, yarı vahşî insanlardan bir Asr-ı Saâdet medeniyeti inşâ edildi.

O’NUN MÜSTESNÂ EĞİTİMCİLİĞİ

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- daha evvel bir eğitimci değildi. Nübüvvetten önce kırk sene, hiç kimseden bir şey öğrenmedi, hiç kimseye de bir şey öğretmedi. Bulunduğu toplum, bir câhiliye toplumu idi. Kendisi ümmî bir kişiydi, yani okuma-yazma da bilmiyordu. Toplum da ümmî bir toplumdu. Toplumda okuma-yazma bilen, yok denecek kadar az durumdaydı.

Fakat Cenâb-ı Hak O’na öyle bir öğretti, öyle bir eğitim verdi ki; O bütün kâinâta muallim oldu, cihâna yön verdi.

Diğer safhası:

O’NUN MUHTEŞEM KUMANDANLIĞI

Efendimiz’in nübüvvetten evvel hiç kumandanlığı yoktu. Askerlik de yapmamıştı. Zâten doğru-dürüst bir ordu da yoktu. Hep aşiret kavgaları vardı. Lâkin Efendimiz peygamber olduktan sonra, savaşta bile merhamet tevzî etti. Nitekim Bedir’de, harpten evvel düşman gelip su istedi, Efendimiz düşmanına bile su verdi.

Bir Efendimiz’in tâlimatlarına, bir de bugünkü duruma bakalım kıyas olarak:

Efendimiz şöyle buyurdu:

“(Ey ümmetim! Savaş hâlinde iken bile);

  • Zulmetmeyiniz,
  • İşkence etmeyiniz!
  • Çocukları öldürmeyiniz!” (Müslim, Cihâd, 3; Ahmed, V, 352, 358)

“(Ey ümmetim! Savaş hâlinde iken bile);

  • Çocukları,
  • Mâbedlerine çekilip ibadetle meşgul olan (hristiyan, yahudî vs.) kişileri,
  • Kadınları,
  • Yaşlıları ve
  • Savaş hârici işler için kiralanan kişileri öldürmeyiniz! (Ayrıca)
  • Kiliseleri yakıp yıkmayınız,
  • Ağaçları köklerinden kesmeyiniz!” (Ahmed, I, 300; Taberânî, Kebîr, XI, 224/11562; Buhârî, Cihâd, 148; Müslim, Cihâd, 24, 25)

İşte ecdâdımız Osmanlılarda da bunun aynısını görüyoruz. Hiçbir zaman, gayr-i müslim halkına dahî zulmetmedi. Hattâ halk teşekkür etti…

Efendimiz’in diğer bir husûsiyeti;

MUHTEŞEM İCTİMÂÎ LİDERLİĞİ

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- daha evvel halk idaresinde bulunmadı. Çocukluğundaki çobanlıktan başka bir idarecilik de yapmadı. Fakat O’nun kurduğu Medîne İslâm Site Devleti, medeniyetin zirvesini tesis etti.

Bütün mahlûkatı zalimlerin şerrinden kurtardı.

Köleler huzur buldu. Hayvanlar huzur buldu. Nebâtat huzur buldu. Kan gölüne dönen çöller huzur buldu…

Mehmed Âkif, bu hâli ne güzel îzah eder:

Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi,

Zulmün ki zevâl aklına gelmezdi, geberdi!..

Yine diğer taraftan;

O’NUN MUHTEŞEM HUKUKÇULUĞU

O bir hukukçu değildi. Hak ve adâleti tevzî etmek hususunda hiçbir tecrübesi de yoktu. Lâkin O’nun Vedâ Hutbesi, en mükemmel ve müstesnâ “İnsan Hakları Beyannâmesi” oldu. Değişmez bir anayasa oldu.

İlk İslâm Site Devleti’ni Medîne’de kurduğu zaman, Efendimiz hemen ilk anayasayı tesis ettirdi.

O’nun talebelerinin kısa zamanda meydana getirdiği hukuk ekolleri, beşer aklının yüzlerce yılda yetiştiremediği zirveleri geride bıraktı. Meşhur hukukçulardan Solon ve Hammurabi, Ebû Hanîfe’nin hukuk dehâsı karşısında çırak bile olamayacak durumda kaldılar...

Meselâ Aristo, ahlâk felsefesinin birtakım kânun ve kurallarının temelini atmıştır. Fakat ilâhî vahiyden uzak olduğu için onun felsefesini tatbik ederek saâdete kavuşmuş bir toplum göremeyiz. Çünkü filozofların fikir ve fiilleri, vahyin rehberliğiyle olgunlaşmamıştır. Bu sebeple onların getirdikleri sistemler de konferans salonlarından veya kitap satırlarından dışarıya çıkamamıştır.

Hâlbuki Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, vahy-i ilâhîden tâlimat alıyordu. Bu sebeple O’nun getirdiği nizam, insanlık için tam bir mükemmellik arz etti. O her sahada zirve oldu, en müstesnâ oldu. Çünkü O’na, Cenâb-ı Hak öğretti…

O’NUN TALEBELERİ

İslâm fıkıh metodolojisinin meşhur sîmâlarından Karâfî (v. 684) der ki:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, O’nun Ashâb-ı Kirâmı yetiştirmesi (yarı vahşî insanları, medenî insanlar hâline getirmesi) bile, O’nun peygamberliğinin en büyük delili olarak kâfîdir.”

Meselâ;

Abdullah İbn-i Mes’ûd Hazretleri… Mâzisi itibâriyle bir çobandı. Dünyanın hayran olduğu bir Hukuk Mektebi kurucusu oldu. Ebû Hanîfe, o Kûfe Mektebi’nin talebesi olarak yetişti.

Başka ne öğretti Efendimiz?

KUR’ÂN’I ÖĞRETTİ

Yani Cenâb-ı Hakk’ın tâlimatlarını öğretti. Cenâb-ı Hakk’ın insanlığa son çağrısı olan Kur’ân-ı Kerîm’i öğretti.

NASIL ÖĞRETTİ?

Ebû Talha -radıyallâhu anh- diyor ki:

“Bir gün Hazret-i Peygamber’in yanına gittim. Açlıktan iki büklüm olmuş, belini dik tutabilmek için karnına taş bağlamıştı. Bu hâlde Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân tâlim ediyordu. (Hem de tatbik ettiriyordu.)” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

Bu nebevî tâlim ve terbiyede hikmet tecellîlerine mazhar olan İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-:

“Biz, yediğimiz lokmaların zikirlerini duyuyorduk.” diyordu. (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25)

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- diyor ki:

“Herkes hurma bahçelerinde hurma devşirirken, biz Allah Rasûlü’nün huzûrunda yarı aç olarak ilim tahsil ediyorduk.” (Bkz. Buhârî, İlim, 42)

Velhâsıl, Peygamber Efendimiz’in o gayretiyle, bütün Medîne Kur’ân-ı Kerîm muallimleriyle doldu. Efendimiz onları Dünya’nın her tarafına tevzî etmeye çalıştı.

KUR’ÂN’IN FAZÎLETİ

Kur’ân-ı Kerîm, Medîne Site Devleti’nde bir rûhâniyet tevzî etti. Zira Cenâb-ı Hak;

“Biz, Kurʼânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminlere şifâ ve rahmettir…” (el-İsrâ, 82) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in “şifâ ve rahmet” olduğunu bildiriyor. Biz de -inşâallah- bu “şifâ ve rahmet”ten hisseyâb oluruz…

Kur’ân’ın rahmet oluşuna birkaç misal vermek arzu edersek:

Cebrâil -aleyhisselâm- Kur’ân’ı indirdi, meleklerin en fazîletlisi oldu.

Kur’ân, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e indi. O, gelmiş-geçmiş bütün rasûllerin seyyidi, “Seyyidü’l-Enbiyâ” oldu.

Kur’ân, Ümmet-i Muhammed’e indi. Ümmet-i Muhammed, en hayırlı ümmet, ümmet-i merhûme oldu.

Kur’ân, Ramazân-ı Şerîf’te indi, Ramazan ayrı bir husûsiyet kazandı. On iki ayın ayrı bir güzelliğini taşıdı, en hayırlısı oldu.

Kur’ân, Kadir Gecesi indi. Cenâb-ı Hak o geceye bin aydan daha öteye bir fazîlet ihsân etti.

Eğer Kur’ân bizim de kalbimize ve hayatımıza inerse, insanların en hayırlılarından oluruz -inşâallah-.

İşte Ashâb-ı Kirâm bu şekilde yetişti. Yani elinden, dilinden, yüreğinden rahmet tevzî eden “rahmet insanları” oldular. Biz de öyle oluruz -inşâallah-…

Onun içindir ki Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.” buyurmuşlardır.  (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21)

Kur’ân nasıl öğrenilip öğretilecek? Yaşayarak öğrenilecek ve öğretilecek.

ÎMÂNI ÖĞRETTİ

Îmânı muhafaza etmek, akâidi korumak, dînin en zor kısmıdır. Peygamber Efendimiz, risâletinin Mekke devrinde 13 yıl, ashâbına akâid tâlimi yaptırdı. Îman asabiyeti bütün zulümleri bertaraf etti. Hiçbir zulme boyun eğmediler. Şehîd oldular, malları-mülkleri gitti; yine de en ufak bir tâviz vermediler.

Sahâbîler, îmânı, çok çetin imtihanlar karşısında dahî muhafaza etmeyi bildiler. Bütün nefsânî engelleri, gönüllerindeki îmanla aştılar.

Hicret ederken de mallarını-mülklerini geride bırakarak, bir kısmı mâşiyen/yürüyerek, bir kısmı deveyle, o şekilde hicret ettiler.

Sümeyye Hatun ve Hazret-i Yâsir’in şehâdetleri esnâsında sergiledikleri îman dirâyeti, bizim için ne büyük bir fazîlet sahnesidir.

Cenâb-ı Hak o mü’minler için âyet-i kerîmede buyuruyor;

“Allah mü’minlerden, canlarını ve mallarını kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)

Yani îman, bütün asabiyetlerin üzerine çıktı.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

ESAS HAYATIN ÂHİRET HAYATI OLDUĞUNU ÖĞRETTİ

Hendek Harbi’nin zor zamanlarında, -açlık, soğuk vs.- orada;

“Allâh’ım! Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyuruyordu. (Buhârî, Rikāk, 1)

Mekke Fethi’nde yine -çok başarılı bir muvaffakıyet- orada da bir taşkınlık gelmesin diye;

“Allâh’ım! Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyuruyordu. (Buhârî, Rikāk, 1)

Velhâsıl dâimâ kul, esas hayatın âhiret olduğunu, hayatının hiçbir safhasında unutmayacak. Dâimâ; “يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ”  bir “âhiret endişesi” içinde olacak.

İBADETLERİ ÖĞRETTİ

  • Namazı Öğretti

Namazın hem fıkhî tarafını öğretti, hem de kalbî tarafını öğretti. Kalp ve beden âhengiyle bir namazı öğretti ki, bu namaz, fahşâ ve münkerden (yani hayâsızlık ve kötülükten) kulu koruyacak.

“Benim kıldığım namaz nasıl?..”

Sahâbî âdeta namazın mânevî grafiğini davranışlarında seyretti, hâlini muhâsebeye tâbî tuttu:

“–Gözü yanlış şeyleri seyrediyor mu?

–Kulağı yanlış sadâlara meylediyor mu?

–Ağzından yanlış kelimeler çıkıyor mu?

–Hayır-hasenâtı, kazancı nasıl?..”

Bütün bunlar, namazın göstergesi oldu.

Çünkü Cenâb-ı Hak, lâyıkıyla edâ edilen makbul bir namaz hakkında;

“…Namaz; fahşâdan ve münkerden (hayâsızlık ve kötülükten) alıkoyar…” (el-Ankebût, 45) buyuruyor.

Fakat gâfilâne kılınan öyle namazlar da var ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onlar hakkında;

“Bir kul namaz kılar, fakat namazının yarısı, üçte biri, dörtte biri, beşte biri, altıda biri, yedide biri, sekizde biri, dokuzda biri, hattâ ancak onda biri kendisi için yazılır.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât, 123, 124)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu sebeple;

“Namazı benden gördüğünüz gibi kılın.”

“Son namazınız gibi kılın.”  buyurdu ve makbul namazı öğretti.

  • Orucu Öğretti

Mideye tutturulan orucun yanında; göze oruç, kulağa oruç, en mühimi vicdana oruç, duygulara oruç tutturulması gerektiğini öğretti. Oruç, O’na bir merhamet terbiyesi verdi, şefkat terbiyesi verdi, Allâh’ın nîmetlerini tefekkür etme terbiyesi verdi…

  • Zekâtı, İnfâkı, Sadakayı Öğretti

Mülkün sahibinin Cenâb-ı Hak olduğunu öğretti.

Verirken sevinebilme duygusunu öğretti.

Sevinerek vereceksin. Çünkü âyet-i kerîmede;

“…Sadakaları (Cenâb-ı Hak) alır…” (et-Tevbe, 104) buyruluyor.

İvazsız-garazsız, riyâsız, “hasbeten lillâh” verebilmeyi öğretti.

  • Haccı Öğretti    

Hac, bir Mahşer provası.

Zarâfette zirve bir ibadet, tefekkürî bir ibadet.

Çünkü şeytan taşlama var. Ot koparma yok, av avlama yok, avcıya avı gösterme yok, fısk yok, cidâl yok, diğer menfî vasıflar da yok.

Böyle bir haccı öğretti.

FAZÎLETİ ARAMAYI ÖĞRETTİ

Sahâbe, öyle bir fazîleti arıyordu ki; Peygamber Efendimiz’e “farz mı, vâcip mi, sünnet mi” diye sormuyordu. Nasıl yapmışsa öyle tekrarlıyordu.

Enes -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i bir gün Duhâ namazı kılarken gördüm. O günden sonra bu namazı hiç terk etmedim.”

Bu rivâyeti nakleden Hasan-ı Basrî Hazretleri de aynı hassâsiyet içinde şöyle der:

“Hazret-i Enes’in bu ifadelerinden sonra ben de Duhâ namazını hiç terk etmedim.” (Bkz. Taberânî, Evsat, II, 68/1276)

SEHERLERDE UYANMAYI ÖĞRETTİ

Seher vaktinde gündüze hazırlanmayı öğretti. Yani seher vaktinde, mânevî gıda ile gönlü ihyâ etmeyi öğretti.

Gündüzden de geceye hazırlanmayı öğretti. Gündüz de gözünü, kulağını, vicdanını koruyacaksın ki böylece geceye hazırlanacaksın.

Güneş’in batıp Ay’ın çıkması; tekrar Ay’ın batıp Güneş’in çıkması gibi; geceden gündüze, gündüzden geceye hazırlanarak dâimî bir takvâ hayatı yaşamayı öğretti.

TEMİZLİĞİ ÖĞRETTİ       

Her bakımdan temizliği öğretti. İnsanlara şirkin, küfrün ve kötü ahlâkın kirlerinden temizlenmeyi öğretti.

Âyet-i kerîmede buyruluyor:

“(Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” (eş-Şems, 9)

Maddî bakımdan; abdest ve gusül gibi hükmî temizliği öğretirken, mânevî iffet temizliğini de öğretti, kalp temizliğini öğretti ve nefisleri tezkiye etti.

Necâsetten tahâreti öğretti. Pasaklı ve derbeder gezmemeyi öğretti.

Hâliyle ve kāliyle İslâm şahsiyet ve karakterini yaşamayı ve yaşatmayı öğretti.

En mühimi;

HAK ve HUKUKU ÖĞRETTİ

Câhiliye insanına “hak” mefhûmunu öğretti. Güçlünün her zaman haklı olduğunu değil, haklının her zaman güçlü olduğunu öğretti.

Diğer taraftan, üzerimizdeki hakları öğretti:

Allâh’ın hakkı, Rasûlullâh’ın hakkı, mü’minlerin hakkı, mahlûkâtın hakkı... Bunları öğretti.

Zaman zaman kendisinden misâl vermek sûretiyle hukukun nasıl tevzî edileceğini öğretti:

“Nihayet ben de sizin gibi bir insanım. Aranızda bazı kimselerin hakları geçmiş olabilir. (Arkasındaki ridâyı atarak;) «Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım; gelsin vursun! Kimin malını sehven almışsam, işte malım; gelsin alsın!»” buyurdu. (Ahmed, III, 400)

Hak ve hukuku yaşayıp tevzî etmeyi öğretti. O’ndan sonra gelenlerle aynı hak ve hukuk anlayışı devam etti.

Meselâ tarihimizde Fatih Sultan Mehmed Han, bir hristiyan mimarla mahkemeye çıktı. Maznun sandalyesine oturdu. Kadı Hı-zır Bey celpnâme gönderdi. Fâtih’e esas hitap tarzı olan; “es-Sultân ibnü’s-Sultân, el-Gâzî, Ebu’l-Feth, Muhammed Hân-ı Sânî” diye yazmadı. “Murad oğlu Mehmed! Murâfaaya gel şu saatte!” dedi.

Fatih mahkemeye gitti. Gitmeyebilirdi. Zira bir devri açıp bir devri kapatan, dünyaya hükmeden bir cihangir idi. Fakat maznun sandalyesine oturdu. Kadı:

“–Şer murâfaası üzeresin, ayağa kalk!” dedi.

Fatih ayağa kalktı, ifade verdi. Kadı, Fatih’i suçlu buldu. Hristiyan mimar;

“–Böyle bir adâleti dünyada hiç kimse tevzî edemedi.” dedi ve müslüman oldu.

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

GÜZEL AHLÂKI ÖĞRETTİ

Çünkü İslâm’da; “Defi mefâsid, celb-i menâfîden evlâdır.” prensibi geçerlidir. Yani güzel ahlâka ermek için önce kötü ve çirkin hâllerin tahliye edilmesi gerekir.

Gönüllerden neleri tahliye etmek gerekir?

“Enâniyet, haksızlık, intikam, hırs, tamah, fitne, kin, gurur, kibir, yalan, gıybet, tecessüs…”

Bunlar kalplerden silinecek. Îmanda bunların yeri yok, bunlar kalpten temizlenecek.

Bunların yerine kalpte ne olacak?

İlâhî muhabbet olacak, merhamet olacak, hizmet olacak, tevâzu olacak, cömertlik, hamiyet, hakşinaslık, adâlet, kanaat, el-Emîn ve es-Sâdık olabilme, hüsn-i zan, ihsan, ikram, saygı, insaf, affedicilik, ihlâs, vakar, edep, sabır, hayâ gibi güzel vasıflar olacak.

İşte Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kirâma bu güzel vasıfları öğretti. Ashâb-ı kirâm bu vasıflarla zirve-leşti.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

NEYİ, NEYLE BERTARAF ETMEYİ ÖĞRETTİ?

İptilâ ve musibetleri, namaz ve sabırla bertaraf etmeyi öğretti:

Hayat sürekli med-cezirler içinde, devamlı iptilâlar var. Neyle mukâvemet edilecek? Sabır ve namazla… Âyet-i kerîmede:

“Ey îmân edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin...” (el-Bakara, 153) buyruluyor.

Unutkanlığı zikirle bertaraf etmeyi öğretti:

Peygamber Efendimiz, dâimâ zikir hâlindeydi.

Semâya bakardı; “Aman yâ Rabbi!” derdi, Cenâb-ı Hakk’ı zikrederdi. Önüne bakardı, toprağa bakardı; Cenâb-ı Hakk’ı zikrederdi. Neye baksa Cenâb-ı Hakk’ı hatırlardı.

O’nun mübârek sîmâsına nazar kılanlar da Allâh’ı hatırlardı. Gönüllerin o kıvâma gelmesini temin etti.

Ashâb-ı kirâma da “unutkanlığı zikirle telâfi etmeyi” öğretti. Çünkü insan unuttuğu zaman günah işler. Hiç kimse gıybet ederken, dedikodu ederken, bir çelme takarken besmele çekmez.

Nankörlüğü şükürle bertaraf etmeyi öğretti:

En büyük fâcia; nankörlük! İnsanlığa ve vicdana vedâ etmek! Nâdanlaşmak, kabalaşmak!..

İnsan, Allâh’ın verdiği nîmetleri tefekkür edecek, iç dünyasını zenginleştirecek. Böylece nefsânî arzulara meyletmekten sakınacak.

Kendine bakacak, kâinâta bakacak, ilâhî ve ekolojik dengeye bakacak. Atoma bakacak, galaksilere bakacak; hücreye bakacak, cesîm varlıklara bakacak; “Aman yâ Rabbi!” diyecek.

Bütün bunlar insana ihsân edildi. Âyet-i kerîmede:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13) buyruluyor.

İsyânı tâatle bertaraf etmeyi öğretti:

İnsan; neyin hayırlı, neyin kötü olduğuna, nefsinin hoşlanıp hoşlanmamasına göre karar vermemeli. Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“...Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür...” (el-Bakara, 216)

Bu sebeple ölçü, Allâh’ın rızâsı olmalı. Kul, değişen şartlar altında dâimâ tevekkül ve rızâ üzere bulunmaya gayret etmeli.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tâif’te taşlandığı vakit bile;

“Yâ Rabbi! Sen bana gazaplı değilsen, ben başıma gelen hiçbir şeye aldırmam (râzı olurum.)” diye niyaz etti. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)

Diğer taraftan;

“Gaybı Allahʼtan başkası bilemez.”

Gaybı bilmiyorsun. Belki senin şer bildiğin şey, hayır olarak tecellî edecek; hayır bildiğin, şer olarak tecellî edecek. Bu yüzden Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’ın kaderine her hâlükârda rızâ hâlinde olmayı öğretti.

Meselâ, çocuğu olmayan biri, buna fazla üzülmemeli, takdîr-i ilâhîye râzı olmalı. Çünkü çocuğu olmasının hayır mı şer mi getireceği meçhul. Gaybı bilemiyoruz. Şunu da unutmamalı ki, Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in de çocuğu olmamıştı.

Cimriliği cömertlikle bertaraf etmeyi öğretti:

Cimrilik; rûhun kanseri, gönül âleminin viraneye dönmesidir. İnsanın, mal-mülk ve paranın putperestliğine meyletmesidir.

Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aile efrâdı, Medîne’ye geldiği günden vefat ettiği âna kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ömrü boyunca iki gün üst üste arpa ekmeği ile doymadan âhirete intikâl etti. (Buhârî, Eymân, 22; İbn-i Mâce, Et’ime, 48)

“Üç ay geçerdi de Efendimiz’in evlerinde hiç ateş yakılmazdı. Hurma ve su ile idare ederlerdi.” (Buhârî, Hibe 1; Rikāk 17; Müslim, Zühd, 28)

Vermek; bir yoksulun, garibin, yalnızın, kimsesizin hâcetini görmek; en büyük lezzetti Efendimiz için. Vermenin lezzeti, kendi açlığını unutturuyordu Efendimiz’e. Ümmetine de bunu öğretti.

Câbir -radıyallâhu anh- diyor ki:

“İmkânı olup da vakıf kurmayan (vakfetmeyen) hiçbir sahâbî ben bilmiyorum.” (İbnü Kudâme, el-Muğnî, V, 598)

İhtirâsı kanaatle bertaraf etmeyi öğretti:

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:

“İnsanoğlunun bir vâdi dolusu altını olsa, bir vâdi daha ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz...” (Buhârî, Rikāk, 10; Müslim, Zekât, 116-119)

Ahmed bin Hanbel g de şöyle buyuruyor:

“Mü’mine az mal kâfî gelir; muhterise ise çok mal kâfî gelmez.”

Acımasızlığı affedicilikle bertaraf etmeyi öğretti:

Cenâb-ı Hak;

“Allâh’ın sizi affetmesini arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22) buyuruyor.

Sahâbî de dâimâ bu şekilde, bir kardeşlik tesis etti. Kardeşinin yaptığı ufak tefek yanlışları affetti. Rasûlullah Efendimiz nasıl affetmişse onlar da affediyordu.

Mekke Fethi, tam kısas yapılacak zamandı. 20 senelik zulmün intikâmını alma zamanıydı. Müşrikler korku içinde titreyerek Allah Rasûlü’ne geldiler:

“‒Ne var bizim için?” dediler.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“‒Af var.” buyurdu.

“‒Sen ne muhteşem bir insansın!” dediler Efendimiz’e. (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa‘d, II, 142-143)

Şüpheyi yakînle bertaraf etmeyi öğretti:

Şunu telkin etti:

“…Nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir...” (el-Hadîd, 4)

Cenâb-ı Hak zamandan-mekândan münezzeh. Kul, dâimâ ilâhî kameranın, ilâhî müşâhedenin altında olduğunu, kalben şuur ve idrak hâlinde olacak. “İhsan” da bu…

Riyâyı ihlâs ile bertaraf etmeyi öğretti:

Tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur.

Kibri ve ucbu, tevâzu ile bertaraf etmeyi öğretti:

Bu şekilde kul, “ibâdurrahmân” olacak. Âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler…” (el-Furkân, 63)

İsyânı tevbe ile bertaraf etmeyi öğretti:

Af kapılarını açtı. Lâkin “tevbe-i nasûh” telkin etti.

Gafleti tefekkür ile bertaraf etmeyi öğretti.

Zira tefekkür, bir îman anahtarıdır.

Haramlardan kaçınmayı emretti, bu hususta gönülleri tedavi etti:

Nasıl haramdan kaçılacak?

–Zina yerine, nikâhın saâdetine ve huzurlu âile yuvasına yönlendirdi.

–Faiz ve gabn-i fâhiş/kandırma yerine, karz-ı hasen (güzel borç) ve helâlinden kazanca yönlendirdi.

–Haramın çirkinliği yerine, helâlin nezihliğine yönlendirdi. Şeytanı memnun eden her haramın karşısında, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına nâil eden bir helâlin olduğunu öğretti.

NASIL ÖĞRETTİ?

Sevilen bir eğitimci oldu:

Muhabbet, iki kalp arasındaki bir cereyan hattıdır. Kendisi o kadar sevdi ve o kadar sevildi ki; O’nun şahsiyetine bütün insanlar hayran oldu, O’na “el-Emîn, es-Sâdık” dedi. “Sen’in her dediğin doğrudur.” dedi. Hattâ Ebû Cehil bile bunu söyledi:

“–İçimizde en doğru insan Sen’sin. En şahsiyetli insan Sen’sin. Fakat Sen’in getirdiğini istemiyoruz.” dedi.

Samimî ve yakın alâka gösterdi:

Bilhassa tebliğ için kâbiliyetli talebelerine daha yakın bir alâka gösterdi. Onları bineğinin terkisine bindirdi. Bazen muhâtabının elinden tuttu…

Yorulmadı, fedakârlık gösterdi:

Her fırsatta îman nîmetinin bedelini ödemeyi telkin etti. Yirmi üç senelik nübüvvet döneminde bir gün dahî tatil yapmadı. “Şu üç gün hurma ağacının altında dinleneyim, tatil yapayım.” demedi. Hayatında tatil diye bir mefhum yoktu. Onun tatili, yaptığı hizmetle dinlenmekti. Hizmetin feyz ve rûhâniyetiyle dinleniyordu.

Tavizsiz fakat tedricî:

İdrak seviyesine göre eğitim verdi. Son söylenecek şeyi ilk söylemedi. Sıra gözetti. Muhataplarının hazır hâle gelmesini, sabırla bekledi.

Prensipler, düsturlar vererek öğretti:

Kıyâmete kadar geçerli düsturlar ve prensipler ortaya koydu.

İstîdatlara göre öğretti:

İstîdatları tespit etti, buna göre yetiştirdi.

Ashâbından kimi ordu kumandanı oldu, kimi din adamı oldu, kimi vâli oldu… Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- müçtehide oldu. 7 büyük müctehidden biri oldu.

Aşırıya gitmek isteyen sahâbîleri durdurdu:

Taşkınlığa müsaade etmedi, îtidal tavsiye etti. “Ben size örnek değil miyim?” buyurdu.

Gençlere çok ihtimam gösterdi:

Gençlerle husûsî meşgul oldu. Mekke vâlisi 20 yaşlarındaydı. İslâm orduları kumandanı Üsâme bin Zeyd, o da 20 küsur yaşlarındaydı. Câfer-i Tayyar Hazretleri Habeşistan’a gittiği zaman, o da o yaşlardaydı. Hayber’de Hazret-i Ali hâkezâ…

Efendimiz gençlere çok ihtimam gösterdi. Çünkü istikbal, gençlerindir. Onlar, İslâm’ın kaderinde vazife görecek, İslâm şahsiyet ve karakterini tevzî edeceklerdi.

Nasıl öğretti?

Yaşayarak öğretti:

23 senelik nebevî hayatı, her hâliyle numûne oldu.

Hiç kimse; “Benim başımdan şu hâl geçti de Allah Rasûlü’nün hayatında ve Asr-ı Saâdette böyle veya buna benzer bir hâl yoktu…” diyemez.

NE HÂSIL ETTİ?

Câhiliye devrinden bir Asr-ı Saâdet medeniyeti meydana geldi.

  • Câhiliye Devri Nedir? - Cahiliye Devri Özellikleri

Bir aşiretti, yarı vahşî bir toplumdu.

İki mühim fârikası vardı:

Biri âhireti inkârdı.

İkincisi de; bir kast sistemi vardı. Soylu zenginler, köle fakirleri eziyordu. Bilhassa yetimleri iyice itip kakıyorlardı.

Bunun yanında nefsânî hayatı, ihtirasları frenleyecek hiçbir şey yoktu. Din, ahlâk, akıl, vicdan, dumura uğramıştı, sıfırlanmıştı.

İçki, kumar, faiz, zinâ, fahşâ, had safhadaydı…

İslâm’a karşı çıkmalarının sebebi de buydu. Müşrikler:

“–Sen ey Muhammed! Bunları değiştir, biz Sen’in yanına gelelim, Sen ne istersen verelim.” diyorlardı.

O da mukâbil olarak:

“–Vallâhi, Allâh’ın dînini tebliğden vazgeçmem için, Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime koyacak olsanız, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! Ya yüce Allah, onu bütün cihâna yayar, vazifem biter; ya da bu yolda ölür giderim!” buyuruyordu.

PEYGAMBER EFENDİMİZ CÂHİLİYE TOPLUMUNDAN NASIL BİR ASR-I SAÂDET TOPLUMU ÇIKARDI?

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına, yani kendisine tâbî olanlara para dağıtmadı, servet dağıtmadı, makam-mevkî de vaat etmedi onlara. Onlara zirve bir şahsiyet sergiledi. Çünkü insanlar karaktere hayrandır.

Bizlere Efendimiz’in en mühim mirası, karakter ve şahsiyet mirasıdır. O mirası yaşamamızı ve yaşatmamızı arzu etti.

“Size iki emânet bırakıyorum; Kur’ân ve Sünnet’imdir.” buyurdu. (Bkz. Muvatta’, Kader, 3)

Peygamber Efendimiz’in şahsiyeti, dürüstlüğü, doğruluğu, güzel ahlâkı, kendisine îmân etmeyen kişiler tarafından dahî tasdik edildi.

Nitekim tebliğe başladıktan sonra en yakın akrabalarına;

“–Şu dağın arkasında düşman var desem kabul eder misiniz?” dedi. Hepsi;

“–Sen el-Emîn’sin, es-Sâdık’sın, içimizde en doğru insan Sen’sin.” dediler. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26)

Demek ki bir müslüman dâimâ bir şahsiyet ve karakter tevzî edecek, kendisine îtimâd edilecek.

Bugün Bosnalı Boşnakların, Arnavutların müslüman olmasının en büyük sebebi budur. 1. Murad Han’dan sonra gelenler, Anadolu’nun, Konya’nın, Kayseri’nin temiz halkını getirip oralara yerleştirdiler. Onların hâliyle oranın halkı da müslüman oldu.

Câhiliye devrinin kaba-saba insanları İslâm ile şereflenip Efendimiz’in taht-ı terbiyesinden geçtikten sonra, zarif, ince ruhlu bir şahsiyet kazandılar ve “gerçek bilenler”den oldular, gerçek ilmi tahsil etmiş oldular.

Ne oldu? Tefekkür gelişti:

–İnsan vücûdunun bir damla sudan,

–Kuşun basit bir yumurtadan,

–Ağacın ve meyvelerin yok denilecek kadar küçük bir çekirdekten meydana gelişleri ve emsâlleri üzerinde uzun uzun, derin derin tefekkürler başladı…

–Hayat, Allah rızâsına endekslendi.

–Merhamet, şefkat ve hakkı tevzîdeki derinlik zirveleşti.

–Sahâbe-i kirâmda; Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenmek, en büyük gâye oldu.

–Riyâzat hâli yaşandı.

–Aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş; sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı oldu.

–“Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı” telâkkîsi gelişti.

Velhâsıl Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, 23 yıl boyunca sergilediği kumandanlık, eğitimcilik, hukukçuluk, riyâset gibi vazifelerde en müstesnâ üsve, en büyük örnek şahsiyet oldu.

Dolayısıyla her insan, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şerefli hayatı ve Sünnet-i Seniyye’sinde, kendisine örnek alabileceği davranışların en güzelini ve mükemmelini bulabilir.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa hayatın her safhasında eşsiz örnekler tevzî etti. Nitekim O:

Din liderliği ile örnektir. Devlet reisi olarak örnektir. İlâhî muhabbet bağına girenlere örnektir. Rabbin nîmetlerine gark olduğu zamanlar, şükür ve tevâzuu ile örnektir. Zor zaman ve mekânlardaki sabır ve teslîmiyeti ile örnektir. Ganimet karşısındaki cömertliği ve istiğnâsı ile örnektir. Âile efrâdına şefkati ile örnektir. Zayıflara, kimsesizlere, kölelere merhameti ile örnektir. Mücrimlere af ve müsâmahası ile örnektir:

Eğer servet sahibi, zengin bir kişi isen, bütün Arabistan’a hâkim olan O yüce Peygamber’in tevâzu, istiğnâ ve cömertliğini tefekkür et!

Eğer zayıf teb’adan biri isen, Mekke’de zâlim ve gâsıp müşriklerin idâresi altında yaşayan mazlum Peygamber’in hayatından örnek al!

Eğer muzaffer bir fâtih isen, Bedir ve Huneyn’de düşmanına galebe çalan cesaret ve teslîmiyet Peygamberi’nin hayatından ibret al!

Allah göstermesin, eğer mağlûbiyete uğradığın olursa, o zaman da Uhud Harbi’nde şehid düşen veya yaralanan ashâbının arasında kendi yarasına aldırmadan sabır ve şecaatle dolaşan mütevekkil Peygamber’i hatırla!

Eğer muallim isen, mescidde Suffe Ashâbı’na ince, rakik ve hassas gönlünün feyzini aktararak ilâhî emirleri öğreten Peygamber’i düşün!

Eğer talebe isen, kendisine vahiy getiren Cibrîl-i Emîn’in önünde edep, dikkat ve iştiyakla oturan Peygamber’i tasavvur et!

Eğer öğüt veren bir vâiz veya emin bir mürşid isen, Mescid-i Nebevî’nin içinde ashâbına sohbet ederek hikmetler saçan Peygamber’i dinle! O’nun tatlı sesine kulak ve gönül ver!

Eğer hakkı tutup kaldırmak istiyorsan ve bu hususta seni destekleyen bir yardımcın dahî yoksa, Mekke’de her türlü yardımdan mahrum iken zâlimlere hakkı îlân edip onları hidâyete davet eden Peygamber’in hayatına bak!

Düşmana galebe çalıp onun belini kırdınsa, bâtılı perişan edip hakkı îlân ettinse, Mekke’nin fethi günü gâlip bir kumandan olduğu hâlde, mukaddes beldeye büyük bir tevâzu ile devesi üzerinde secde edercesine giren şükür hâlindeki Peygamber’i gözünün önünde canlandır!

Eğer çiftlik sahibi bir kişi isen ve oradaki işlerini yoluna koymak istersen, Benî Nadîr, Hayber ve Fedek arâzisine mâlik olduktan sonra onları ıslah ve en iyi şekilde idâre edecek şahısları iş başına getiren O dirâyetli Peygamber’den örnek al!

Eğer kimsesiz biri isen, Abdullah ve Âmine’nin yetimleri, ciğerpâreleri olan biricik Mâsûm’u, O nurdan Yetim’i düşün!

Eğer yetişmiş bir genç isen, Mekke’de amcası Ebû Tâlib’in sürüsüne çobanlık yapan peygamber namzedi gencin hayatına dikkat et!

Eğer ticaret kervanlarıyla yola çıkan bir tâcir isen, Şam’a ve Yemen’e giden kâfilelerin en ulusu olan Zât’ın ahvâlini mülâhaza et!

Eğer hâkim isen, Mekke uluları birbirine girip vuruşacağı sırada Hacer-i Esved’i Kâbe’deki yerine koyma hususunda O’nun âdil ve firâsetli davranışını düşün!

Ve tekrar gözünü tarihe çevirerek Medîne’de, Mescid-i Nebevî’de oturup darlık içindeki fakirle varlık sahibi zengini huzûrunda eşit tutarak insanlar arasında en âdilâne bir sûrette hüküm veren O Peygamber’e bir bak!

Eğer bir zevc isen, Hazret-i Hatice’nin ve Hazret-i Âişe’nin zevci olan O mübârek Zât’ın temiz sîretine, derin hissiyâtına ve şefkatine dikkat et!

Eğer bir baba isen, Fâtımatü’z-Zehrâ’nın babası ve Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin’in dedesi olan O yüce Zât’ın onlara karşı davranışlarındaki ahvâlini öğren!

Velhâsıl senin sıfatın ne olursa olsun, hangi ahvâl içinde bulunursan bulun, her dâim Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i kendin için en mükemmel bir mürşid ve en güzel bir rehber olarak bulursun...

Çünkü O’nun muallimi Allah Teâlâ’dır; kılavuzu Kur’ân-ı Kerîm’dir.

Bu bahsi Mehmed Âkif’in şu güzel mısrâlarıyla nihâyetlendirelim:

Dünya neye sahipse, O’nun vergisidir hep;

Medyûn O’na cem’iyyeti, medyûn O’na ferdi.

Medyûndur O Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet,

Yâ Rab, bizi Mahşer’de bu ikrâr ile haşret

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Gençlerle 12 Soru-Cevap, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

HZ. MUHAMMED (S.A.V.) KİMDİR?

Hz. Muhammed (s.a.v.) Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.