Peygamber Efendimiz Yanlış İnançları Nasıl Düzeltti?
İslamiyet öncesi Arap Yarımadası’ndaki dini inanışlar hangileridir? Peygamber Efendimiz yanlış inançları nasıl düzeltmiştir? Peygamber Efendimiz’in yasakladığı ve tavsiye ettiği şeyler nelerdir? Peygamberimizin yanlış inançları tashihi...
Hz. Adem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar bütün peygamberler, toplumlarını hep aynı inanç esaslarına dâvet etmişlerdir. İman edilmesi istenen esasların başında ise Allah’ı birleme ve mutlak anlamda ondan başka güç ve otorite tanımama, yani tevhîd anlayışı gelmektedir. Bir âyet-i kerîmede bu durum şöyle ifade edilir:
“Senden önce hiç bir resûl göndermedik ki ona: «Ben’den başka ilah yoktur; şu hâlde Bana kulluk edin!» diye vahyetmiş olmayalım.” (el-Enbiyâ 21/25)
İSLAMİYET ÖNCESİ ARAP YARIMADASINDAKİ DİNİ İNANIŞLAR
İslâm gelmeden önce Câhiliye Arapları Allah’ın varlığını kabul ediyorlardı. Ancak onlar Allah’ın yanında başka ilâhlara taptıklarından şirke düşmüş oluyorlardı. Onların bu tutumları, Allah’a yaklaşmak, Allah katında şefaatçi edinmek veya izzet ve şeref elde etme gayesine yönelikti. Kur’ân-ı Kerîm’in gerek Arap toplumu hakkında gerekse diğer kavimlerle alakalı olarak bu hususlara dikkat çeken ve tevhîd akîdesine davet eden bazı âyetleri şöyledir:
“Andolsun ki onlara, «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorsan «Allah» derler. O hâlde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?” (el-Ankebut 29/61)
“Dikkat ediniz! Hâlis din yalnız Allah’ındır. Allah’ı bırakıp kendilerine bir takım yar ve yardımcılar edinenler: «Biz onlara sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz» derler. Doğrusu Allah ayrılığa düştükleri şeyde aralarında hükmünü verecektir…” (ez-Zümer 39/3)
“…İki mabud edinmeyin, O ancak bir tek mabuddur. O hâlde yalnız Ben’den korkun!” (en-Nahl 16/51)
Bu âyetlerde insanların, inançlarını her türlü şirk unsurundan bütünüyle arındırarak, gerçek tevhid akidesine sâhip olmaları istenmektedir. İlâhî bir misyonla gönderilen Resûlullâh’ın de öncelikli vazifesi cahiliye toplumunu, sâhip olduğu yanlış inançlardan kurtarmak ve gerçek tevhid akidesi ile buluşturmaktı.
TEHVİD NEDİR KISACA?
Tevhîd; en kısa ifadesiyle “Lâilahe illallah: Allah’tan başka ilah yoktur” demek ve bu inancın gereklerini tüm benliğiyle hissederek yaşamaktır. Ancak tevhide ulaşmanın yolu, insanın öncelikle sâhip olduğu yanlış inançlardan kurtulmasıdır. Kelime-i tevhidde “lâ” yani Allah’tan başka tüm ilahların nefyedilmesi gerçek tevhide erişmenin ilk şartı olarak zikredilmiştir. Dolayısıyla Resûlullah de risâlet vazifesine bu noktadan başlamıştır. Bütün bâtıl inançlar nefyedildikten sonra ise onun yerine sahîh akide “illallâh” ile yerleştirilmiştir.
TEVHİD SURESİ
Tevhîd en veciz şekliyle İhlas Sûresi’nde ifade edilmiştir. Tevhîd Sûresi diye de bilinen bu sûrede Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“De ki: O Allah birdir. Allah sameddir (her şeyden müstağni ve her şey O’na muhtaçtır.) O doğurmamış ve doğmamıştır. Hiçbir şey ona denk değildir.” (el-İhlâs, 112/1-4)
Bu sûrede özet olarak ifadesini bulan tevhid akidesinin detayları diğer âyet-i kerîmelerde şöyle izah edilmiştir:
“…De ki: Her şeyi yaratan Allah’tır. O her şeye üstün gelen tek ilahtır.” (er-Ra’d 13/16)
“O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O’nun bir eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir? Her şeyi O yaratmıştır. Zira O her şeyi hakkıyla bilendir. İşte Rabbiniz olan Allah bu (nimetleri veren)dir. O’ndan başka ilah yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse sâdece O’na kulluk edin, çünkü O her şeye vekildir.” (el-Enâ’m 6/101, 102)
ALLAH’IN VAHDANİYET SIFATI
Allah’ın vahdâniyetinin bir gereği olarak kâinattaki yegâne mutasarrıfın da yine O olduğu belirtilmektedir:
“Şüphesiz Allah tohumu ve çekirdeği (onlardan bitkiler çıkarmak üzere) çatlatıp yarandır. Ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte (Rabbiniz olan) Allah budur. O halde haktan nasıl çevriliyorsunuz? (O, gecenin karanlığını) yararak sabahı çıkarandır. Geceyi bir dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, aziz olan ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir. O yıldızları, kara ve denizin karanlıklarında yol bulasınız diye sizin için var edendir… O sizi bir tek nefisten (Âdem’den) yaratandır… O, gökten su indirendir.” (el-Enâ’m 6/95-99)
Görüldüğü gibi bütün bu âyetlerde Allah’ın vahdaniyetine, eşsiz kudretine vurgu yapılmaktadır.
Bunun yanında inanç esaslarını tebliğ eden peygambere îmânın da Tevhid akidesinin bir rüknü olduğu unutulmamalıdır. Nitekim kelime-i tevhîdin ikinci kısmını “Muhammedun Resûlullah: Muhammed Allah’ın elçisidir” ifadesi teşkil eder. Zira Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’a îmândan sonra sık sık hatırlattığı husus, Hz. Muhammed’in (a.s.) peygamberliğine îmândır.
Kur’ân-ı Kerîm muhtelif âyetleriyle diğer îmân esaslarını da bizlere bildirmiştir. Bunlar peygamberlere, kitaplara, meleklere, kadere ve âhiret gününe îmân etmektir. (en-Nisâ 4/136; el-Hadîd 57/21, 22)
Resûlullah, bütün bu akâid esaslarını insanlara aktarmış, ona inananlar da bunları tereddütsüz kabul etme teslimiyetini göstermişlerdir. Ancak her insanın inanç ve fikirleri, içinde doğup yetiştiği kültür tarafından şekillendiğinden, kişilerin devraldığı örf, adet ve düşünce kalıplarından bir anda sıyrılmaları kolay değildir. İnsanın yaşayabileceği en ciddî değişim sürecini ifade eden ihtida hâdisesinde ise bu zorluk daha da artmaktadır. Nitekim bazı sahâbîlerin, bilhassa tevhîd anlayışını kavrama ve özümseme hususundaki bir takım davranışları sebebiyle Peygamberimiz tarafından şiddetle uyarıldığı görülmektedir. Asr-ı saadetteki bazı hâdiseler bu durumun canlı misalleridir: Huneyn gazvesinde Müslümanlar, Zât-ı envât denilen bir ağaca rastladılar. Müşrikler bu ağacı kutsal sayarak silahlarını üzerine asarlardı. Bir kısım sahâbîler:
– Ey Allah’ın Resûlü! Müşriklerin olduğu gibi bizim için de bir Zât-ı envât belirleseniz? dediler.
Bu istek karşısında üzülen Peygamberimiz:
“– Sübhanallah! Bu, Mûsâ’nın kavminin “…Ey Mûsâ! Onların ilahları gibi bizim için de bir ilâh yap” (A’râf 7/138) demelerine benzer.[1] Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, (bu tavrınızla) sizden önceki kavimlerin yolunu takip ediyorsunuz” cevabını verdi. (İbn-i Hanbel, V, 218, 340)
Bir başka rivâyette ise Kays bin Sa’d Hîre’ye gittiğinde, Hîrelilerin başkumandanlarına secde ettiklerini görmüştü. Kendi kendine, Resûlullah’ın secde edilmeye daha layık olduğunu düşündü. Hz. Peygamber’in yanına gelip gördüklerini ona anlattıktan sonra:
– Ey Allah’ın Resûlü! Secde edilmeye sen onlardan daha layıksın, dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem; o sahâbiyi “…Böyle yapmayın!” diyerek îkaz etti. (Ebû Dâvûd, Nikâh, 39-40; Dârimî, Salât, 159)
Mevzuyla ilgili bir başka mânidâr rivâyet şöyledir:
Cübeyr bin Mutim’in (r.a.) nakline göre: Efendimiz’e bir bedevi gelerek:
– Ey Allah’ın Resûlü insanlar meşakkate düştüler. Aile efradı zayiata uğradı. Hayvanlarımız da helâk oldu. Bizim için Allah’a dua et de su göndersin. Zira biz Allah’a karşı senin şefaatini, sana karşı da Allah’ın şefaatini talep ediyoruz, dedi.
Bunun üzerine Resûlullah adamı:
“– Yazık sana söylediğin şeyin farkında mısın? Sübhanallah,” diye uyardı. Allah Resûlü, Sübhanallah”ı o kadar çok tekrar etti ki, bunun tedirginliği ashabın yüzünde görüldü. Sonra da sözlerine devamla:
“– Yazık sana mahlûkatından hiç kimseye karşı Allah şefaatçi kılınmaz. Allah’ın şânı böyle bir şeyden çok yücedir…” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Sünnet, 18)
Bedevinin hadiste geçen “Sana karşı da Allah’ın şefaatini talep ediyoruz” ifadesi akâid açısından hatalıdır. Çünkü şefaat, yüce bir zâta ulaşmak için araya vasıta koymaktır. Allah’a ulaşmak için Resûlü’nün araya konması mümkündür, ancak Hz. Peygamber’e ulaşmak için Allah’ın şefaatçi kılınması tevhîd akîdesine ters düşen bir durumdur. Hiçbir mahlûk Allah Teâlâ’dan büyük olamayacağına göre, yaratılana ulaşmada Allah’ın şefaatçi kılınması söz konusu olamaz. Nitekim peygamberlerden herhangi birisi de böyle bir iddiada bulunmamış, kendilerinin sâdece bir beşer olduklarını, ancak Allah’tan vahiy aldıklarını tekrar tekrar açıkça söylemişlerdir. Bu durum Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade edilir:
“Bir beşerin, Allah’ın kendisine kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: «Allah’ı bırakıp bana kul olun!» demesi olur şey değildir. Bilakis (bir peygamber ancak şöyle der): Öğretmekte ve öğrenmekte olduğunuz kitap sâyesinde Rabbânîler olunuz.” (Al-i İmrân, 3/79)
Bütün bu endişelerle Resûl-i Ekrem, peygamberlerinin kabrini mescid edinen Yahûdî ve Hıristiyanlara Allah’ın lânetini dilemiş, (Buhârî, Cenâiz, 96) kendisine saygının dahi ölçülü tutularak tevhîdin dışına çıkılmaması gerektiğine dikkat çekmiştir.
Efendimiz’in Habeşli Hıristiyanlarla ilgili bir başka uyarısı şöyledir:
“Onlar aralarında sâlih bir kimse ölünce, kabri üzerine bir mescid inşa ederek, içine de o zatın resimlerini yaparlar. İşte kıyâmet gününde yaratıkların en şerlileri onlardır.” (Bûhârî, Salat, 48)
PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN DEĞİŞTİRDİĞİ İSİMLER
Diğer taraftan Allah Resûlü, şirk ve isyanı çağrıştırması sebebiyle bazı sahâbîlerinin isimlerini değiştirmiştir. Mesela o, “Abduluzza” ve “Abduşems” (Uzza’nın kulu, Güneşin kulu) gibi isimleri “Abdullah”, “Abdulazîz” veya “Abdurrahman” olarak[2], “Âsıye: isyankâr” ismini de “Cemîle: güzel” diye düzeltmiştir. (Müslim, Âdâb, 14)
Bunun yanında Efendimiz, rukye (efsunlama duası) gibi bazı Câhiliye adetlerinin içindeki şirk unsurlarını atarak mahzuru olmayan kısımlarına müsaade etmiştir. Avf bin Mâlik’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir:
– Biz Câhiliye devrinde rukye yapardık. Bilâhare Resûlullah:
“Bana rukyenizi gösterin. İçerisinde şirk bulunmadığı sürece rukyede bir sakınca yoktur” buyurdu. (Müslim, Selâm, 64)
Umeyr (r.a.) anlatıyor:
“Akıl hastalarını tedavi için okuduğum bir rukyeyi, kontrol ettirmek üzere Resûlullah’a arzettim. Fahr-i Kâinât da, bunun bir kısmını çıkarıp diğer bir kısmını muhafaza etmemi emretti.” (Tirmizi, Siyer, 9)
RUKYE İLE TEDAVİ
Rukye, dua ile tedavi etmek demektir. İslâm akîdesi açısından rukye, içerisinde şirke düşürücü ve tevekkül inancına aykırı bir durum olmadığı müddetçe caiz görülmüştür. Rukyenin, daha sonra bazı âyetleri ve duaları okuma yoluyla özellikle nazar (göz değmesi) ve şerirlerin şerrinden korunmak için yapıldığı anlaşılmaktadır. Bir rivâyette Efendimiz hanımı Ümmü Seleme’nin evinde yüzü sapsarı kesilmiş bir kız çocuğu görmüş ve onun hakkında:
“– Bu çocukta nazar vardır. Ona rukye yapınız” buyurmuşlardır. (Müslim, Selâm, 59)
Bir başka rivayette ise Peygamberimiz’in Fâtiha sûresiyle rukye yapılmasını uygun bulduğunu görmekteyiz. (Müslim, Selâm, 65)
Gerek rukye yapmak gerekse bir kısım ilaçlar kullanmak suretiyle tedavi olunması durumunda şifa verenin yalnız Allah olduğu unutulmamalıdır. Şifanın Allah’ın dışındaki vasıtalara nisbet edilmesi ise sebebin müsebbib yerine konulmasıdır ki bu büyük bir hatadır. Maalesef günümüzde rukye konusunda Nebiyy-i Ekrem’in sünneti ve tavsiyeleri göz ardı edilerek, Câhiliyede uygulanan şekline meyledilmektedir. Allah’a tevekkülü bırakıp -halk arasında cinci ve büyücü denilen- tamamen kötü niyetli ve maksatlı kişilere başvurularak onları şifâ verici olarak görme yanlışına düşülmektedir. İslâmî açıdan bilgi seviyesi düşük kimselerin iyi niyetleri istismar edilmekte, İslâm dini bir çıkar kaynağı haline getirilerek karalanmak istenmektedir. Bundan kurtulmanın yolu ise, insanların sahih ve yeterli bir İslâmî bilgiye sâhip olmalarıdır.
PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN YASAKLADIĞI ŞEYLER
Allah Resûlü’nün bildirdiğine göre toplumları içtimâî, ahlâkî ve itikâdî planda yıkılışa sürükleyen yedi şeyden birincisi Allah’a şirk koşmak, ikincisi de büyücülüktür. Nebî şöyle buyurmuştur:
“– Yedi helâk edici şeyden kaçının!” Sahâbîler:
– Ey Allah’ın Resûlü! Bunlar nelerdir? diye sordular. Hz. Peygamber:
“– Allah’a ortak koşmak, sihir (büyü) yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir nefsi haksız yere öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, namuslu ve masum kadınlara zina isnad etmektir” buyurdu. (Buhârî, Vasâyâ, 23; Müslim, Îmân, 145)
Dolayısıyla bir Müslümanın büyüyle uğraşması ve büyü yaptırması haram kabul edilmiştir. Kendilerine büyü yapıldığına inanan kimseler ise bunun etkisinden kurtulmak için büyücülüğü meslek edinmiş kimselere başvurmak yerine, öncelikle Allah’a sığınmalı, ibadet ve dua etmeli, yoksullara sadaka vermelidirler. Ayrıca âlim, takva sahibi ve güvenilir bir kimse islâmî esaslar doğrultusunda büyü mağdurlarına yardımcı olabiliyorsa ondan yararlanmak da mümkündür.
Resûlullâh’ın tashih ettiği yanlış inançlardan biri de gaybın bazı kimseler tarafından bilinebileceği inancıdır. Bundan dolayı gaipten haber vermek, kâhin, müneccim ve falcıların sözüne inanmak insanı küfre düşürecek bir durumdur. Zira Hz. Peygamber:
“Her kim bir arrâfa veya kâhine[3] gider de onun söylediklerini tasdik ederse bana indirileni inkâr etmiş olur” buyuruyor. (İbn-i Hanbel, II, 429)
Başka bir rivayette Hz. Ayşe şöyle der:
Bazı insanlar Resûlullah’a kâhinlerin kehanetleri hakkında soru sordular.
Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“– Söylediklerinin aslı yoktur” buyurdu. Bunun üzerine
– Ey Allah’ın Resûlü! Ancak onların geleceğe ait verdikleri bazı haberler söyledikleri gibi çıkıyor, dediler. Hz. Peygamber ise şu mukabelede bulundu:
“– Onların bu tür haberleri (görevli meleğin ilham ettiği) gerçeklerdendir. Bir cin onu meleklerden kaparak kâhin dostunun kulağına fısıldar. Kâhinler ise bir doğruya yüz yalan karıştırır (halka sunar)lar.” (Buhârî, Tıb, 46; Müslim, Selâm 122, 123)
Burada Efendimiz kâhinlerin yalancılığına özellikle vurgu yapmakla birlikte, onların cinler vasıtasıyla bir takım doğru bilgilere ulaştıklarını ve bazen de doğru şeyler söyleyebileceklerini ifade etmiştir. Ayrıca şeytan ve cinlerin bilgi sızdırma olayından Kur’ân-ı Kerîm’de de bahsedilmektedir. Ne var ki yine Kur’ân-ı Kerîm’den anlaşıldığına göre İslâm geldikten sonra onlar için bu tür haber alma yolları kapanmıştır. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Biz, en yakın göğü yıldızlarla süsledik ve onu her azgın şeytandan koruduk. Artık onlar mele-i a’lâyı (yüce topluluğu) dinleyemezler, her taraftan kovularak (alevli yıldızlarla) taşlanırlar ve onlar için devamlı bir azâb vardır. Şayet (meleklerin konuşmalarından) bir haber kapıp kaçıran olursa, onu da (önüne geleni) delip geçen alevli bir yıldız (şihâb) takip eder.” (es-Saffât, 37/6-10)
Bu âyetleri tefsir eden âlimlerimiz, şeytan ve cinlerin gökyüzünden bilgi sızdırma işinin Resûlullah’ın peygamber olarak gönderilmesinden sonra bittiğini belirterek, kâhinlerin geleceğe dair verdikleri malumatın gerçeklerden uzak olduğuna dikkat çekmişlerdir. (Kurtubî, XV, 66, 67)
İbn-i Abbâs’tan (r.a.) nakledilen bir haberde de söz konusu duruma daha açık bir şekilde şöyle vurgu yapılmaktadır. O diyor ki:
Cinler semâya yükselip orada vahyi dinliyorlardı. Bir tek kelime işitince, ona doksan dokuz tane de (kendilerinden) ilâve ediyorlardı. O tek kelime hak, ilâve edilenler ise batıldı. Resûlullâh peygamber olarak gönderilince, şihâblarla (yani göktaşları ile) semâdaki yerlerine yükselmelerine mânî olundu. Bunu İblis’e haber verdiler. Bundan önce semâda onlara şihâb atılmazdı. İblis onlara:
– Bu ancak yeryüzünde meydana gelen önemli bir hâdise sebebiyle vukû bulmuş olmalı! dedi.
Askerlerini gönderdi. Onlar Resûlullâh’ı Mekke’de iki dağın arasında namaz kılarken buldular. İblis’e tekrar dönüp gördüklerini haber verdiler. O da:
– Arzda meydana gelen mühim hâdise işte budur! dedi. (Tirmizî, Tefsir, 72)
Sihir, kehânet gibi hususların dinimizce yasaklanmasının en mühim hikmetlerinden birisi, Allah tarafından eşref-i mahlukât olarak yaratılan insanın hür iradesinin, bu tür batıl inançlarla boşa çıkarılmasıdır. Oysaki insan ceza ya da mükâfatı hür iradesiyle elde etmektedir. Ayrıca bu durum başkalarının özlem ve beklentilerinden haksız menfaat sağlayan bir takım insanların ortaya çıkmasına da kapı aralamaktadır.
Diğer taraftan âlimlerimiz; “…Artık bile bile Allah’a ortaklar koşmayın” (Bakara, 2/22) âyetinin tefsirini yaparken açık şirk yanında gizli şirkten de bahsetmektedirler. Bu tür bir şirk, müşahhas anlamda putlara tapmak değil, bir takım mücerred ve psikolojik unsurları, Allah’ın fiillerine müdahale edici şekilde Allah’a denk, emsal ve ortak kabul etmektir. (İbn-i Kesîr, Tefsir, I, 60, 61) Gizli şirkte, her ne kadar zâhiren Allah inancı görülse de ortak koşulan şeyin, zamanla bir ilâh mertebesine yükseltilme tehlikesi vardır. Nitekim Zeyd bin Hâlid el-Cühenî diyor ki:
Resûlullah, Hudeybiye’de geceleyin yağan yağmurdan sonra bize sabah namazı kıldırdı. Namazı bitirince yüzünü cemaate döndü ve:
“– Rabbiniz ne buyurdu biliyor musunuz?” diye sordu. Sahâbîler:
– Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:
“– Kullarımdan bir kısmı bana îmân ederek, bir kısmı da kâfir olarak sabahladı. Allah’ın fazlı ve rahmeti sayesinde yağmura kavuştuk diyenler, bana îmân etmiş, yıldızlara îmân etmemiştir. Filân ve filân yıldızın batıp doğması sayesinde yağmura kavuştuk diyenler ise beni inkâr etmiş, yıldızlara îmân etmiştir” buyurdu. (Buhârî, Ezân, 156, İstiskâ, 28)
Hadisimizde işaret edildiği üzere, kâinatta cereyan eden olayların gerçek fâili Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla yağmur, kar, soğuk, sıcak gibi hâdiseleri Allah’a nisbet etmek gerekir. Ne var ki insanlardan bir kısmına bir zarar ya da fayda dokundu mu bu durumu, yegâne yaratıcı olan Allah’tan değil de kendilerinde farklı özellikler bulunan fâni varlıklardan bilirler. Meselâ bir kimsenin “Ey filân! Hayatımı sana borçluyum”, “Allah ve sen istersen bu iş olur”, “Doktor olmasaydı ölüp gitmiştim” gibi sözler söylemesi, bunları kalben tasdik etmesi ve itikat meselesi hâline getirmesi böyle bir şirkin neticesidir. İbn-i Abbâs (r.a.), gizli şirkten bahsederken onun “gece karanlığında siyah bir taş üzerinde yürüyen kara karıncanın ayak hareketlerinden daha gizli olduğunu” ifade etmektedir. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 61)
Ayrıca maddî veya manevî problemlerine çözüm arayan bir kimsenin çeşitli ağaçlara, mezar veya türbelere bez bağlayıp mum yakması, hatta bunlar adına kurbanlar kesmesi, bahsi geçen sapmalara örnektir.
Gizli şirkin bir çeşidi de gösterişe dayalı ibadet ve amellerdir. Allah Resûlü, kişinin, kendisine bakanlar sebebiyle kıldığı namazı daha güzel bir şekilde eda etmesini, gizli şirkin tezâhürü olarak görmektedir. (İbn-i Mâce, Zühd, 21)
Şu hâdis-i şerîfte de bu hususa vurgu yapılır:
“Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey Allah’a şirk koşmaktır. Bu sözümle onların aya, güneşe veya puta tapacaklarını kastetmiyorum. Fakat beni korkutan şey, Allah rızâsı dışındaki gayeler için yapılacak ameller ve gizli arzulardır (gösteriş duygularıdır).” (İbn-i Mâce, Zühd, 21)
Amellerini gösteriş için yapanlar âhirette şirk koştuklarıyla baş başa bırakılacak ve herhangi bir fayda göremeyeceklerdir. Bir keresinde Efendimiz ashabına şöyle buyurmuştu:
“– Sizin için en çok korktuğum şey küçük şirktir.” Sahâbe de:
– Ya Resûlallah, küçük şirk nedir, diye sorduklarında, Peygamberimiz şöyle devam etmiştir:
“– Küçük şirk riyâdır. Âhiret gününde insanlara amellerinin karşılığı verildiğinde, Allah Teâlâ buyurur ki «Dünya hayatında iken, kendileri görsün diye riya ve gösteriş yaptığınız kimselerin yanına gidin, bakın onların yanında herhangi bir karşılık bulabilecek misiniz?»“ (İbn-i Hanbel, V, 428)
Konuyla ilgili dikkat çekici hâdis-i şerîflerden biri de şöyledir:
“Kıyamet günü hesâbı ilk görülecek kişi, şehid düşmüş bir kimse olup huzura getirilir. Allah Teâlâ, ona verdiği nîmetleri hatırlatır, o da hatırlar ve bunlara kavuştuğunu îtiraf eder.
Cenâb-ı Hak:
– Peki, bunlara karşı ne yaptın, buyurur.
O kimse:
– Şehid düşünceye kadar Sen’in uğrunda cihâd ettim, diye cevap verir.
Allah Teâlâ:
– Yalan söylüyorsun. Sen, ne kahraman adam desinler diye savaştın, o da denildi, buyurur. Sonra emrolunur da o kişi yüzüstü cehenneme atılır.
Ardından ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur’ân okumuş bir kişi huzûra getirilir. Allah Teâlâ ona da verdiği nîmetleri hatırlatır. O da hatırlar ve îtirâf eder.
Hak Teâlâ hazretleri:
– Peki, bu nîmetlere karşılık ne yaptın, diye sorar.
O ise:
– İlim öğrendim, öğrettim ve Sen’in rızân için Kur’ân okudum, cevâbını verir.
Cenâb-ı Hak:
– Yalan söylüyorsun. Sen, âlim desinler diye ilim öğrendin, ne güzel okuyor desinler diye Kur’ân okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi, buyurur. Sonra emrolunur, o da yüzüstü cehenneme atılır.
Ardından Allah’ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir. Allah Teâlâ verdiği nîmetleri ona da hatırlatır. O da verilen nîmetleri hatırlar ve îtirâf eder.
Allah Teâlâ:
– Peki ya sen bu nîmetlere karşılık ne yaptın, buyurur.
O şahıs:
– Verilmesini istediğin, râzı olduğun hiçbir yerden esirgemedim, sadece senin rızânı kazanmak için harcadım, der.
Hak Teâlâ:
– Yalan söylüyorsun. Hâlbuki sen, bütün yaptıklarını ne cömert adam desinler diye yaptın. Bu da senin için zâten söylendi, buyurur. Emrolunur, o da yüzüstü cehenneme atılır.” (Müslim, İmâre, 152)
Kişiyi, acı sonuca sürükleyen âmil, Hak Teâlâ’nın bilmesi ve razı olması ile iktifa edilmeyip, yapılan amellere, başkalarının görmesi, beğenmesi, duyması veya alkışlaması gibi maksatların katılmasıdır. Bu durum, kişiyi Allah’ın değil, mahlukâtın kulu ve kölesi yapar. Böyle olunca da kaliteli bir îmân ve amel hayatı yaşamak mümkün olmaz.
Resûlullâh, İslâmî temele dayanmayan halk inançlarını da tashih cihetine gitmiştir. Efendimiz’in oğlu İbrahim’in vefatında güneş tutulması üzerine insanların sergilediği tavır buna misal olarak zikredilebilir. Halk güneşin, İbrahim’in vefatından dolayı tutulduğunu düşünmüştü. Fahr-i Kâinât ise hâdise esnâsında iki rekât namaz kılmış ve ashabını şöyle ikaz etmiştir:
“Güneş ve ay Allah’ın varlık ve birliğini gösteren alâmetlerindendir. Bunlar hiç kimsenin ne ölümünden ne de doğumundan dolayı tutulur. Ay ve güneş tutulması görünce Allah’ı zikre koyulun ve namaz kılın!” (Nesaî, Kusûf, 14)[4]
Hâsılı Server-i Kâînât Efendimiz fert ve toplumları tevhîd inancından uzaklaştırabilecek her çeşit amelden mü’minleri sakındırmıştır. Binaenaleyh bizlere düşen, Fahr-i Kâinât’ın getirmiş olduğu tevhîdi iyice kavramak, Allah’ı hakkıyla tanıyarak mârifetullaha ulaşmak, gizli veya açık şekilde O’na herhangi bir şeyi ortak koşmamaktır. Zira Hak Teâlâ’ya şirk koşan kimse, tevhîd inancından uzaklaşmış ve Rabbi ile bağını koparmış olur. Allah Teâlâ tevhîd akîdesinden sapmaktan biz mü’minleri muhafaza buyursun! Amîn.
[1] İsrâiloğulları Kızıldenizi geçtikten sonra buzağıya tapan Amalika kavmine rastlamışlardı. Mûsa -aleyhisselam-’dan onların tanrıları gibi bir tanrı yapmasını istemişlerdi. Hz. Mûsa onları cehaletle suçlayarak tekliflerini reddetmişti.
[2] Bkz. İbn-i Abdilberr, II, 837; III, 871, 1006.
[3] Kâhin, gelecekten haber verdiğini iddia eden falcı demektir. Arrâf ise bir yönüyle kâhin mânasındadır. Ancak arrâf, daha çok çalınmış veya kaybolmuş bir şeyin yerini haber veren kimselere denir. Bir de müneccim vardır ki, o da aslında kâhindir. Ancak müneccim, olacak hâdiseleri yıldızlara bakarak bildiği iddiasındadır.
[4] Ülkemizde de bazı yörelerde, ay ve güneş tutulması esnâsında namaz kılmak ve dua etmek yerine davul çalmak, silâh atmak gibi uygulamalar görülmektedir. Bu bid’at ve hurafeye dayalı bir halk inancı olup İslâm’la hiçbir alâkası yoktur. Yine baykuşun ötüşünü uğursuz sayarak gözyaşı dökmek de aynı yanlış anlayışın tezâhürüdür.
Kaynak: Üsve-i Hasene 2, Erkam Yayınları
YORUMLAR