Peygamber Efendimize Ümmet Olma Nimetinin Farkında mıyız?

PEYGAMBERİMİZ

Cenâb-ı Hakkʼın biz âciz kullarını Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe ümmet kılmakla şereflendirmesi, Oʼnun bizlere olan en büyük lûtuf ve ihsanlarından biridir. Peki bizler böyle bir nimetin farkında mıyız? Böyle bir nimetin şükrünü nasıl eda ederiz? Sahabinin Efendimize (s.a.v) muhabbeti nasıldı?

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Ey büyük Peygamber! Bir avuç fakir, senin Dâru’s-Selâmʼına, bir bîçâre gibi, çağrılmadan misafir gelseler, Senʼin Hak Teâlâ katındaki yüce şan ve şerefinden ne eksilir?

Allah Teâlâ Senʼi övdü ve Cebrâil’e Senʼin huzûrunda yeri öptürdü. Yüksek gökler Senʼin kadrinin ululuğu önünde mahcupturlar. Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- henüz balçık hâlinde iken Sen yaratılmıştın…

Bilmiyorum, Senʼi medhetmek için ne söyleyeyim? Ne desem ondan kat kat yükseksin. Senʼin izzetini göstermek için «Levlâke»[1] hitâbı ve Senʼi senâ etmek için Tâhâ ve Yâsîn sûreleri yeter.

Ben Sâdî, âciz, eksik ve kusurlu bir varlığım. Ey büyük Nebî! Sana salât ü selâm olsun!..”

ALLAH’IN BİZLERE OLAN EN BÜYÜK LÛTUF VE İHSANLARINDAN BİRİ

Cenâb-ı Hakkʼın biz âciz kullarını Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe ümmet kılmakla şereflendirmesi, Oʼnun bizlere olan en büyük lûtuf ve ihsanlarından biridir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allâh’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) onları temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lûtufta bulunmuştur.” (Âl-i İmrân, 164) buyruluyor.

Hakîkaten, yüz yirmi dört bin küsur peygamber içinde Allâhʼın Habîbi, Peygamberlerin İmâmı, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi, nebîler silsilesinin yaratılışta ilk, gönderilişte son halkası, Âhir Zaman Nebîsi, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ümmet olmak, meccânen nâil olduğumuz, ne muazzam bir ihsân-ı ilâhîdir!

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin kadrinin yüceliğini nâkıs aklımızla tam olarak idrâk edebilmemiz de, idrâk edebildiklerimizi kelimelerin mahdut imkânlarıyla kâmil mânâda ifade edebilmemiz de mümkün değildir. Zira bu hususta akıl da lisan da mutlak sûrette acziyete mahkûmdur. Fahr-i Kâinât Efendimizʼin şânını tavsîfe çalışanların anlayıp anlatabildikleri, uçsuz bucaksız bir deryadan alınmış, belki bir terzi yüksüğü hacminde bile olmayan, bir damla su kabîlindendir.

Şu hâdise, bu hakîkati ne kadar da veciz bir sûrette îzah etmektedir:

Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh- bir askerî birliğin başında iken, müslüman bir aşîretin yanında konaklamıştı. Aşîret reisi ona:

“–Bize Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i anlatır mısın?” dedi.

Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-:

“–Allah Rasûlü’nün (müstesnâ vasıflarının güzelliğini) tafsîlâtıyla anlatmamı istersen bu mümkün değil!” dedi.

Reis:

“–Bildiğin kadarıyla, kısa ve öz olarak târif et!” deyince, Hâlid -radıyallâhu anh- şu karşılığı verdi:

“–Gönderilen, gönderenin kadrince olur! (Yani gönderen, Âlemlerin Rabbi olduğuna göre, gönderilenin şânını var sen hesâb et!)”[2]

Gerçekten de hakîkat-i Muhammediyyeʼyi tam mânâsıyla idrâk etmeye de, îzah etmeye de, hiçbir fânî muvaffak olamadı. Oʼnun yüksek ahlâkı ve yaratılışının kemâli, bütünüyle kavranamadı. Âlimler, mütefekkirler, mutasavvıflar, gönül sultanları ve Cebrâîl -aleyhisselâm- dahî, O’nun yolunda bulunmayı “izzet”; kapısında bir sâil olmayı “devlet” bildiler.

Meşhur Mevlid şâiri Süleyman Çelebi, ümmet-i Muhammedʼden olmanın vecd ve heyecanı içinde, asırlar ötesinden Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe şu mısrâlarla muhabbet ve hürmetini arz etti:

Ümmetin olduğumuz devlet yeter,

Hizmetin kıldığımız izzet yeter…

HAKİKÎ BİR ÎMÂNIN ALÂMET-İ FÂRİKASI

Bizler, ümmet-i Muhammed olmakla eriştiğimiz bu mânevî hazinenin ne kadar farkındayız? Bu müstesnâ lûtfun şükrünü ne kadar îfâ edebiliyoruz?.. Zira her nîmet gibi, bu muazzam nîmetin de şükrünü edâ etmekle mükellefiz. Bu şükrün en güzel îfâsı ise, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi canımızdan aziz bilmektir. Zira bu sevgi, hakikî bir îmânın alâmet-i fârikasıdır.

Şu hâdise, bu gerçeği ne güzel îzah ediyor:

Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlâllah! Sen bana canımın dışında her şeyden daha sevgilisin!” diyerek Efendimizʼe olan muhabbetini ifade etmek istemişti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:

“–Hayır, ben sana canından da sevgili olmalıyım!” buyurdu.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- derhâl:

“–O hâlde Sen’i canımdan da çok seviyorum yâ Rasûlâllah!” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–İşte şimdi oldu.” buyurdu. (Buhârî, Eyman, 3)

Bir başka hadîs-i şerîfte de Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Sizden biriniz, beni, ana-babasından, çoluk-çocuğundan ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe, hakkıyla îmân etmiş olmaz!” buyurmuşlardır. (Buhârî, Îman, 8)

YANINDAYKEN BİLE HASRET KALIRLARDI

Hazret-i Ebû Bekir (s.a.v), Peygamber Efendimiz’in en yakınıydı. Yanındayken bile Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hasret kalırdı. Bir gün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ebû Bekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…” buyurmuştu.

Hâlbuki Hazret-i Sıddîk, Allah Rasûlü’nün aşkıyla benliğinden geçip âdeta Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in varlığında vücut bulduğu için, iltifat olarak bile olsa, bir “muhâtap” kabûl edilmenin zımnında mevcut bulunan, “başkalarından biri gibi” görülme hissi, onun rakik gönlüne hayli ağır geldi. Bu endişe içinde:

“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!.” dedi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11)

Nitekim âyet-i kerîmede Yüce Rabbimiz:

“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önce gelir…” (el-Ahzâb, 6) buyurmaktadır.

Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i canlarından çok seven ashâb-ı kirâm, O’na hitâb ederken büyük bir edep içinde; “Anam-babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” derlerdi. O’nun ayağına bir diken batmasındansa, canlarını fedâ etmeyi tercih ederlerdi.

Nitekim Recî Vak’asıʼnda Hubeyb -radıyallâhu anh- müşrikler tarafından esir edilmişti. O sıralar Mekkeli müşriklerin lideri olan Ebû Süfyan, Hazret-i Hubeyb’e, şehîd edilmeden evvel şöyle sordu:

“–Hayatının kurtulmasına karşılık, senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?”

Hubeyb -radıyallâhu anh- ise, suâli soran Ebû Süfyân’a âdeta “zavallı” der gibi acıyarak baktı ve şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Benim, çoluk-çocuğumun arasında olup Peygamber’imin burada olmasını istemek şöyle dursun, benim ölümden kurtulmama karşılık, O’nun şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile aslâ gönlüm râzı olmaz!”

Bu eşsiz muhabbet manzarası karşısında âdeta donup kalan Ebû Süfyan:

“–Hayret doğrusu! Ben, dünyada Muhammed’in ashâbının O’nu sevdiği kadar, birbirini seven iki kimse daha görmedim.” dedi. (Vâkıdî, I, 360; İbn-i Saʻd, II, 56)

Ashâb-ı kirâm, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi görmedikleri, Oʼnun mübârek nazarlarından ve hikmetli nasihatlerinden mahrum kaldıkları uzunca bir zamanın geçmesini istemezler, bu hususta evlâtlarını da sık sık îkaz ederlerdi.

Acaba bizler, kendimiz ve evlâtlarımız için, ashâbın bu hassâsiyetinden ne kadar hissedârız? Allah Rasûlüʼnün mânevî vârisleri mevkiinde olan takvâ ehli âlim ve ârif zâtların ilminden, irfanından, mânevî sohbetlerinden, kendimiz ne kadar istifâde ediyoruz, evlâtlarımızın istifâde etmeleri için ne kadar gayret gösteriyoruz?..

Allah ve Rasûlʼünün sevgisi, îmânın hakîkatine ve kemâline alâmet olduğu içindir ki, bugün yüreği şefkatle çarpan, merhamet sahibi anne-babaların en mühim vazifesi, evlâtlarının gönüllerini Allah ve Rasûlʼünün muhabbetiyle doldurmaktır. Bunun için de evlâtlarını, muhabbet dolu telkin ve teşviklerle Kur’ân ve Sünnet’e ittibâ hâlinde yetiştirmektir. Böylece onlara İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakabilmektir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2024 – Eylül, Sayı: 463