Peygamber Efendimiz’in Doğumu
Peygamberimiz (s.a.v.) ne zaman doğdu? Peygamberimizin (s.a.v.) doğumundan önce gerçekleşen mucize ve hadiseler neler? Peygamberimizin (s.a.v.) doğumu sırasında gerçekleşen hadiseler neler? Hz. Muhammed’in (s.a.v.) doğum yeri ve yılı...
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, 20 Nisan 571 (12 Rebiülevvel) Pazartesi günü Mekke’de doğdu.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz doğmadan önce birçok ilâhî tecellî zuhûr etmişti. Bütün kâinât âdeta O’na hasret çekmekteydi. Çünkü O, yaratılışın sebebi idi.
PEYGAMBERİMİZİN ZUHURUNU MÜJDELEYEN HABER VE HADİSELER
Evvelâ Allâh Teâlâ, daha önceki peygamberlerden, Resûlullâh’a (s.a.v.) îmân edip yardımcı olmaları husûsunda ahd ve mîsâk almıştır. Bu O’nun zuhûrunun en büyük müjdelerinden biridir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Hani bir vakit Allâh Teâlâ peygamberlerden ahit almıştı: «–And olsun ki size kitap ve hikmet verdim; sizde olanı tasdîk eden bir peygamber gelecek, O’na mutlakâ inanacaksınız ve O’na mutlakâ yardım edeceksiniz, ikrâr edip bu ahdi kabûl ettiniz mi?» demişti. «–İkrâr ettik» demişlerdi de: «–Şâhit olun, Ben de sizinle berâber şahitlerdenim.» demişti.” (Âl-i İmrân, 81)
Hz. İbrâhîm ile oğlu İsmâîl (a.s.), Kâbe’nin inşâsını tamamladıktan sonra ellerini kaldırıp Peygamber (s.a.v.) için şöyle duâ etmişlerdi:
“Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Sen’in âyetlerini kendilerine okuyacak, kitap ve hikmeti öğretecek ve onları(n nefislerini) tezkiye edecek (kötülükten arındırıp kemâle erdirecek) bir peygamber gönder! Çünkü azîz olan ve her şeyi yerli yerince yapan yalnız Sen’sin!” (el-Bakara, 129)
Hz. Îsâ (a.s.) da peygamberliğini İsrâîloğulları’na bildirirken Resûlullâh’ı (s.a.v.) müjdeliyordu:
“Meryem oğlu Îsâ: «Ey İsrâîloğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrât’ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen, Allâh’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim!» demişti…” (es-Saff, 6)
Annesi Hz. Âmine, Varlık Nûru’na hâmile olduğunun ilk günlerinde bir rüyâ gördü. Rüyâda kendisine:
“Ey Âmine! Sen bu ümmetin efendisine hâmilesin! Dünyâyı şereflendirdiği zaman: «Her hasetçinin şerrinden O’nu tek olan Allâh’a havâle ederim!» diye duâ et ve O’na «Muhammed» ismini ver!” diye seslenildiğini işitti.[1]
Bunun içindir ki, Allâh Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
“Ben, ceddim İbrâhîm’in duâsı, kardeşim Îsâ’nın müjdesi ve annemin rüyâsıyım.” (Hâkim, II, 453; Ahmed, IV, 127-128)
Bununla birlikte Allâh Resûlü’nün (s.a.v.) isim ve sıfatları, Tevrât ve İncîl’de yazılı olup yahûdî ve hristiyan âlimleri bu hususta tam bir bilgiye sâhiptiler. Nitekim bunların insaf ehli olanları hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:
“Onlar ki, yanlarındaki Tevrât ve İncîl’de (isim ve sıfatlarını) yazılı buldukları O Rasûl’e, O ümmî peygambere tâbî olurlar…” (el-A’râf, 157) Hattâ ehl-i kitâb âlimleri, Peygamber Efendimiz’i, öz evlâtlarını tanıdıkları gibi tanırlardı:
“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, O’nu kendi evlâtlarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen şüphesiz onlardan bir fırka, bile bile gerçeği gizlerler.” (el-Bakara, 146) Nitekim yahûdîlerin en büyük âlimlerinden iken müslüman olan Abdullâh bin Selâm (r.a.):[2]
“−Ben, Resûlullâh’ı, kendi oğlumdan daha iyi tanırım!” dediği zaman Hz. Ömer (r.a.):
“−Ey İbn-i Selâm! Bu nasıl olur?” diye sordu. O ise:
“−Ben Muhammed’in gerçekten Allâh’ın Resûlü olduğuna yakînen şehâdet ederim. Kendisinin peygamber olduğunda hiç şüphe etmem! Çünkü, O’nun Allâh tarafından gönderilen Peygamber olduğu, na’t ve vasıfları, kitabımızda bulunmaktadır…” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):
“−Ey İbn-i Selâm! Allâh seni hakîkate muvâfık kılmıştır!” dedi ve onu alnından öptü. (Vâhidî, s. 47; Râzî, Tefsîr, IV, 116)
Âyet-i kerîmede, Tevrât ve İncîl’de Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ve ashâbının vasıf, hâl ve şanlarının şöyle beyân edildiği bildirilmektedir:
“Muhammed, Allâh’ın Rasûlü’dür. Onun berâberinde bulunanlar, inkârcılara karşı sert, birbirlerine karşı merhametlidirler. Onları rükûa varırken, secde ederken görürsün. Allâh’tan lutuf ve rızâ isterler. Onların alâmeti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır. İşte bu, onların Tevrât’ta anlatılan vasıflarıdır. İncîl’de ise şöyle vasıflandırılmışlardı: Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, çiftçilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allâh böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkârcıları öfkelendirir. Allâh, îmân edip sâlih amel işleyenlere, mağfiret ve büyük bir ecir va’detmiştir.” (el-Feth, 29) Abdullâh bin Abbâs (r.a.), bir gün Kâ’b el-Ahbâr’a:[3]
“−Tevrât’ta Resûlullâh’ın vasıfları nasıl anlatılır?” diye sorduğu zaman, Hz. Kâ’b, bu suâle şöyle karşılık vermiştir:
“−O’nun vasıfları hakkında Tevrât’ta şunlar yazılıdır:
Muhammed bin Abdullâh, Mekke’de doğacak, Tâbe’ye (Medîne’ye) hicret edecek, Şam’a hâkim olacaktır. Kendisi ne kötü söz söyler ne de çarşılarda yüksek sesle konuşur. Kötülüğe kötülükle karşılık vermez, bilâkis affeder ve bağışlar. Ümmeti de bollukta, darlıkta ve her yerde Allâh’a hamd eder, O’nu yüceltirler. Bellerine izâr bağlarlar. Kollarını yıkarlar (abdest alırlar). Savaşta saf oldukları gibi namazlarında da saf tutarlar. Mescidlerinden arı uğultusu gibi (Kur’ân ve zikir) sesleri gelir. Ezan sesleri âfâkı doldurur.” (Dârimî, Mukaddime, 2) Atâ bin Yesâr -rahimehullâh- anlatıyor:
“Abdullâh bin Amr’a [4] rastladım ve:
«−Resûlullâh’ın Tevrât’ta zikredilen vasıflarını bana söyler misin?» dedim. Bunun üzerine:
«−Pekâlâ! Allâh’a yemin olsun, o Kur’ân’da geçen bâzı sıfatlarıyla Tevrât’ta da mevsuftur. (Orada): “Ey Peygamber! Biz Sen’i insanlara şâhit, müjdeci, uyarıcı ve ümmîler için koruyucu olarak gönderdik. Sen Ben’im kulum ve Resûlümsün. Ben Sen’i Mütevekkil diye isimlendirdim… Allâh, bozulmuş dîni insanların “Lâ ilâhe illâllâh” demesiyle düzeltmeden ve o dinle kör gözleri, sağır kulakları, paslanmış kalpleri açmadan O’nun rûhunu kabzetmez.” buyrulur.» dedi.” (Buhârî, Büyû, 50; Tefsîr, 48/ 3) Resûlullâh’ı (s.a.v.) bütün vasıflarıyla bilen yahûdîler, kendisinin geleceği vakti beklemekteydiler. Nitekim Medîneli putperest Evs ve Hazrec kabîleleri ile yahûdiler ne zaman birbirlerine düşüp araları açılsa, yahûdîler:
“−Şu sıralarda bir peygamber gönderilmek üzeredir. O’nun gelmesi pek yakındır. O peygamber gelince, biz O’na tâbî olacak, İrem ve Âd kavimleri gibi sizi öldürüp kökünüzü kazıyacağız!” derlerdi. (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 95-96) Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in zevcesi Safiye bint-i Huyey’in (r.a.) naklettiğine göre, Resûlullâh (s.a.v.) hicret esnâsında Kuba köyüne geldiğinde, babası Yahûdî Huyey bin Ahtab ile amcası Ebû Yâsir hemen oraya gitmişler, güneş batarken de çok bitkin ve üzgün bir hâlde eve dönmüşlerdi. Ebû Yâsir, kardeşine:
“−Bu zât, geleceği beklenilen Peygamber midir?” diye sordu. Huyey:
“−Evet, vallâhi odur!” dedi. Ebû Yâsir:
“−Bunun o Peygamber olduğundan emin misin? İyice tespit ettin mi?” diye sordu. Huyey:
“−Evet!” karşılığını verdi.
“–O hâlde, O’na karşı kalbinde ne var?” diye sorunca da Huyey:
“−Vallâhi hayatta olduğum müddetçe O’na hep düşmanlık besleyeceğim!” dedi. (Ebû Nuaym, Delâil, I, 77-78)
Yahûdîler, gelmesini bekledikleri son peygamberin, kendi ırklarından, yâni İsrâîloğulları’ndan olmasını arzu etmekte idiler. Allâh Resûlü (s.a.v.) ise Hz. İsmâîl’in (a.s.) nesebinden gelen Araplardan olduğu için yahûdîler hased ederek O’na îmân etmemişlerdir.[5] Bu hakîkati, İbn-i Abbâs’ın (r.a.) şu rivâyeti de ortaya koymaktadır:
Hayber yahûdîleri ile Gatafan arasında savaş vardı ve yahûdîler her karşılaşmada mağlûb oluyorlardı. Sonunda:
“Ey Allâh’ımız! Âhir zamanda göndermeyi va’dettiğin o ümmî peygamber hakkı için Sen’den bizi muzaffer kılmanı diliyoruz!” duâsıyla Hakk’a yalvarmayı kararlaştırdılar. Gatafan’la karşılaşınca da bu duâyı yaptılar. Böylece Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ile tevessülde bulundular. Savaşın netîcesinde Gatafanlıları bozguna uğrattılar. Fakat Allâh Teâlâ, Yahûdîlerin duâlarında vesîle edindikleri Hz. Muhammed’i (s.a.v.) peygamber olarak gönderince O’nun peygamberliğini inkâr ettiler. Bunun üzerine Allâh Teâlâ:
“…Daha önce (o peygamberin adını kullanarak, O’nun hakkı için diyerek) kâfirlere karşı zafer isteyip durdukları hâlde, o tanıyıp bekledikleri (Peygamber) kendilerine gelince, bu sefer O’nu inkâr ettiler. İşte Allâh’ın lâneti[6] böyle kâfirlerin üzerinedir.” (el-Bakara, 89) âyetini inzâl buyurdu. (Kurtubî, II, 27; Vâhidî, s. 31)
PEYGAMBERİMİZİN DOĞUMUNU MÜJDELEYEN HADİSE
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in (s.a.v.) zuhûrunu müjdeleyen şu hâdise de oldukça câlib-i dikkattir:
Seyf bin Zî Yezen, Kisrâ tarafından Yemen hükümdarlığına tâyin edilince her taraftan Arap heyetleri gelip kendisini tebrik ettiler. Mekke’den gelen on kişilik heyetin başında da Peygamberimiz’in dedesi Abdülmuttalib bulunuyordu. Hükümdâra:
“−Ey hükümdar! Bizler, Allâh’ın dokunulmaz kıldığı Harem’inin halkı ve Beytullâh’ın hâdimleriyiz. Hükümdarlığını tebrik etmek niyetiyle geldik!” dedi. Yemen hükümdârı onları güzel bir şekilde karşıladı ve uzun bir müddet misâfir etti. Birgün Abdülmuttalib’i yanına çağırarak ona şöyle dedi:
“−Ey Abdülmuttalib! Ben sana bir sır emânet edeceğim ki, o sırrı başkası olsaydı açmazdım. Fakat ben onun mâdenini sende gördüm. Bunun için onu sana açıklayacağım. Allâh Teâlâ izin verinceye kadar bu sır sende mahfuz kalsın. Şüphesiz ki Allâh emrini yerine getirir. Kendimize tahsîs edip başkasına kapalı tuttuğumuz Kitap’ta öyle mühim bir haber vardır ki hayâtın şerefi, ölümün fazîleti ondadır; bütün insanları, heyet arkadaşlarını, bilhassa seni çok yakından ilgilendirmektedir!” dedi. Abdülmuttalib:
“−Ey hükümdar! Bütün göçebe halkı sana fedâ olsun! Nedir o büyük ve şanlı haber?” diye sordu. Hükümdar:
“–Tihâme bölgesinde bir çocuk doğacak. Alâmet olarak, O’nun iki kürek kemiği arasında bir ben bulunacak. Kıyâmet gününe kadar, O’nda imamlık (riyâset), sizde de seyyidlik olacak.” dedi. Seyf bin Zî Yezen şöyle devâm etti:
“−Bu zaman, O’nun doğacağı zamandır. Hattâ, belki de doğmuştur. Onun ismi Muhammed’dir. Babası ve annesi ölmüş olacak. Kendisinin bakımını, dedesi ve amcası üzerlerine alacak. Allâh O’nu apaçık teblîğatta bulunan bir peygamber olarak gönderecek. Bizden bir kısım insanları O’na Ensâr (yardımcılar) yapacak. Onlarla, dostlarını azîz, düşmanlarını da zelil kılacak. O, yeryüzünün en kıymetli bölgelerini fethedecek. O’nun doğumu ile, mecûsîlerin taptıkları ateş sönecek. Bir olan Rahmân’a ibâdet edilecek. Küfür ve taşkınlıklar yasaklanacak, putlar kırılacak, şeytan taşlanacak. O’nun sözü hak ile bâtılın arasını ayıracak, hükmü adâletten ibâret olacak. O, dâimâ iyiliği emredip tatbîk edecek, kötülükten de nehyedecek ve onu ortadan kaldıracak.” dedi. Abdülmuttalib:
“−Ömrün uzun, şan ve şerefin yüce, saltanatın dâim olsun! Bu bahsettiğin benim neslimdir. Acabâ hükümdar bu hususta biraz daha îzâhat vererek beni sevindirme lutfunda bulunabilir mi?” dedi. Seyf:
“−Örtülere bürünmüş Beytullâh’a, mûcizelere ve semâvî kitaplara yemin olsun ki ey Abdülmuttalib! Hiç yalan yok, muhakkak ki sen O’nun atasısın!” deyince, Abdülmuttalib sevincinden yere kapandı. Hükümdar:
“−Başını yerden kaldır! Kalbin ferah, ömrün uzun, şânın yüce olsun! Sana anlattığım alâmetlerden gördüğün bir şey var mı?” dedi. Abdülmuttalib:
“−Evet ey hükümdar! Benim çok sevgili, üzerine titrediğim bir oğlum vardı. Onu kavminin şereflilerinden birinin kızı olan Âmine ile evlendirmiştim. Âmine bir çocuk dünyâya getirdi. O’nun ismini Muhammed koydum. İki küreğinin arasında da bir ben vardır. Anlattığın alâmetlerin hepsi de kendisinde mevcuttur. O’nun babası ve annesi de vefât etti. Kendisinin bakımını ben ve amcası üzerimize aldık.” dedi. Bunun üzerine hükümdar Seyf:
“–Oğlunu iyi koru! Yahûdîlere karşı dikkatli ol! Çünkü yahûdîler O’na düşmandırlar. Fakat Allâh bu hususta onlara fırsat vermeyecektir. Bu dediklerimi arkadaşlarına sakın söyleme! Size nasîb olan üstünlüğü kıskanıp torununun başına gâileler açmayacaklarından emin değilim. Eğer, O’nun peygamber olarak gönderilmesinden önce ölmeyeceğimi bilseydim, süvârilerim ve piyâdelerimle birlikte gider, Yesrib’i (Medîne’yi) hicret yurdu, devletime başkent yapardım. Ne olurdu, O’nu âfet ve belâlardan ben koruyaydım! Bir sene sonra onun hakkında bana haber getir!” dedi. Ne yazık ki Seyf bin Zî Yezen bir sene geçmeden öldürüldü.[7] (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 26-28; Diyarbekrî, I, 239-241) Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in dedesi Abdülmuttalib’e, torununun istikbâli hakkında verilen diğer bir müjde de şöyledir:
Resûlullâh (s.a.v.) bir gün çocuklarla oyuna dalarak Redm mahallesine kadar gitmişlerdi. Orada Müdlicoğulları’ndan bir cemaat, Peygamber Efendimiz’i yanlarına çağırarak ayaklarına baktılar ve ayak izini incelediler. O sırada Abdülmuttalib geldi. Onunla kucaklaşıp:
“−Bu çocuk senin neslinden midir?” diye sordular. Abdülmuttalib:
“−Oğlumdur.” dedi. Müdlicoğulları:
“−O’nu iyi muhâfaza et! Çünkü biz Makâm-ı İbrâhîm’deki ayak izine bu çocuğunkinden daha çok benzeyen bir ayak izi görmedik.” dediler. Abdülmuttalib, oğlu Ebû Tâlib’e:
“−Bak! Bunlar ne söylüyorlar, dinle!” dedi. Bunun için Efendimiz’in amcası Ebû Tâlib, yeğenini titizlikle korurdu.[8]
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz dünyâyı şereflendirmeden önce bütün âlem, mânevî yönden müthiş bir karanlık içinde idi. İnsanlar, son derece bedbaht bir cehâlet bataklığında boğulmaktaydılar. İnsanlık, şeref ve haysiyetini yitirmişti. İnsanların vahşet ve zulmünden, hayvanlar bile iyice bunalmıştı. Hayat yaşanmaz hâle gelmişti. Âlem mahzûn, varlıklar mağmûm, gönüller muzdaripti. Zayıf ve güçsüzler gülmeyi unutmuştu. Yaşama hakkı güçlülere âitti. Mehmet Âkif’in ifâdesi ile:
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Güçsüz mü bir insan, onu kardeşleri yerdi.
Kur’ân-ı Kerîm, bu gerçeği şöyle beyan buyurur:
“İnsanların kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat zuhûr etti…” (er-Rûm, 41)
Ulvî teşrîf yaklaştıkça herkes, hattâ her şey, daha bir iştiyak ve hasret içerisinde O yüce nûrun imdâda yetişip kendilerini karanlıktan kurtarmasını bekliyor, O âb-ı hayâtın kendilerine ikrâm ve ihsân buyrulmasını arzu ediyordu. Bütün insanlık O’na teşne ve O’nu muntazırdı. Bunun müjde ve işâretlerini almışlar ve zaman zaman da almaktaydılar. Süleyman Çelebi Mevlid-i Şerîf’inde, güneşin bile Hz. Peygamber’e (s.a.v.) âşık olup O’nun etrâfında pervâneler misâli döndüğünü dile getirerek, ulvî teşrîfin müjdesini Hz. Âmine’nin gönül dilinden şöyle mısrâlara döker:
Dedi gördüm ol Habîb’in ânesi
Bir aceb nûr kim güneş pervânesi
İndiler gökten melekler sâf sâf
Kâbe gibi kıldılar beytim tavâf
Dediler oğlun gibi hiçbir oğul
Yaradılalı cihân gelmiş değil
Bu gelen ilm-i ledün sultânıdır
Bu gelen tevhîd ü irfân kânıdır…
PEYGAMBERİMİZ NE ZAMAN DOĞDU?
Nihâyet beklenen Nûr (s.a.v.), milâdî 571 yılının 20 Nisan’ına tesâdüf eden 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahında tan yeri ağarırken zuhûr âlemine tenezzül ederek Hz. Abdullâh ve Âmine’nin izdivac kucağında dünyâmızı şereflendirdi. Bu teşrîf ile âdeta bütün varlıklar dile gelip:
“Hoş geldin yâ Resûlallâh!” diyerek sürûra gark oldular.
Süleyman Çelebi, cihanda bütün zerrelerin bu ulvî teşrîf karşısındaki sevinç ifâdelerini mısrâlarında şöyle dile getirir:
Merhabâ ey âlî sultân merhabâ!
Merhabâ ey kân-ı irfân merhabâ!
Merhabâ ey sırr-ı Furkân merhabâ!
Merhabâ ey derde dermân merhabâ!
Merhabâ ey Rahmeten li’l-âlemîn!
Merhabâ Sen’sin Şefîu’l-müznibîn!..
O’nun zuhûruyla Allâh’ın rahmeti bu âlemde coşup taştı. Sabahlar ve akşamlar âdeta renk değiştirdi. Duygular derinleşti. Sözler, sohbetler, lezzetler enginleşti; her şey ayrı bir mânâ, ayrı bir letâfet kazandı. Putlar sarsılarak yere devrildi. Kisrâlar beldesi Medâyin saraylarında sütunlar ve kuleler yıkıldı. O zamanlar insanların mukaddes saydıkları Sâve Gölü,[9] zulüm bataklığı hâlinde kurudu.[10]
KADİR GECESİ’NDEN SONRA EN KIYMETLİ GECE
Cihandaki zaman ve mekânda gerçekleşen bu tecellî, o asîl varlığın zuhûrunun ilk bereketi idi. Bu bereket, bütün kâinâtı kuşattı. O seneye bolluk senesi denildi. Nitekim ehl-i dil (gönül ehli) nazarında Kadir Gecesi’nden sonra en kıymetli gece, Resûlullâh’ın (s.a.s.) doğduğu gece olarak kabûl edilmiştir. O gece bir gül gibi açılan Âlemlerin Efendisi’nin feyz ü bereketiyle dolan gönüllerden taşan ifâdeler, şâirlerin mısrâlarına ayrı bir letâfet kazandırdı:
Suya virsün bağ-bân gülzârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gülzâre su
“Bahçıvan gül bahçesini sulamak için (boş yere) zahmet çekmesin! (Zîrâ), bin tane gül bahçesi sulasa (yâ Rasûlallâh, yine de) Sen’in yüzün gibi bir gül (hiçbir zaman) açılmaz!..”
O güller gülünün ulvî teşrîfiyle her şeyin akışı değişmişti. Rahmet tecellîleri, inci tâneleri gibi kâinâta serpilmiş ve nûra hasret gönüller sürûra gark olmuştu.
PEYGAMBERİMİZİN HAYATINDA PAZARTESİ GÜNÜNÜN ÖNEMİ
İbn-i Abbâs’tan (r.a.) şöyle rivâyet edilmiştir:
“Peygamber, pazartesi günü doğdu, pazartesi günü peygamber oldu, pazartesi Mekke’den Medîne’ye hicret etti, pazartesi günü Medîne’ye vardı, pazartesi günü vefât etti. Pazartesi günü (Kâbe’de hakemlik yaparak) Hacer-i Esved’i yerine koydu. Pazartesi günü Bedir zaferini kazandı. Pazartesi günü الْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ «Bugün size dîninizi tamamladım.» (el-Mâide, 3) âyeti nâzil oldu.” (Ahmed, I, 277; Heysemî, I, 196)
O’nun doğumu, peygamberliği, hicreti ve irtihâlinin, ilâhî bir tecellî olarak hep pazartesi günlerine rastlaması, bu günün ehemmiyetinin bir nişânesidir. Cemâl ve celâl tecellîsi olarak sevincin heyecânı ile hüznün burukluğu, bayram neşesi ile irtihâl elemleri berâber yaşanmaktadır.
PEYGAMBERİMİZİN DOĞUMU SIRASINDA GERÇEKLEŞEN HADİSELER
Rasûlullâh’ın (s.a.v.) kâinâtı teşrîf ettiği mübârek gecede bâzı hârikulâde hâller vukû bulmuştur. Bu mûcizelerden birkaçı şöyledir:
- Hz. Âmine’nin bildirdiğine göre kendisi, ne hâmileliği ne de doğum esnâsında hiçbir zahmet çekmemiş ve Allâh Resûlü dünyâya gelirken doğu ile batı arasını aydınlatan bir nûrun kendisinden çıktığını görmüştür. Peygamber temiz bir şekilde, ellerini yere dayayarak doğmuş ve başını semâya kaldırmıştır.[11]
- O anda şeytan, hayâtında hiç olmadığı kadar büyük bir çığlık koparmıştır.[12]
- İran başkadısı ve din adamı Mûbezân, rüyâsında birtakım serkeş develerin bir sürü yürük atları önlerine katarak Dicle ırmağını geçtiklerini, İran topraklarına yayıldıklarını görmüştür.
- Semâve Vâdisi’ni[13] su basmıştır.
- Kisrâ’nın sarayından 14 sütun yıkılmıştır.
- İranlıların, tapınaklarında bin yıldan beri hiç sönmeden yanan ateşleri sönmüştür.[14]
Hz. Âişe’nin (r.a.) anlattığına göre Mekke’de ticâretle meşgul olan bir Yahûdî, Resûlullâh’ın (s.a.v.) doğduğu gece, Allâh Resûlü’nün dünyâyı teşrîfinin alâmeti olan yıldızın doğduğunu görmüş, Kureyş meclislerinden birine giderek:
“−Ey Kureyşliler! İçinizde bu gece çocuğu doğan var mı?” diye sormuştu.
“−Vallâhi bilmiyoruz!” denilmesi üzerine Yahûdî:
“−Ey Kureyş cemaati! Size söylediğim şeyi iyi belleyiniz! Bu gece âhir zaman ümmetinin peygamberi doğmuştur. Onun iki kürek kemiği arasında, üzerinde tüyler bulunan siyah sarı karışımı bir ben vardır.” dedi. Meclistekiler, yahûdînin söylediklerine hayret ederek dağıldılar. Evlerine varınca yahûdînin sözlerini âilelerine anlattılar. Bir kısmının âilesi:
“−Abdullâh’ın bir oğlu doğdu. O’na Muhammed ismini verdiler!” dedi. Bunun üzerine onlar yahûdînin evine gidip:
“−Mekke’de bir çocuk doğmuş, haberin var mı?” dediler. Yahûdî:
“−Ben size haber verdikten sonra mı yoksa önce mi?” diye sordu.
“−Önce doğmuş, ismi de Ahmed!” dediler. İsteği üzerine onu Hz. Âmine’nin evine götürdüler. Hz. Âmine mübârek oğlunu onlara gösterdi. Yahûdî, Fahr-i Kâinât’ın (s.a.v.) sırtındaki nübüvvet mührünü görünce bayıldı. Ayıldığı zaman, kendisine:
“−Ne var, ne oldu?” dediler. Yahûdî:
“−Vallâhi artık İsrâîloğulları’ndan peygamberlik gitti! Ellerinden Kitap da gitti! Son peygamberin, İsrâîloğulları’nı öldüreceği ve din adamlarının îtibârını düşüreceği yazılıdır. Araplar nübüvvetle büyük bir izzet ve şerefe erecekler. Ey Kureyş cemaati! Sevininiz, vallâhi siz, haberi doğudan batıya kadar ulaşacak bir kuvvete mâlik olacaksınız!” dedi. (İbn-i Sa’d, I, 162-163; Hâkim, II, 657/4177)
Resûlullâh’ın (s.a.v.) velâdetine bütün Mekke halkı sevinmişti. Hattâ Ebû Leheb, mübârek yeğeninin doğduğunu müjdeleyen câriyesi Süveybe’yi, âzâd ederek mükâfatlandırmıştı.[15] Bu hâdiseyle alâkalı olarak daha sonra Abbâs (r.a.) şunları anlatır:
Ebû Leheb’i ölümünden bir sene sonra rüyamda gördüm. Kötü bir hâlde idi:
“−Sana nasıl muâmele edildi?” diye sordum. Ebû Leheb:
“−Muhammed’in doğumuna sevinerek Süveybe’yi âzâd ettiğim için pazartesi günleri azâbım biraz hafifletilmektedir. O gün baş parmağımla işâret parmağım arasındaki şu küçük delikten çıkan su ile serinlemekteyim.” cevâbını verdi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 277; İbn-i Sa’d, I, 108, 125)
Dipnotlar:
[1] Bkz. İbn-i Hişâm, I, 170. [2] Abdullâh bin Selâm’ın künyesi Ebû Yûsuf olup Hz. Yûsuf’ın neslindendir. Asıl adı Husayn iken Hz. Peygamber (s.a.v.), onun adını Abdullâh olarak değiştirdi. Benî Kaynukâ yahûdîlerinin âlimlerinden idi. Efendimiz (s.a.v.) Mekke’den Medîne’ye hicret ettiğinde Kuba’ya varınca, Abdullâh yanına gelmiş ve kendisine bâzı suâller sormuştu. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in o suâllere verdiği karşılıklar üzerine, bu cevapları ancak bir peygamberin verebileceğini söyleyerek İslâm’a girdi. Sonra da bütün ev halkının ve bâzı akrabâlarının İslâm’a girmelerine vesîle oldu. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in cennetle müjdelediği Abdullâh, sahâbe arasında saygı duyulan biri idi. Ahkâf Sûresi’nin 10’uncu ve Ra’d sûresinin 43’üncü âyetlerinin kendisi hakkında nâzil olduğu söylenir. 25 hadîs-i şerîf rivâyet etmiş ve Muâviye’nin hilâfeti zamânında hicrî 43 / mîlâdî 663 senesinde Medîne’de vefât etmiştir. [3]Kâ’b el-Ahbâr, tâbiînden olup Benî İsrâil’e dâir rivâyetleriyle meşhurdur. Hz. Ebûbekir döneminde Müslüman olup hicrî 32 senesinde vefât etmiştir. [4]Abdullâh bin Amr bin Âs, babası Amr ile birlikte hicretin yedinci yılında Medîne’ye hicret etti. Eski kültüre vâkıf, okur-yazar bir sahâbî idi. Resûlullâh’tan duyduğu hadîsleri yazardı. Bu konuda Resûl-i Ekrem’den husûsî izin almıştı. Abdullâh, geniş hadîs ve fıkıh bilgisi sebebiyle sahâbe arasında “Abâdile” diye meşhur olan dört Abdullâh’tan biridir. Babası Hz. Amr ile birlikte Şam’ın fethinde ve Yermük harbinde bulundu ve bu savaşta babasının sancaktarlığını yaptı. Mısır’ın fethi üzerine babası ile birlikte Mısır’a yerleşip orada yaşadı. Babasından önce müslüman olan Abdullâh, 72 yaşında iken Mısır’da vefât etti. Kabri, Kâhire’deki Amr bin Âs Câmii’ndedir. [5] Bkz. İbn-i Sa’d, I, 155. [6] Kur’ân-ı Kerîm’de ve ileride göreceğimiz gibi Resûlullâh’ın hadîslerinde umumiyetle şahıs belirtilmeksizin birtakım günahkârlara toptan lânet edilmektedir. Buralarda ahlâkî, itikâdî ve iktisâdî açılardan büyük sapmaları temsil eden anlayış, davranış ve uygulamalar lânetlenmiştir. “Ben lânetçi olarak değil, ancak rahmet olarak gönderildim” (Müslim, Birr, 87) buyurduğu hâlde Allâh Resûlü’nün, bâzı hareketleri yapanlara lânet etmesi, bu davranışların İslâm ictimâî yapısı ve hayâtı açısından çok ciddî ve menfî tesirlere sâhip olduğunu göstermektedir. [7] Tevrât ve İncîl’de Hz. Peygamber’in (s.a.v.) geleceğinin ve belli vasıflarının beyan edilmiş olması, onların aslında ilâhî menşeli olduklarına ve tahrîf edilmiş olsalar da bugünkü muhtevâlarında aslından bâzı parçalar mevcut olduğuna bir delildir. Bundan dolayıdır ki Müslümanlar Tevrât ve İncîl’i hükümden kaldırılmış bir kanun gibi telâkkî etmekle berâber, onlara karşı hürmetsizlikte bulunmazlar. Tevrât ve İncîl’de olduğu gibi Zerdüştlük, Hinduizm ve Budizm gibi doğu dinlerinin mukaddes kabûl ettikleri kitaplarında da Resûlullâh’ın (s.a.v.) geleceği müjdelenmiştir. Zerdüşt’ün mukaddes kitabı olarak bilinen Zend Avesta’da Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ismi “Soeshyant” olarak zikredilir ki “Âlemlere Rahmet” mânâsına gelmektedir. Bütün insanların peygamberi olacağı bildirilmekle birlikte diğer pek çok vasıfları da zikredilir. Hinduizm’in mukaddes kitabı Vedalar, Upanişadlar ve Puranalar’da Hâtemü’l-Enbiyâ’nın, sakalı sünnet kılacağı, domuz etini yasaklayacağı gibi pek çok sıfatı zikredilir. Yine Buda’nın kitaplarında da Allâh Resûlü’nün risâletini müjdeleyen ve vasıflarından bahseden pek çok bölüm mevcuttur. (Bkz. Remzi Kaya, İlâhî Kitaplarda Hz. Muhammed, s. 221-239; A. H. Viyarthi - U. Ali, Doğu Kutsal Metinlerinde Hz. Muhammed, İstanbul, 1997; İbrâhim Cânan, XIV, 79-81) Yeryüzündeki ilk dînin hak dîn olduğu, insanlığa binlerce peygamber gönderildiği, ancak insanların zaman zaman doğru yoldan ayrıldıkları göz önünde bulundurulursa, Zerdüştlük, Hinduizm, Budizm ve benzeri bâtıl dinlerde, son peygamberin müjdelenmesi gibi bâzı hakîkatlerin mevcut olmasına şaşmamak gerekir. [8] Bkz. Ebû Nuaym, Delâil, I, 165; İbn-i Sa’d, I, 118. [9] Sâve, Hemdân ile Kum arasında, Tahran’ın 125 km. güneybatısında bir göldür. Suyu çekilince yerine Sâve şehri kurulmuştur. [10] Bkz. İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 273. [11] İbn-i Sa’d, I, 102, 150. [12] İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 271. [13] Semâve, Kûfe ile Şam arasında, Bağdat’ın 235 km. güneydoğusunda, Kelb arâzisinde, taşsız bir çöldür. [14] İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 273. [15] Halebî, I, 138.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 1, Erkam Yayınları