Peygamber Efendimiz’in Fazileti
Kur’ân-ı Kerîm’in yüceliği ve Peygamber Efendimiz’in fazîleti...
Kur’ân-ı Kerîm’de nübüvvetin ağır mes’ûliyeti yanında, Hz. Peygamber’in -sallâllâhu aleyhi ve sellem- getirmiş bulunduğu Kelâmullâh tamâmen vahye müstenid olduğu da ifâde buyrulmaktadır. Nitekim yüce Kitâb, bu hakîkati şöyle beyân eder:
“(Allâh’tan indirildiği husûsunda) hiç şüphe olmayan bu Kitâb (Kur’ân-ı Kerîm), muttakîler için bir hidâyettir.” (el-Bakara, 2)
PEYGAMBERİMİZE VERİLEN EN BÜYÜK MUCİZE
Hiç şüphesiz bir şekilde bu Kitâb’ın Allâh tarafından indirilmiş olması, onun azamet-i ilâhiyyeye göre bir mükemmellik arz etmesini îcâb ettirmiştir. Bu mükemmelliği te’mîn eden husûslardan biri de, Kur’ân’ın o müthiş i’câzıdır. Onun aslî husûsiyetlerinden bir diğeri de, dünyâda ve âhirette insanoğlunun saâdetini te’mîn etmesidir.
Bu son ilâhî kelâm, son Peygamber Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, kıyâmete kadar devâm edecek olan en büyük mûcizesi olarak lutfedilmiştir. Çünkü her peygambere, kendi zamanında makbûl olan mesleklere göre, nübüvvet dâvâsını ispat edecek birtakım mûcizeler verilmiştir. Beşer tâkatinin çok üstündeki bu ilâhî hârikulâdelikleri müşâhede edip gönlünde hidâyet nûru olanlar, peygamberlerine:
“–Sen Allâh’ın elçisisin!” diyerek onları tasdîk etmişler; hidâyet mahrûmu bedbahtlar ise:
“–Sen ancak bir sihirbazsın!” demişlerdir.
Böylece peygamberleri kabûl edenler de etmeyenler de, hârikulâde hâdiseler olan mûcizeleri tasdîk etmek mecbûriyetinde kalmışlardır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ay’ı ikiye böldüğü zaman, bu büyük mûcizeyi bütün Mekke halkı müşâhede etmiş, ancak kabulleniş tarzı, kalbî nasîblerine göre îmân veya küfür istikâmetinde gerçekleşmiştir.
Mûsâ -aleyhisselâm-’a verilen bir mûcize olarak asâsı, büyük bir ejderhâya dönüşmüş ve İsrâîloğulları arasında revaç bulan sihir ve sihirbazlığın îtibârını yok etmiştir. Îsâ -aleyhisselâm-’a da, tıp âleminin ulaşamayacağı bir hârika olan ölüleri diriltme mûcizesi verilmiş, O, bütün tıp âlemini acze düşürmüştür.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında ise şiir ve belâğat, altın çağını yaşıyor, Ukaz, Zü’l-Mecâz, Mecenne gibi panayırlar tertipleniyordu. Buralarda devrin edîb ve şâirleri birbirleriyle yarışıyor, birinciliği kazanan eserler atlas kumaşlar üzerine yazılarak Kâbe’nin duvarlarına asılıyordu. Bu şekilde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kadar Kâbe duvarlarında yedi şiir asılmış ve bunlara “yedi askı” (muallakāt-ı seb’a) adı verilmişti. Lâkin Kur’ân-ı Kerîm’in hârika belâğat ve hitâbeti karşısında, asırlardan beri bir an’ane olarak devâm eden bu edebiyat fuarları târihe karıştı. Bundan sonra artık hiçbir şâir, yarışma kazanan şiirini Kâbe’nin duvarına asamaz oldu.
Bu şekilde en güçlü hatîbleri bile acze düşüren Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın nübüvvet kudreti, kıyâmete kadar bütün zamanlara ve bütün mekânlara şâmil olduğundan, O, önceki peygamberlerin tamâmındaki salâhiyet, iktidâr ve mûcizâta sâhip ve bütün bu yekûnun fevkindedir. Bununla berâber, sıradan insanlara dâimî bir emsâl olmak zarûreti sebebiyledir ki, icraatlerini ekseriyetle beşerî îcaplara göre gerçekleştirmiştir.
Burada şunu da ifâde etmek gerekir ki, Kâinât’ın Efendisi’nden gayri bütün peygamberlerin me’mûriyetleri, belli bir zaman ve mekân ile sınırlıdır. Bundan dolayı, onlardan bize zengin bir davranışlar manzûmesi intikal etmemiştir. Hâlbuki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bi’setinden (peygamber olarak gönderilişinden) kıyâmete kadar bütün zaman ve mekânları tedvîre me’mûr olduğundan O’nun bütün davranışları, en cüz’î ve mahrem teferruatına kadar sahîh bir rivâyetle bize kadar intikal etmiş ve bu intikal, kıyâmete kadar teselsül etmek mazhariyetine nâil kılınmıştır.
PEYGAMBERİMİZİN RİSALETİ
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in cihânşümûl risâleti, âyet-i kerîmelerde şöyle beyân buyrulur:
“De ki: Ey insanlar! Gerçekten Ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sâhibi olan Allâh’ın elçisiyim. O’ndan başka ilâh yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allâh’a ve ümmî Peygamber olan Rasûlüne -ki O, Allâh’a ve O’nun sözlerine inanır- îmân edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.” (el-A’râf, 158)
“Biz Sen’i bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe, 28)
“Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed’e Furkan’ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine âit olan, hiç çocuk edinmeyen, mülkünde ortağı bulunmayan, herşeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderâtını tâyin eden Allâh, yüceler yücesidir.” (el-Furkan, 1-2)
Bunun sebebi, O’na tahsîs edilmiş olan “âhirzaman”ın bütün insanlarına O’nun bir “üsve-i hasene”, yâni mükemmel bir örnek olmasını te’mîn istikâmetindeki murâd-ı ilâhîdir.
Bu murâd-ı ilâhîyi tecellî ettirmek üzere, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e birtakım mûcizeler lutfedilmiştir. Mûcizelerin gâyesi, kitleleri teshîr edip onların peygamberlere itaatlerini sağlamaktır. Toplumun en kudretli ve îtibarlı olanlarının dahî itaatini te’mîn maksadıyladır ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün diğer mûcizelerine ilâveten ve bunlardan daha üstün olarak i’câzda kemâlini bulan Kur’ân-ı Kerîm mûcizesine istinâd etmiştir. Mûcize, peygamberlerden sâdır olan ahvâl-i fevkalâde olduğu hâlde, onların kitleleri teshîr etmek husûsundaki tesirine ağırlık verilerek Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, teblîğine sırf bir mecrâ ve vâsıtadan ibâret kaldığı Kur’ân-ı Kerîm’in i’câzı ise eşsiz bir mûcizedir. Bu sebepledir ki, ilâhî olan, fakat ebedî bir meş’ale gibi Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- eliyle beşeriyete sunulan Kur’ân-ı Kerîm’in i’câzı, belâğat ve fesâhatten anlayan “asr-ı saâdet” insanının Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e itaatini sağlayan asıl müessir olmuştur. Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, ebedî saâdet güneşini söndürmek gibi, gâyelerin en çirkiniyle yola çıkmışken tesâdüfen dinlediği Kur’ân-ı Kerîm âyetleri, onu bir kutuptan diğerine intikâl ettirircesine şimşek hızıyla hidâyete ulaştırmıştır.
Meşhûr şâir ve edîb İmruü’l-Kays’ın kızının, Kur’ân-ı Kerîm’den kısa bir metin dinleyince hayretle irkilerek ve dehşet içinde:
“Bu bir insan sözü olamaz! Dünyâda böyle bir söz var ise, babamın şiiri Kâbe’nin duvarından indirilmelidir! Gidip onu indirin, bu âyetleri oraya asın!..” demek mecbûriyetinde kalması, bu ilâhî hakîkatin tipik ve târihî misâllerinden sadece biridir.[1]
Kur’ân-ı Kerîm’in bu yüceliği karşısında müşrikler bile o okunurken öylesine tesir altında kalırlardı ki, içlerinde îmân etmeye meyil doğar, ancak bunu engellemek için onu sese boğarak dinlemeye mânî olmak isterlerdi. Bu gerçek, âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyrulur:
“İnkâr edenler: Bu Kur’ân’ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız, dediler.” (Fussilet, 26)
Fakat bâzı müşrikler, yine de Kur’ân’ı gizli gizli dinlerlerdi. Ebû Cehil gibi azılı müşrikler bile duvar ardından onu gizlice dinler, inanmasalar bile tesiri altında kalırlar, fakat küfürlerindeki inatları sebebiyle birbirlerini Kur’ân dinlerken görünce de kaçarlardı.
Çünkü Kur’ân, müessistir; gönül âlemlerine tesir ederek, inkâr ve küfür karanlığındaki insanlığın kâinât, hayat ve insan hakkındaki telakkîsini değiştirip düzelterek beşeriyyetin en büyük inkılâbını gerçekleştirir. Câhiliye toplumunun hidâyet bulması, bunun en bâriz misâlidir.
Kur’ân, bir kelâm-ı azîmdir ki, hayvanlar üzerinde bile müessirdir.
Nitekim Üseyd bin Hudayr -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
Bir gece Bakara Sûresi’ni okuyordum. Atım da yanıbaşımda bağlı olduğu hâlde duruyordu. Bir ara at şahlanmaya başladı. Okumayı kestim; at sâkinleşti. Tekrar okumaya başladım, at yine şahlandı. Hattâ oğlum Yahyâ’yı atın çiğnemesinden endişe ederek yanıma aldım.
O esnâda semâya baktığımda üzerimde kandillere benzer bir şeyler olduğunu gördüm. Sonra onlar göğe doğru yükselip gözden kayboldu.
Sabahleyin, olup biteni Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e anlattığımda bana:
“–Oku ey Üseyd, oku!” buyurdu... Ve sonra:
“–Ey Üseyd! O gördüklerinin ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu.
“–Hayır.” dedim.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Onlar, senin Kur’ân tilâvetini dinlemeye gelen meleklerdi. Eğer sen okumaya devâm etseydin, sabaha kadar seni dinleyeceklerdi. O melekler, insanlara gizli kalmayacak, insanlar da onları görebileceklerdi.” buyurdular. (Buhârî, Fezâilu’l-Kur’ân, 15)
Kur’ân-ı Kerîm’in bütün varlıkları kuşatan tesir ve teshîrinin hikmeti, nübüvvet halkasının son Peygamber Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile nihâyete erdiği ve bundan sonraki bütün zaman ve mekânlar O’na âit olduğu cihetle Rasûlullâh’a vâkî olan vahyin kâmil manzûmesini teşkîl etmesidir. Yâni bu son ilâhî kitâbın, dünyâ var oldukça zuhûr edecek her îcâb ve maslahata cevap verecek kâideleri muhtevî bulunmasındandır. İşte Kur’ân-ı Kerîm’in mânâ ve muhtevâsı itibâriyle eşsiz i’câz ve hikmetler manzûmesi olması, bu keyfiyetten doğmuştur.
Bu ilâhî armağan, bir hidâyet rehberi ve nübüvvetin doğruluğunu ispat edici bir îcâd bedîası (san’at hârikası) olarak kıyâmete kadar devâm edecektir.
Kur’ân-ı Kerîm, üslûbundaki fesâhat, belâğat ve ihtivâ ettiği ahkâmın şâheserliği yanında, mânâ ve muhtevâsıyla bütün mekân ve zamanlara hitâb etmesi ile de hiçbir peygambere nasîb olmamış bir kitâbdır. Bu üstünlükler, onun kıyâmete kadar devâm edeceğinin ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de en kalabalık bir ümmete sâhib olacağının en bâriz bir nişânesidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de her şey; ifâde, üslûp, mânâ, mûcize, tarih vesâir ne varsa hepsi Allâh’a âittir. Öyle ki âyetlerin diziliş sırası da vahye müsteniddir ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en küçük bir dahli olmamıştır.
Yine Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbu gibi ses âhengi de Allâh’a âittir. Kur’ân’ın nazmında en ufak bir takdîm, te’hîr veya herhangi bir değişiklik yapmak, âhengi hemen bozar. Günümüz İslâm ulemâsından muhterem Muhammed Hamîdullâh, Kur’ânî âhenkle alâkalı olarak şöyle bir hâtırâ nakleder:
“Müslüman olmuş Fransız bir mûsikîşinas, bir görüşmemizde bana, Nasr Sûresi’nin kıraatinde «fî dînillâhi efvâcâ. Fesebbih...» diye okumanın mûsikî bakımından hoş olmadığını ifâde etti. Ona, burada «efvâcâ» diye durulmayacağını, ancak «efvâcen-v-fesebbih» (n ve f birbiri ile kaynaşmaktadır. Bu şekilde “n”den sonra “f” telaffuz edilmeden önce hafif bir “v”) okunduğunu îzâh ettim. Bu mûsikîşinas kardeşimiz derhâl şöyle dedi:
«–Îmânımı tâzeliyorum. Bu îzâhâtın sâyesinde artık mûsikî bakımından da Kur’ân-ı Kerîm’e hiçbir îtirâzım kalmadı. Onun insicâmı beşerî vasıfların üzerinde bir ölçüye sâhiptir. O, âdeta bir âhenk ihtişâmı sergilemektedir. Böyle mükemmel bir yüce Kitâb’ın yerine alelâde beşerî bir şeyin ikâme edilmesini kim düşünebilir?!.»”
Kur’ân-ı Kerîm, bu özelliği ile insanların gönüllerinde fevkalâde güçlü bir tesir uyandırmış, Araplar, onu Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in fem-i saâdetlerinden dinleyerek fevc fevc îmâna gelmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerîm’in lafzıyla mûcize oluşuna yakın târihimizden bir örnek de şöyledir:
Yeraltı Câmii İmam Hatibi Ali Üsküdarlı Hoca, vaktiyle Abdülhamid Han zamanında saray imamlığı yapmıştır. Onun Yüksek İslâm Enstitüsü’nden talebeleri Mehmet Ali Sarı ve İsmail Karaçam Hocaların naklettiklerine göre Ali Üsküdarlı Hoca, Macar Kralı tarafından bir heyet içerisinde Macaristan’a dâvet edilir. Çeşitli kültürel faâliyetlere katıldıktan sonra bizzat kral tarafından saraya çağrılır ve bâzı görüşmelerden sonra Ali Üsküdarlı Hoca’dan Kur’ân-ı Kerîm okuması istenir. O da bir aşr-ı şerîf tilâvet eder. Mehmet Ali Hoca’nın ifâdesine göre Nihâvent makâmında okunur bu aşr-ı şerîf. Ali Üsküdarlı, o zamanlar çok genç bir hâfızdır, kurrâdır, sesi çok güzeldir, edâsı da pek hoştur. Dolayısıyla onun okuduğu bu ilâhî kelâm, kralı öyle büyüler ki, kraliçeye dönüp bir şeyler söyler. Bu arada Kur’ân-ı Kerîm tilâvetiyle ilgili neler söylendiğini merak eden Ali Üsküdarlı Hoca tercümana:
“–Kral hazretleri kraliçeye ne söyledi?” diye sorar. O da, kral hazretlerinin kraliçeye:
“–Bu okunan kelâm beşer kelâmı olamaz. Beşer kelâmı, insanı bu kadar etkileyemez...” dediğini ifâde eder.
Böylesine teshîr ve tesir sâhibi, aklî ve ulvî bir mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm dolayısıyla Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmet-i Muhammed’in diğerlerinden daha çok olacağını şöyle beyân buyurmaktadır:
“Gönderilen her peygambere, insanların îmâna gelmesine vesîle olacak bir mûcize muhakkak verilmiştir. Bana verilen de Allâh’ın gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu sebeple kıyâmet günü ümmetimin diğerlerinden sayıca çok olmasını ümîd ediyorum.” (Buhârî, İ’tisâm, 1)[2]
Hadîs-i şerifte Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetinin çok olması ümîdini Kur’ân-ı Kerîm mûcizesine bağlamıştır. Bunun hikmetleri şunlardır:
Kur’ân-ı Kerîm belli bir zamanda olup biten fiilî mûcizeler gibi değil, lâfız ve mânâ cihetinden mûcize olup insan aklına hitâb eder. Akıl ve ilim mevcut olduğu müddetçe Kur’ân âyetleri tefekkür edilip anlaşılacak, ihtivâ ettiği incelikler günden güne ortaya çıkacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm’in ihtivâ ettiği mânâlar, belli bir zaman ve milletle kayıtlı kalmayacak, bütün zamanları ve insanları ihâta edecektir. Her asırda bu cihetten onun mûcizeliğini kabul eden ilim adamları var olacak, bu vesîle ile Allâh Rasûlü’nün ümmeti artarak devam edecektir.
Nitekim asırlar sonra yapılan ilmî keşifler, Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizeliğini tekrar tekrar ortaya koymakta ve onun ilâhî kelâm olduğunu te’yîd etmektedir. İnsanın yaratılış safhaları, kâinâtın sırları, Dünya, Güneş ve Ay’ın durumu ve bunun gibi daha nice fizikî, coğrafî, tıbbî, ictimâî ve benzeri alanlarda yapılan araştırmalar, her geçen gün bu hakîkatleri gözler önüne sermektedir.
Örnek vermek gerekirse, son zamanlarda bilim dünyasında tartışılan ve mümkün olduğu artık ilmî olarak da kabul edilen ışınlama yoluyla eşya nakli çalışmaları devam etmektedir. 2001 yılında ilk defa bir miktar su, moleküllere ayrılarak ışınlama yoluyla bir başka yere nakledilmiştir. Bu ilmî gerçeği on beş asır önce, böyle bir şeyin tasavvurunun bile mümkün olmadığı bir dönemde Kur’ân-ı Kerîm açıkça bildirmiştir. Neml Sûresi’nin 40. âyetinde Belkıs’ın tahtının iki bin kilometrelik yoldan göz açıp kapamanın yarısından daha az bir zamanda getirildiğini ifâde etmektedir.
Bu itibarla Hazret-i Mevlânâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’e dâir şu ifâdeleri her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır:
“Kur’ân-ı Kerîm’in zâhirini bir okka mürekkeple yazmak mümkündür. İhtivâ ettiği bütün sırları ifâde etmeye ise sâhilsiz deryâlar mürekkep, yeryüzündeki bütün ağaçlar da kalem olsa yine de kifâyet etmez.”
KUR’AN’DA MEYDAN OKUMA
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in bir benzerini vücûda getirmeleri husûsunda kıyâmete kadar gelecek olan bütün ins ve cin âlemine meydan okumaktadır. Kur’ân sûrelerinin benzerini vücûda getirmek husûsundaki bu Kur’ânî meydan okuma, o günden beri cevapsız kalmıştır. Âyet-i kerîmede bu hakîkat şöyle ifâde buyrulur:
“De ki: İnsanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olarak, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, and olsun ki, yine de benzerini yapamazlar!” (el-İsrâ, 88)
Cenâb-ı Hak bu meydan okumanın sınırını on sûreye kadar daraltmasına rağmen yine de insanlar onun bir benzerini meydana getirmekten âciz kalmışlardır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“Yoksa, «Onu (Kur’ân’ı) kendisi uydurdu.» mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allâh’tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin.” (Hûd, 13)
Allâh Teâlâ, Kur’ân’ın bu meydan okuyuşunun sınırını nihâyet bir sûreye kadar indirmiştir ki bu husustaki beşerî acziyet ve Kur’ân’ın kelâm-ı ilâhî olduğu gerçeği iyice ayân olsun. Bu hususla ilgili âyet-i kerîmede de şöyle buyrulmuştur:
“Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddiânızda doğru iseniz Allâh’tan gayrı şâhidlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın. Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız-[3] yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır.” (el-Bakara, 23-24)
HADİS OKUMANIN USULÜ
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, Kur’ân-ı Kerîm’in saf ve berrak bir kalble okunabilmesinin zarûrî olduğunu, ancak o zaman hikmet, ibret ve sırlarının gönülleri feyizlendireceğini ne güzel ifâde eder:
“Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerini, Hazret-i Peygamber’in hadîs-i şerîflerini okumadan evvel kendine çekidüzen ver! Gül bahçelerindeki güzel kokuları duymuyorsan, kusuru bahçede değil, gönlünde ve burnunda ara!..”
Allâh -celle celâlühû- âyet-i kerîmede:
“Onlar, Kur’ân’ı inceden inceye düşünmezler mi? Yoksa kalblerinde kilitler mi var?” (Muhammed, 24) buyurur.
Âyet-i kerîmenin muhtevâsına göre, Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak, kavramak, hissedip duyabilmek ve esrârına vâkıf olabilmek için selîm bir kalbe ihtiyaç vardır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, esrârını selîm bir kalbe açar. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de:
“(Ey Rasûlüm!) Onu (Kur’ân’ı) Cebrâîl, inzâr[4] edenlerden olasın diye Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 193-194) buyurmaktadır.
Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’i Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönül iklîminden almalıdır, tıpkı sahâbe-i kirâm hazerâtı gibi. Ondan gerçek istifâde, bu husûsa riâyet derecesine bağlıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Allâh’ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim, üzerine bol yağmur yağan bir arâziye benzer. Bu arâzinin bir parçası, suyu emen ve akabinde üzerinde bol ve yemyeşil çayırlar biten verimli bir topraktır. Diğer kısmı ise, Allâh’ın kullarını faydalandırmak için suyu toplayıp tutarak insanların içmelerini, hayvan ve bitkilerini sulamalarını ve ekip biçmelerini te’mîn eder. Geri kalan kısmı ise ne su tutmaya, ne de ekip biçmeye yarayan çorak bir arâzidir.” (Buhârî, İlim, 20)
“Bu üç farklı özellikteki arâziden ilk ikisi, Allâh’ın, Rasûlü vâsıtasıyla gönderdiğinden faydalanarak dinde ihtisas sâhibi olan ve bildiğini insanlara öğreten kişiye benzer. Üçüncüsü ise, etrâfında olan biten hiçbir şeye başını bile kaldırıp bakmayan ve Allâh Rasûlü’nün kendisiyle gönderildiği hidâyeti kabul etmeyen kişiye benzer.”[5]
“Ulemânın kalb arâzisi ilâhî ilim ve hidâyetlerin hayat dolu sularıyla yeşerip bereketli mahsuller verdi. Allâh Teâlâ şöyle buyurmuştur:
«(Allâh) gökten su indirdi, dereler onunla dolup taştı…» (er-Ra’d, 17)
İbn-i Abbâs bu âyet hakkında şu izâhı yapmıştır:
«Âyette geçen su ilim, dereler ise kalbler demektir.»”[6]
KUR’AN-I KERİM’İN EN BÜYÜK MÜFESSİRİ
Kur’ân-ı Kerîm’in en büyük müfessiri Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğu için bütün hadîs-i şerîfler, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsîri mâhiyetindedir.
Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Sen’den önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun. Apaçık mûcizeler ve kitâblarla (gönderildiler). İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân’ı indirdik.” (en-Nahl, 43-44)
Hazret-i Peygamber’den sonrakiler arasında en büyük müfessirler, ilmi ile âmil olup Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kalbî hayâtından hisse alan evliyâullâhtır.[7]
Günah ve mâsivâ kesâfetiyle buğulanmış ve kararmış kalblerin Kur’ân-ı Kerîm’den alacağı hiçbir şey yoktur. Nitekim müsteşriklerde zâhirî ilim olup kalbî hayât olmadığı için Kur’ân onlara hidâyet vermez ve esrârını açmaz. Allâh Teâlâ buyurur:
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar, bütün mûcizeleri görseler de îmân etmezler! Doğru yolu görseler de yol edinmezler! Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gâfil olmalarından ileri gelmektedir.” (el-A’râf, 146)
Bunun içindir ki, birçok âyet-i kerîmede zâlimler, kâfirler ve fâsıklar için «لاَ يَهْدِى»[8] buyrulmuştur.
İşte engin muhtevâsındaki birtakım kıssaları zamânımız için bir ibret, irşâd ve îkâz sadedinde ele aldığımız Kur’ân-ı Kerîm, böyle azametli bir kitâbdır.
Dipnotlar:
[1] Söz sahibini hatırlatır. Ve söyleyenin şân ve kudretine göre bir yücelik ve mükemmellik arz eder. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’in müthiş belâgat ve fesâhati, onun sâhibi olan Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azameti şânına göre olduğundan -münkirler dâhil- bütün beşeriyeti âciz ve hayrân bırakmıştır. Hele Kur’ân-ı Kerîm’in sehl-i mümtenî vasfında olması, apayrı bir ilâhî sırdır ki, herkes onun sâhibi tarafından ne kadar kolay beyân edilmiş olduğunu idrâk eder, ancak bir benzerini yapmaya aslâ muktedir olamaz…
[2] Nitekim Almanak Dergisi’nin istatistiklerine bakıldığında hristiyan ve yahudî nüfusuna nisbetle Müslümanların sayısının sürekli yükselmekte olduğu görülmektedir.
[3] Bu yapılamayacağı gibi Kur’ân-ı Kerîm’e herhangi bir zarar da verilemeyecektir. Yâni önceki ilâhî kitaplarda yaşanan tahrif ve tahrip keyfiyeti mevzuubahis olmayacaktır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm: «Şüphesiz Kur’ân’ı Biz indirdik ve onu Biz koruyacağız.» ilâhî beyânıyla sâbit olduğu üzere ilâhî muhâfaza altındadır. Nitekim onun bu ilâhî sıyânet ve korunmuşluğuna en bariz delillerden biri de, Rusya misâlidir. Ruslar, milyonlarca Müslümanı dinlerinden tamamen koparmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Ancak Kur’ân’ın bir harfine bile dokunamadılar.
[4] İnzâr: Ebedî âlemdeki hazîn neticelerin vehâmetiyle korkutarak emir, nehiy ve îkazlarda bulunmak.
[5] Bkz. Sühreverdî, Avârif, sf. 5-6.
[6] Sühreverdî, Avârif, sf. 8.
[7] Bu hususla ilgili olarak İslâm âlimlerinden, meşhur muhaddis ve müfessir Suyûtî der ki:
“Bir kimse şu ilimleri elde etmeden Kur’ân’ı tefsîr etmeye kalkışmamalıdır. Bunlar; lügat, nahiv, sarf, iştikak, meânî, beyân, bedî, kıraat, kelâm, usûl-i fıkıh, sebeb-i nüzûl ve kıssalar, nâsih-mensuh, fıkıh, mücmel ve müphem âyetleri açıklayan hadîsler ve ilm-i mevhibe. Bu son ilim, ilmi ile amel eden kimseye Allâh tarafından verilen bir ilimdir. “İlmiyle amel edene, Allâh bilmediğini öğretir.” hadîsi buna işâret eder.” (Suyûtî, el-İtkân, IV, 213-215)
[8] لاَ يَهْدِى: Allâh hidâyet vermez. Bu ifâde Kur’ân-ı Kerîm’de tam 26 âyette geçmektedir. Nitekim:
“…Allâh, zâlim kimseleri hidâyete erdirmez.” (el-Bakara, 258)
“…Allâh, kâfirleri hidâyete iletmez.” (el-Bakara, 264)
“…Allâh, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez.” (el-Mâide, 108) âyetleri, bunun birer misâlidir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 1, Erkam Yayınları
HZ. MUHAMMED (S.A.V.) KİMDİR? HZ. MUHAMMED’İN (S.A.V) HAYATI
YORUMLAR