Peygamber Efendimiz’in Güzel Ahlakı ile İlgili Örnekler

Peygamber (sav.) Efendimiz’in ahlakı nasıldı? Peygamberimizin (sav.) güzel ahlakı ile ilgili kısa örnekler...

Allah’ın en sevgili kulu, son ve en büyük peygamber Hz. Muhammed (sav.) bir saadet güneşi olarak doğdu. Kurumuş topraklar su ile yeşerdiği gibi Peygamberimizin (sav.) gelmesiyle insanlık yeniden hayat buldu.

Onun kalplere yerleştirdiği iman ışığı sayesinde kalplerden yanlış inançlar silindi, cehaletin yerine ilim, zulmün yerine hak ve adalet, kin ve düşmanlığın yerine insan sevgisi, acımasızlığın yerine şefkat ve merhamet geldi. Gerçek anlamda İslam kardeşliği kurularak toplum barış ve huzura kavuştu.

İnsanlara dünya ve ahirette mutlu olmanın aydınlık yolunu gösteren Peygamberimiz (sav.), öğrettiği ahlak ilkelerini önce kendisi uygulayarak en güzel örnek oldu.

PEYGAMBERİMİZİN AHLAKI NASILDI?

Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de Peygamberimiz (sav.) hakkında “Ve sen elbette yüksek bir ahlaka sahipsin” (68/Kalem, 4.) buyurarak O’nun çok yüksek ahlak sahibi bir şahsiyet olduğunu bildirmiştir. O, ahlakını Kur’an’dan almış, bütün iyilikleri kendisinde toplamıştır. Saygı değer eşi Hz. Âişe’ye (r.anha) Peygamberimizin (sav.) ahlakının nasıl olduğu sorulduğunda,

“O’nun ahlakı Kur’an idi” (Müslim, “Musafirûn”, 139.) demiştir.

O’nu yüce Allah yetiştirdi ve insanlığa örnek olsun diye özel olarak terbiye etti. Nitekim Peygamberimiz (sav.), “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı” (el-Cami’u’s-sağîr (Münâvî, Feyz, hadis no: 310).) buyurmuştur.

O, davranışları ve üstün kişiliği ile insanlık için en güzel örnektir.

Bununla ilgili olarak Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de,

“Andolsun, Allah’ın elçisinde sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok anan kimseler için güzel bir örnek vardır” (33/Ahzâb suresi, 21.) buyurmuş ve onun yaşayışını örnek almamızı istemiştir.

Müslüman olarak bizim görevimiz, Peygamberimizin (sav.) ahlak ve fazilet dolu hayatını iyice öğrenmek ve onun ahlaki davranışlarını örnek alarak yaşamaktır.

PEYGAMBERİMİZİN GÜZEL AHLAKI İLE İLGİLİ ÖRNEKLER

Şimdi kısaca Peygamberimizin (sav.) yaşayışını ve ahlaki davranışlarını birlikte öğrenmeye çalışalım:

Peygamberimizin Doğruluğu

Peygamberimiz (sav.), doğruluk ve dürüstlüğün en güzel örneği idi. O, çocukluğundan itibaren doğruluktan ayrılmamış, hiç yalan söylememiştir. Peygamberliğinden önceki gençlik döneminde doğruluğu ve güvenilir kişiliğinden dolayı kendisine, “Muhammedü’l-Emîn” yani, “Güvenilir Muhammed” denilirdi. Düşmanları bile onun doğruluğunu kabul etmiş, kendisine yalancı diyememişlerdi.

Peygamberimizin (sav.) en büyük düşmanı Ebû Cehil, “Muhammed! Biz seni yalanlamıyoruz, sen bizim kanaatimize göre doğrusun. Biz ancak senin getirdiğini yalanlıyoruz.” demiş, bu söz Peygamberimizi (sav.) üzmüştü. Bunun üzerine “Onların söylediklerinin seni üzdüğünü elbette biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler, açıktan açığa Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar.” (6/En’âm, 33.) ayeti inmiştir.

Kureyş’in ileri gelenlerinden Hâris b. Âmir de şöyle demiştir.

“Ey Muhammed, vallahi sen bize hiç yalan söylemedin, fakat biz sana uyarsak yerimizden olacağız, bundan dolayı iman etmiyoruz.” (Ruhu’l-Mânî, VII, 136.)

Ebû Süfyân Müslüman olmadan önce ticaret amacıyla Şam’a gittiği zaman Bizans İmparatoru onu kabul etmiş ve Peygamberimizle (sav.) ilgili kendisine bazı sorular sormuştu. Bu sorulardan birisi de şöyle idi:

—Peygamberlik iddiasında bulunan bu zatın, daha önce hiç yalan söylediğini duydunuz mu? Ebû Süfyân,

—Asla, yalan söylediğini hiç duymadık, diye cevap vermiştir. Bunun üzerine İmparator,

—Size peygamberlik iddiasında bulunan bu zatın evvelce hiç yalan söyleyip söylemediğini sordum. Onun hiç yalan söylemediğini ifade ettiniz. Şayet bu zat Allah hakkında yalan söylemiş olsa daha evvel insanlara yalan söylemesi gerekirdi, demiş (Buhârî, “Bed’ul-Vahy”, 1.) ve Peygamberimizin (sav.) doğruluğu sebebiyle gerçekten peygamber olduğunu ifade etmiştir.

Peygamber olduğu zaman Mekke’de halkını İslam’a davet için toplamıştı. Safa tepesine çıkarak orada toplananlara, “Ey Kureyş halkı! Size bu dağın arkasından bir düşman ordusunun geldiğini söylesem bana inanır mısınız?” dedi. Orada bulunanlar,

—Hepimiz inanırız, çünkü sen ömründe yalan söylemedin, diye cevap verdiler. Bu topluluğun içinde Peygamberimizin (sav.) en azılı düşmanları da vardı. Onlar da Peygamberimizin (sav.) doğruluğunu itiraf etmişlerdi.

Peygamberimiz (sav.), kendisi doğru sözlü olduğu gibi, bizim de doğru olmamızı ve yalancılıktan sakınmamızı istemiş ve şöyle buyurmuştur: “Doğruluktan ayrılmayın. Zira doğruluk iyilikle beraberdir. Doğru ve iyi olanlar cennettedirler. Yalandan kaçının, çünkü yalan kötülükle beraberdir. Yalan söyleyen ve kötülük edenler de cehennemdedirler.” (et-Tergîb ve’t-terhîb, IV, 370.)

O, yalandan hiç hoşlanmaz, yalancıları sevmezdi. Peygamberimiz (sav.) çocukları kandırmak için yalan söylenmesini de iyi karşılamamıştır.

Abdullâh b. Amr diyor ki:

Peygamberimiz (sav.) bir gün evimizde bulunduğu bir sırada annem bana,

—Gel sana bir şey vereceğim, diye çağırdı. Peygamberimiz (sav.) anneme,

—Çocuğa ne vermek istedin, diye sorunca annem,

—Hurma vereceğim, diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav.),

—Eğer onu aldatıp bir şey vermeseydin, sana bir yalan günahı yazılırdı, (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 88.) buyurdu.

Peygamberimiz (sav.) bir şey hakkında söz verdi mi, verdiği sözde mutlaka durur, gereğini yerine getirirdi.

Hudeybiye barış antlaşmasının hükümlerinden birisi de, Mekkelilerden biri Müslümanlara sığınırsa, Müslüman bile olsa, geri verilecek, fakat Müslümanlardan Mekkelilere sığınan olursa geri verilmeyecekti.

Müslümanlar için çok ağır olan bu antlaşmanın yazılması henüz bitmişti ki Mekkeliler adına antlaşmayı imza edecek olan Süheyl’in Müslüman olan oğlu Ebû Cendel (ra.) bir yolunu bulup kaçmış ve ayağındaki zinciri sürüyerek çıka gelmişti. Bu antlaşmaya göre Ebû Cendel’i iade etmek gerekiyordu. Müslümanlar bundan büyük üzüntü duymuşlar ve Ebû Cendel’i (ra.) iade etmek istememişlerdi. Peygamberimiz (sav.) Ebû Cendel’e dönerek,

—Ey Ebû Cendel, sabret, biz verdiğimiz sözden dönmeyiz. Yakında Cenab-ı Hak sana kurtuluş yolunu açacaktır, diye teselli etti (Buhârî, “Şurût”, 25, İbn Hişam, III, 318.) ve henüz imza edilmemiş olmasına rağmen sözlü olarak kararlaştırılmış bulunan antlaşmaya uyacağının işaretini vermişti.

O, kurtuluşun doğrulukta olduğunu bildirmiş, doğruların kıyamet gününde peygamberlerle beraber olacağını haber vermiştir.

Peygamberimize (sav.), insanların hayırlısı kimdir, diye soruldu. Peygamberimiz (sav.),

—Her temiz kalpli ve doğru sözlü olanlardır, (İbn Mâce, “Zühd”, 24.) buyurdu.

Peygamberimizin Merhameti

Peygamberimizin (sav.) kalbi şefkat, merhamet ve insan sevgisi ile dolu idi. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de onun hakkında şöyle buyuruyor:

“Ey Muhammed! Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (21/Enbiyâ, 107.)

O’nun şefkat ve merhameti, hayatının her döneminde açıkça görülür, merhametle dolu olan kalbi, hep iyilik için çarpardı. Kimseye bir kötülük dokunmasını, hiç kimsenin incinmesini istemezdi.

Saygıdeğer eşi Hz. Hatice (r.anha) ile amcası Ebû Tâlib, Peygamberimize (sav.) çok yardımcı olmuşlardı. Kısa aralıklarla her ikisi de vefat edince İslam düşmanları Peygamberimize eziyeti artırdılar. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav.) ilk Müslümanlardan olan Zeyd b. Hârise (ra.) ile birlikte Mekke’den ayrılarak Taif halkını İslam’a davet etmeye gitti. Taifliler İslam’ı kabul etmedikleri gibi Peygamberimizi (sav.) taşa tuttular, Zeyd, atılan taşlardan Peygamberimizi (sav.) korumak için vücudunu siper etti. Atılan taşlardan Peygamberimizin (sav.) ayakları yaralandı, kan içinde kaldı, yürüyemeyecek duruma geldi ve yol kenarında bir üzüm bağına sığındı.

Onun bu derece sıkıntıya düşmesi üzerine Yüce Allah Cebrail’i göndererek, dağlar meleğinin emrinde olduğunu ve ne dilerse onu bu meleğe emredebileceğini bildirdi. Bunun üzerine dağlara emreden Melek Peygamberimize (sav.) seslenerek selam verdi ve:

—Sen ne dilersen emrine hazırım, eğer şu iki dağın Mekkeliler üzerine çökerek birbirine kavuşmasını ve müşrikleri tamamıyla ezmesini istersen onu da emret, dedi.

Peygamberimiz (sav.) eğer isteseydi, kendisine acımasız bir şekilde saldıranlar ve onu kanlar içinde bırakanlar bir anda yok edilecekti. Fakat Peygamberimiz (sav.), çok üzüntülü olduğu durumda bile sevgi ve merhamet dolu kalbi onların cezalandırılmalarına razı olmamış ve Meleğe şöyle demişti:

—Hayır! Ben onu istemem, ben isterim ki Allah, bu müşriklerin soyundan yalnız Allah’a ibadet eden ve Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayan insanlar meydana çıkarsın. (Buhârî, “Bed’ul-halk”, 7.)

Peygamberimiz (sav.), insanlara ve diğer canlılara merhamet gösterenlere Yüce Allah’ın merhametle karşılık vereceğini bildirerek şöyle buyurmuştur:

“Merhamet edenlere Allah da merhamet eder, siz yeryüzündekilere merhamet ediniz ki göktekiler de size merhamet etsin.” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 66, Tirmizî, “Birr”, 16.)

Merhametsizler hakkında da şu uyarıda bulunmuştur:

“Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz.” (Buhârî, “Edeb”, 18.)

O, sevgi ve yardıma muhtaç olan yetimlerle özellikle ilgilenir, Müslümanlara da, yetimlere merhamet gösterilmesini tavsiye ederdi. Peygamberimize (sav.) bir adam gelerek kalbinin katılığından şikayet etti. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav.) ona,

—Kalbinin yumuşamasını ve muhtaç olduğun şeye kavuşmanı arzu ediyorsan, yetime merhamet et, başını okşa ve yemeğinden ona yedir. Böyle yaparsan kalbin yumuşar ve muhtaç olduğun şeye kavuşursun, (et-Terğîb ve’t-terhîb, III, 344, hadisi Taberânî rivayet etmiştir.) diye cevap verdi.

Peygamberimiz (sav.), sadece insanlara değil hayvanlara karşı da şefkat ve merhamet gösterirdi. O, susayan bir kediye kendi eliyle su içirmiş, hayvanların aç bırakılmamasını, onlara iyi davranılmasını emretmiştir. İbn Mes’ûd (ra.) diyor ki: Peygamberimizle beraber bir yolculuk yapıyorduk. Peygamberimiz bir ihtiyacı için ayrılmıştı. Orada iki yavrusu olan bir serçe kuşu gördüm ve yavrularını aldım. Serçe peşimden gelerek yavruları için çırpınıp bağırmaya başladı. Bunu gören Peygamberimiz (sav.),

—Bu kuşu yavru acısı ile sızlandıran kimdir? Yavrusunu ona verin, (et-Terğîb ve’t-terhîb, III, 205.) dedi.

Bir defa Peygamberimiz (sav.) aç bir deve görmüştü. Devenin karnı ile sırtı bir olmuştu. Bundan üzülen Peygamberimiz (sav.),

—Hayvanlarınız hakkında Allah’tan korkunuz, (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 47.) buyurdu.

Yine bir defa Peygamberimiz (sav.) Medineli Müslümanlardan birinin bağında bir devenin açlıktan bağırdığını görmüş, buna üzülmüştü. Devenin yanına gelerek onu okşamış ve sahibinin kim olduğunu sormuş ve öğrenmişti. Sonra da,

—Hayvanlara gösterdiğiniz muamelede Allah’tan korkmuyor musunuz, (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 47.) buyurarak devenin sahibini uyarmıştı.

Peygamberimizin Cömertliği

Peygamberimiz (sav.) insanların en cömerdi idi. Kendisinden bir şey isteyen hiç kimseyi boş çevirmez, eline ne geçerse ihtiyacı olanlara dağıtır, “Ben ancak dağıtıcıyım, veren Allah’tır.” derdi. Bununla beraber dilenciliği sevmez, dilenenlere bundan kurtulmaları için çalışıp kazanmanın yollarını gösterirdi.

Ashabdan Cabir (ra.) diyor ki: Peygamberimiz kendisinden istenilen bir şeye asla yok dememiştir. (Buhârî, “Edeb”, 39.)

Bir gün peygamberimize bir parça kumaş hediye edilmiş, o da bunu kabul etmişti. Buna ihtiyacı da vardı. Yanında oturanlardan biri “Bu ne iyi kumaş” deyince, Peygamberimiz (sav.) kumaşı ona bıraktı.

O, yoksulları, ihtiyaç sahiplerini kendinden çok düşünür, açları doyurur, kendisi aç kalırdı. Peygamberimiz (sav.), maddi imkânlara sahip olduğu zamanlarda da sade bir hayat yaşamış, kendisi için bir şey bırakmamış, elindekileri muhtaçlara dağıttığı için aç yattığı zamanlar çok olmuştur. Eşi Hz. Âişe (r.anha) diyor ki:

“Peygamberimiz, üç gün peş peşe karnını doyurmamıştır. İsteseydi doyururdu. Fakat yoksulları doyurup kendisi aç kalmayı tercih ederdi.” (Tirmizî, “Şemail, 43.)

Zengin bir kimsenin yoksula yardım etmesi, karnı tok olanın açları doyurması elbette ki iyi bir davranıştır. Cömertlik duygusunun bir göstergesidir. Fakat elinde ne varsa hepsini yoksullara veren, kendi yiyeceğini aç olanlara verip kendisi aç kalan kimsenin cömertliği ise çok yüksek bir duygunun eseridir. Cömertliğin en güzelidir.

İşte kalbi, insan sevgisi, şefkat ve yardım duygusu ile çarpan sevgili Peygamberimizin (sav.) cömertliği böyle idi ve bir ömür boyu böyle devam etmiştir.

Peygamberimizin Dilencilikten Nefret Etmesi

Peygamberimiz (sav.) son derece cömert olduğu hâlde dilenciliği hiç sevmezdi, şöyle buyururdu: “Sizden birinizin bir ip alıp da bir demet odun bağlayarak getirip satması ve böylece Allah Teala’nın o kulunun şerefini şuna buna yüzsuyu dökmekten esirgemesi, elbette ki dilenmesinden hayırlıdır.” (Buhârî, “Zekât”, 50.)

Peygamberimizin (sav.) uzun süre hizmetinde bulunan Enes ibn Mâlik (ra.) anlatıyor:

“Ensardan biri Peygamberimize gelerek sadaka istiyor. Peygamberimiz (sav.),

—Evinizde bir şey var mı, diye soruyor. Adam,

—Evet, bir sergim var, yarısının üzerine yatıyor, yarısı ile de örtünüyorum. Bundan başka su içtiğim bir de kabım var, diyor. Peygamberimiz (sav.),

—Haydi kalk bunları getir, buyuruyor. Adam kalkıyor, bunları getiriyor. Peygamberimiz bunları eline alıyor ve,

—Bunları satın alacak yok mu, buyuruyor. Bir adam,

—Ben bir dirheme alabilirim, diyor. Peygamberimiz (sav.) iki veya üç defa,

—Daha fazla veren yok mu, diyor. Birisi,

—İki dirheme alabilirim, deyince, Peygamberimiz (sav.) onları bu zata iki dirheme satıyor. Aldığı iki dirhemi eşyanın sahibine veriyor ve şöyle buyuruyor:

—Bir dirhemle çocuklarına yiyecek al. Bir dirhemle de bir ip satın al, sonra odun keserek çarşıya getir ve sat, on beş gün gözüme görünme. Bu adam Peygamberimizin (sav.) dediğini yapmış, on beş gün sonra gelerek on dirhem kazandığını, bunun bir kısmıyla elbise, bir kısmı ile de yiyecek aldığını söylemiş. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav.),

—Böyle (alın teri dökerek) yaşamak mı daha iyi, yoksa kıyamet günü alnında dilencilik damgası ile Allah’ın huzuruna çıkmak mı iyi?” buyurdu. (Ebû Dâvûd, “Zekât”, 26.)

Ebû Sa’îd el-Hudrî (ra.) anlatıyor:

“Ensar’dan bazı kimseler peygamberimizden sadaka istemişlerdi. Peygamberimiz de bunlara vermişti. Sonra bunlar yine istediler, Peygamberimiz de yine verdi. Üçüncü bir daha istediler, Peygamberimiz de verdi. Hatta yanında bir şey kalmadı. Sonra şöyle buyurdu:

—Sadaka malından yanımda bulunanı verdim. Başkalarına vermek için sizden kesinlikle bir şey saklamadım. Kim ki dilenmekten sakınırsa, Allah o kimseyi afif (temiz) kılar. Kim de insanlardan müstağni olmak isterse, Allah o kimseye zenginlik ihsan eder. Kim ki sabretmek isterse Allah ona da sabır verir. Sabırdan daha hayırlı, sabırdan daha geniş bir nimet, kimseye verilmemiştir.” (Buhârî, “Zekât”, 50.)

Peygamberimiz (sav.) kendisi ve yakınları için sadaka kabul etmezdi. Bir kere torunu Hz. Hasan (ra.) küçük iken sadaka olarak verilmiş olan hurmalardan bir tanesini ağzına koydu. Bunu gören Peygamberimiz (sav.),

—Tükür, tükür, bizim sadaka yemediğimizi bilmiyor musun, buyurmuş, Hz. Hasan (ra.) da o hurmayı atmıştı. (Buhârî, “Zekât”, 60.)

Peygamberimizin Alçak Gönüllülüğü

Peygamberimiz (sav.) hem vakarlı hem de çok alçak gönüllü idi. Asla büyüklük taslamaz, bir yere gittiği zaman kendisine ayağa kalkılmasını ve elinin öpülmesini bile istemezdi. Bir defasında adamın biri elini öpmek isteyince Peygamberimiz (sav.) elini geri çekmişti. Bir meclise gittiği zaman boş bulduğu yere oturur, ayaklarını başkalarına karşı uzatmazdı.

Peygamberimiz (sav.) bazen ev işlerini bizzat kendisi görürdü, elbisesini kendisi yamar, odasını süpürür, çarşıya giderek lazım olan şeyleri satın alırdı. Hatta ayakkabıları söküldüğü ve yırtıldığı zaman onları kendisi tamir ederdi.

O, şöyle buyurmuştur:

“Kim Müslüman kardeşine alçak gönüllü davranırsa, Allah onu yükseltir. Kim kibirlenir, üstünlük taslarsa, Allah onu alçaltır.” (et-Terğîb ve’t-terhîb, III, 561, hadisi Taberânî rivayet etmiştir.)

Peygamberimiz (sav.), zengin, fakir ayırımı yapmaz, kendisini bir hizmetçi bile davet etse, giderdi. Yoksul ve fakirlerle birlikte oturup yemek yer, en fakir kimselerin evlerine giderek hâl ve hatırlarını sorardı.

O, hasta olanları ziyaret eder, bunun Müslüman için bir görev olduğunu söylerdi. (Buhârî, “Merdâ”, 4.)

Peygamberimiz (sav.) bir hastayı ziyaret ettikçe ona ümit verir, onun nabzını eline alır, alnına dokunur (Buhârî, “Merdâ”, 4.), şifa bulması için dua eder, “İnşallah kurtulacaksınız” derdi. (Buhârî, “Merdâ”, 10.)

Peygamberimiz (sav.) hastaları ziyaret ederken ayırım yapmaz, kim olursa olsun ziyaret ederdi.

Bir kere bir Yahudi çocuğu hastalanmıştı. Peygamberimiz (sav.) onu ziyaret etmiş, çocuğun hâl ve hatırını sorduktan sonra onu Müslüman olmaya davet etmişti. Çocuk babasının yüzüne bakmış, babası, “Oğlum, Peygamber ne diyorsa yap” demiş, çocuk da Müslüman olmuştu. (Buhârî, “Merdâ”, 11.)

Peygamberimiz (sav.) başkaları konuşurken sözlerini kesmez, onları dinlerdi. Hayatı son derece sade idi. Kendisine verilen yemeği severek yerdi. Sevmediği bir yemek olursa yemez, fakat yemeği asla kötülemezdi.

Arkadaşları ile yaptığı bir yolculuk sırasında dinlenmek için bir yerde konakladılar. Ve yemek hazırlamak için aralarında iş bölümü yaptılar. Peygamberimiz (sav.) de, “Öyle ise ben de yakacak için çalı çırpı toplayayım” demişti. Ashab onun yolunda her fedakârlığı yapmaya, ona yardım etmeye hazırdı. Ancak o, çarşı ve pazardan alınacak şeyleri bizzat kendisi alıp evine götürür ve kimseye yük olmazdı.

Kendisi bir hayvana bindiği zaman yanındakinin yaya yürümesini hoş görmezdi.

Peygamberimiz (sav.) Ashabdan birini ziyarete gitmişti. Dönerken ev sahibi kendi hayvanını Peygamberimize (sav.) vermiş, oğlunun da yaya olarak Peygambere arkadaşlık etmesini istemişti. Fakat Peygamberimiz (sav.) çocuğun yaya olarak yürümesine razı olmamış, onu da hayvana bindirerek yola çıkmıştı.

Peygamberimizin Övülmekten Hoşlanmaması

Peygamberimiz (sav.), Allah’ın gönderdiği son Peygamber olduğu hâlde aşırı derecede övülmekten hiç hoşlanmazdı. “Efendimiz, en faziletlimiz” gibi sözlerden rahatsız olur, şöyle derdi:

“Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni övmeyin. Şüphesiz ki ben Allah’ın kuluyum. Bana, ‘Allah’ın kulu ve elçisi deyiniz.” (yeter)” (Buhârî, “Enbiyâ”, 4.)

Muavviz b. Afra’nın kızı Rubeyyi şöyle demiştir:

Ben evlenirken Peygamberimiz bize geldi. Benim için yapılan seccadenin üzerine şu oturduğum gibi oturdu. Düğüne gelen cariyeler de onun etrafında toplanarak Bedir Savaşında şehit olan atalarımız için yazılmış olan ağıtları okumaya başlamışlardı. Derken içlerinden biri bir ara “İçimizde yarın ne olacağını bilen bir Peygamber vardır” mealinde bir mısra okudu. Bunun üzerine Peygamberimiz,

—Bunu bırak, böyle söyleme, bundan önce söylediğin gibi söyle, (Buhârî, “Nikâh”, 48, Ebû Dâvûd, “Edeb”, 59.) buyurarak aşırı derecedeki övgüleri hoş karşılamamıştı.

Peygamberimiz (sav.) bir kere abdest alıyordu. Arkadaşları onun kullandığı ve döktüğü suyu toplamak istemişlerdi. Peygamberimiz (sav.) niçin böyle yaptıklarını sorduğu zaman, bunun sadece kendisine karşı duydukları bağlılıktan ötürü olduğunu söylemeleri üzerine Peygamberimiz (sav.),

—İçinizden bir kimse, Allah ile Peygamberi sevmek zevkini duymak istiyorsa ağzını açtığı zaman sözün doğrusunu söylesin, doğru kalpli olsun, kendisine güvenildiği zaman güvenini yerine getirsin, başkaları ile bir arada yaşadığı zaman komşuluk haklarına riayet etsin, (Mişkâtu’l-mesâbih.) buyurdu.

Bir gün adamın biri Peygamberimizi (sav.) ziyarete gelmiş, bir peygamber huzurunda olduğunu anlayarak titremeye başlamıştı. Peygamberimiz (sav.) ona,

—Sakin ol! Ben bir hükümdar değilim. Ben Kureyş kabilesinden kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum.” (İbn Mâce, “Kitabu’l-Et’ime”, 30.) diyerek onu sakinleştirmişti.

Peygamberimiz (sav.) o kadar alçak gönüllü idi ki herkesin ona saygı ifade eden kelimeler kullanmasına bile müsaade etmezdi.

Peygamberimizin Hoşgörüsü ve Bağışlayıcılığı

Peygamberimiz (sav.), güler yüzlü, yumuşak huylu ve son derece nazik idi. Kaba ve kırıcı değildi. Ağzından kırıcı bir söz çıkmazdı. O, ömründe hiç kimseye kötü söz söylememiş, kırıcı bir davranışta bulunmamış ve kimseyi azarlamamıştır.

On yıl Peygamberimizin (sav.) hizmetinde bulunan Enes (ra.) diyor ki: “Peygamberimiz bana hiçbir gün “öf” bile demedi. Yaptığım bir şey için bunu niye yaptın, yapmadığım bir iş için de niye yapmadın, diye beni azarlamadı.” (Buhârî, “Edeb”, 39.)

Gördüğü kusurları kimsenin yüzüne vurmazdı. Arzu edilmeyen yanlış bir davranış gördüğü zaman, “Bazıları şöyle yapıyor, şöyle söylüyor, hâlbuki bunlar doğru değildir” gibi umumi sözlerle nasihat eder ve böylece kimseyi utandırmadan kusur ve hataları düzeltirdi. Kendisine bir şey ikram edilse, az da olsa onu küçümsemez, ona değer verirdi. Yapılan iyiliğe karşılık verir, iyilik yapanları hayırla anardı.

Peygamberimiz (sav.) çok vefakâr idi. Kendisine iyilik yapanları hiç unutmaz, onları daima hayırla anardı. Kadınlardan İslam’ı ilk kabul eden saygıdeğer eşi Hz. Hatice idi. Hatice, Peygamberimizi (sav.) kutsal görevinde yalnız bırakmamış, O’nu daima desteklemiş, sıkıntılı zamanlarında teselli etmiş yüksek ruhlu bir kadın idi. Peygamberimiz (sav.) ahlak ve fazilet örneği hanımını ölümünden sonra da unutmamıştır. Onu daima hayırla anar, ne zaman bir koyun kesse, etinden Hz. Hatice’nin yakınlarına gönderirdi.

Peygamberimiz (sav.), sütannesi ve süt kardeşlerine de saygı duyar, yakından ilgilenirdi. Sütannesi Halime, kendisini ziyarete geldiği zaman onu “anacığım, anacığım” diye karşılar, altına elbisesini yayarak oturtur, saygı gösterirdi.

O, çok bağışlayıcı idi. Uhud savaşında düşmanlar, Peygamberimize (sav.) ok atmışlar, üzerine taş yağdırmışlar ve O’nun mübarek dişini kırıp yüzünü yaralamışlardı. Onların bu davranışlarına karşılık Peygamberimiz (sav.) kötü söz söylememiş, onlara beddua etmemiştir. O, yüzündeki kanları silerken şöyle demiştir:

“Allahım! Milletimi bağışla! Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.” (Mecma’u’z-zevâid, VI, 117.)

Peygamberimiz (sav.) kendisine karşı yapılan kötülükleri bağışlamış, eline fırsat geçtiği hâlde kimseden intikam almamıştır. Ancak başkalarının haksızlığa uğramasına ve zarar görmesine razı olmamış, hak ve adaletin yerini bulmasına özen göstermiştir. Şüphesiz şahsımıza karşı işlenen kusurları, yapılan haksızlıkları bağışlayabilmek yüksek bir duygudur.

Mekkeli müşrikler, vaktiyle Peygamberimizi (sav.) öldürmek istemişler. İslam’ın nurunu söndürmek için hem Peygamberimize (sav.), hem de Müslümanlığı kabul edenlere ellerinden gelen her kötülüğü yapmışlardı. Bunun sonucu olarak Müslümanlar doğup büyüdükleri Mekke’den Medine’ye göç etmek zorunda kalmışlardı. Peygamberimiz (sav.) de Medine’ye göçmüştü.

Aradan birkaç yıl geçtikten sora Peygamberimiz (sav.) on bin kişilik bir ordu ile Mekke’yi kan dökülmeden fethetti. Daha önce Peygamberimizi (sav.) öldürmek isteyen ve Müslümanlara her türlü kötülüğü yapmış olanlar, Peygamberimizin (sav.) karşısında başlarını önlerine eğmiş, haklarında verilecek kararı bekliyorlardı. Peygamberimiz (sav.) burada da büyüklüğünü göstererek hepsini affetti. Böylece engin merhameti ve bağışlayıcılığı ile gönülleri de fethetti ve insanlığa çok güzel bir ahlak ve fazilet dersi verdi.

Peygamberimizin Adaleti

Peygamberimiz (sav.) son derece âdil ve insaf sahibi idi. Onun adaletini düşmanları bile kabul etmişti. En zor ve en çetin olaylarda kabileler onun hakemliğine başvuruyor ve kararını saygı ile karşılıyorlardı.

Bir defasında Peygamberimiz (sav.) savaşta elde edilen ganimetleri dağıtıyordu. O kadar kalabalık insan toplanmıştı ki adamın biri adeta Peygamberimizin sırtına çıkmıştı. Peygamberimiz (sav.) elindeki ince değnekle bu adama işaret etmiş, değnek yüzüne gelerek yüzünü çizmişti. Peygamberimiz (sav.) hemen değneği adamın eline vererek,

—Sana vurduğum gibi sen de bana vur, buyurmuş, fakat adam,

—Ey Allah’ın Resulü, hayır, ben size darılmadım, (Ebû Dâvûd, “Diyât”, 15.) demişti.

Bir defasında Mahzumi kabilesinden bir kadın hırsızlık etmişti. Mekke ileri gelenleri yüksek bir aileye mensup olan bu kadının ceza görmemesini istemiş, peygamberimizin çok sevdiği Usame b. Zeyd’i ona şefaatçi olmak üzere göndermişlerdi. Peygamberimiz (sav.) Usame’yi dinledikten sonra,

—Sizden öncekiler bu gibi tarafgirlikleri sebebiyle helak olmuştu. Onlar, fakirler üzerinde en ağır cezaları uygularlar, zengin ve itibarlı olanlara ise ceza vermezlerdi. (Buhârî, “Hudûd”, 11.) buyurarak kanunların uygulamasında ayırım yapılmasının, toplumun yok olmasına sebep olacağını bildirmiştir.

Hz. Âişe (ra.) anlatıyor: Peygamberimiz iki işte serbest bırakıldığı zaman, günah olmadıkça onların kolayını tercih ederdi. O şey günah olursa ondan insanların en uzak kalanı olurdu. Peygamberimiz nefsi için asla intikam almazdı. Ancak Allah’ın yasaklarına uyulmadığında adaleti yerine getirirdi.” (Buhârî, “Hudûd”, 10.) Peygamberimiz (sav.) insanlar arasında ayırım yapmaz, eşit davranırdı. Ona göre zengin, yoksul, büyük, küçük herkes eşit idi.

Bedir Savaşında alınan esirler arasında Peygamberimizin (sav.) henüz Müslüman olmayan amcası Abbas da vardı. Esirler fidye vererek esirlikten kurtuluyorlardı. Çünkü böyle kararlaştırılmıştı.

Ensarın bazıları Peygamberimiz (sav.) ile Abbas arasındaki yakınlığı öğrenince onun affını istemişlerdi. Peygamberimiz (sav.),

—Hayır, böyle bir şey olamaz. Onun ödemek zorunda olduğu fidyenin bir dirhemi bile affolunmaz, buyurmuştu. (Buhârî, “Meğâzî”, 173.)

Peygamberimiz (sav.) hayatı boyunca hiç kimseye farklı davranmamış, kuralları ve kanunları herkese eşit uygulamıştır. Kendisine de arkadaşları arasında bir ayrıcalık tanınmasını hoş karşılamamıştır.

Peygamberimiz (sav.), peygamber olmadan önce, onunla alışveriş edenler, onun dürüstlüğünü ve hakka bağlılığını takdir ediyorlardı. Hatta onun peygamber olarak gönderildiği duyulduktan sonra kendisine düşman olanlar bile emanetlerini ona teslim ediyorlardı.

Bir gün Sâib adında bir Arap tüccarı Peygamberimize (sav.) tanıtılmış ve kendisinin son derece dürüst birisi olduğu söylenmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav.), “Ben onu sizden iyi tanırım” demiş, Sâib de, “Evet, ticarette arkadaşlık etmiştik, bütün hesapları gayet mükemmeldi” demişti.

Bir gün Bedevilerden biri peygamberimizden alacağını tahsil etmeye gelmişti. Bedeviler, çok kaba olduklarından bu adam Peygamberimize (sav.) ağır sözler söylemişti. Ashab, adamın bu davranışına kızarak,

—Yazıklar olsun, sen kiminle konuştuğunu biliyor musun, demişler, adam hiç aldırmadan,

—Ben hakkımı istemeye geldim, demiş. Bunun üzerine Peygamberimiz arkadaşlarına,

—Siz onun tarafından olacaktınız, çünkü bu adam hakkını istiyor, buyurdu ve sonra Havle binti Kays’a haber göndererek ödünç hurma istedi. Havle’nin verdiği ödünç hurma ile Bedeviye borcunu ödedi ve üstelik ona yemek de yedirdi. Bedevi,

—Sen benim hakkımı çok iyi bir şekilde ödedin. Allah da sana mükâfatını tam olarak versin, diye dua etti. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav.),

“İşte bunlar (yani hak sahiplerinden yana çıkıp hakkın yerini bulmasına yardımcı olanlar) insanların en hayırlılarıdır. İçinde, zayıf kimsenin incitilmeden hakkını alamadığı bir toplum yükselemez.” (İbn Mâce, “Sadakât”, 17.) buyurdu.

Peygamberimizin Cesareti

Peygamberimizin (sav.) özelliklerinden biri de yüksek bir cesarete sahip oluşudur. O, insanları İslam’a davet ettiği zaman tek başına idi. İlk yıllarda Müslümanlığı kabul edenlerin sayısı da azdı. Karşısında İslam’ı yok etmek isteyenlerin sayısı çok, maddi güçleri fazla idi.

Peygamberimiz (sav.) kutsal görevini yaparken büyük tehlikelerle karşılaştı. Düşmanlar O’nu öldürmek, İslam güneşini söndürmek için korkunç planlar yaptılar. Güçlü ordularla Müslümanlara saldırdılar. Fakat Peygamberimiz (sav.) bunların hiçbirinden yılmadı, ümitsizliğe kapılmadı, görevine devam etti.

Mekke, İslam ordusu tarafından fethedilmiş, Kâbe putlardan temizlenmişti. Bundan endişeye kapılan düşmanlar, Müslümanlara saldırmak için Huneyn denilen yerde 20 bin kişilik bir ordu topladılar. Durumu öğrenen Peygamberimiz (sav.) 12 bin kişilik bir ordu ile bunların üzerine yürüdü. İslam ordusu dar bir vadiden geçerken burada pusu kuran düşman aniden Müslümanlara saldırdı. Gecenin alaca karanlığında yapılan bu saldırı karşısında Müslümanlar dağılmaya başladı. Bu durum İslam’ın geleceği için çok tehlikeli idi.

Düşmanın bu şiddetli saldırısı karşısında geri çekilmeyen, yanında az sayıda arkadaşı ile düşmana karşı koyan bir kahraman kalmıştı. İşte düşmana karşı koyan bu yürekli ve cesur kahraman Hz. Muhammed (sas.) idi.

Peygamberimiz (sav.), “Ben Peygamberim, bunda yalan yok...” diyor ve dağılan Müslümanları yanına çağırıyordu. Onun sesini duyan İslam ordusu yeniden toplandı ve amansız bir şekilde düşman üzerine saldırdı. Düşman neye uğradığını şaşırdı, dağılıp kaçmaya başladı ve bozguna uğradı. Savaş İslam ordusunun zaferi ile sonuçlandı. Böylece İslam’ın geleceği büyük bir tehlikeden kurtulmuş oldu.

İşte, bu savaş, Peygamberimizin (sav.) üstün cesareti sayesinde kazanıldı. Onun hayatında böyle pek çok cesaret ve kahramanlık örnekleri vardır. O, gerektiğinde, sabır, kararlılık, cesaret ve kahramanlıkta da Müslümanlar için en güzel örnek olmuştur.

Peygamberimizin Allah’a Güvenmesi

Peygamberimiz (sav.), Allah’a son derece güvenir ve kendisini başarıya ulaştıracağına inanırdı. Hiçbir zaman bu inancını yitirmemiş, Allah’a daima güvenmiştir.

Peygamberimiz (sav.) Mekke-i Mükerreme’de yalnız ve kimsesiz kaldığı, en akla gelmeyecek felaketlere uğradığı, Uhud ve Huneyn Savaşları esnasında en ciddi tehlikelerle karşılaştığı zaman bile Allah’a olan güvenini yitirmemiştir.

Peygamberimiz (sav.), Müslümanlığı açıktan açığa ilan etmeye başladığı zaman, Kureyş kabilesinin yani Mekkelilerin ileri gelenleri amcası Ebû Tâlib’e başvurarak, “Ey Ebû Tâlib, kardeşinin oğlu tanrılarımıza hakaret ediyor, atalarımızın sapıklık içinde yaşadıklarını söylüyor, bizi de ahmaklıkla suçluyor. Bunun için ya onu korumaktan vazgeç, ya da açıktan açığa onun tarafına geç ki biz de ona göre tavır alalım.” demişlerdi.

Ebû Tâlib, durumun çok tehlikeli bir sonuca gitmekte olduğunu gördü. Çünkü Mekkeliler onu bu davadan vazgeçirmeye kararlı idiler. Kendisi de onlara karşı koyacak güçte değildi. Bunun için Ebû Tâlib Peygamberimize (sav.),

—Oğlum, bana bu kadar ağır bir yükü yükleme. Çünkü tahammül edemiyorum, dedi. Peygamberimiz (sav.), kendisini koruyan amcasının bundan vazgeçmek niyetinde olduğunu ifade eden bu sözleri karşısında bile Allah’a olan güveni sarsılmamış:

—Amca, Allah’a yemin ederim ki bu adamlar bir elime güneşi, öteki elime de ay’ı koysalar, Peygamberliğimden zerre kadar ayrılmam. Ya Allah Teala, Peygamberliğimi ifa etmek için bana kuvvet verir, ya da bu uğurda kendimi feda ederim, demişti. Bu sözlerden Ebû Tâlib o kadar etkilenmiş ki,

—Git oğlum, hiç kimse senin bir kılına dokunamaz, demekten kendini alamamıştı. (İbn Hişam, I, 266.)

Peygamberimiz (sav.) Necid savaşından dönüyordu, yorulmuşlardı. Arkadaşları ile birlikte bir ağacın gölgesinde istirahata çekilmişler, hepsi de uyumuştu. Peygamberimizin (sav.) kılıcı ağaçta asılı idi. Bu sırada oradan geçmekte olan bir Bedevi bu durumdan yararlanarak, Peygamberimizin (sav.) kılıcını almış, kınından çekmiş ve Peygamberimize (sav.) hücum etmişti. Peygamberimiz (sav.) uyanmış, Bedevinin üzerine yürüdüğünü görmüştü. Bedevi,

—Seni elimden şimdi kim kurtaracak! diye bağırdı. Peygamberimiz (sav.) hiç telaşlanmadan,

—Allah, kurtaracak, diye cevap verdi. Bu cevap karşısında sarsılan Bedevinin elindeki kılıç yere düşmüştü. (Buhârî, “Meğâzî”, 31, Müslim, “Fedâil”, 4.)

Peygamberimiz (sav.) Allah’a son derece güvenmekle birlikte kendisine düşen görevleri de eksiksiz yapardı. Bunun en güzel örneği Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye hicreti esnasındaki davranışıdır. Önce Allah’ın hicret emrini saklı tutmuş, Hz. Ebubekir’den başkasına söylememişti. Sonra Hz. Ali’yi (ra.) yatağına koymuş, geceyi yatağında geçirmesini emretmişti. Daha sonra gideceği istikamete ters bir yerde olan Sevr mağarasına sığınmıştı. Bütün bunlar o gün için alınabilecek tedbirlerdi. Peygamberimiz (sav.) bunların hiçbirisini ihmal etmemiş, her türlü tedbiri almış, sonra da Allah’a güvenmişti. Onun için Peygamberimiz (sav.), devesini salıverip Allah’a havale ettiğini söyleyen kimseye,

—Deveni bağla, sonra Allah’a güven, buyurmuştur.

Peygamberimizin Misafirperverliği

Peygamberimizin (sav.) üstün vasıflarından biri de misafirperverliğidir. Uzaktan yakından kendisini görmeye gelenlerin sayısı çoktu. O, misafirlerini en iyi şekilde ağırlar, onlara bizzat kendisi hizmet ederdi. Peygamberimiz (sav.), Müslüman olmayan misafirlerine de aynı şekilde davranırdı.

Fazla misafir gelince evindeki yiyecekleri onlara verip çocukları ile birlikte geceleri aç yattığı zamanlar da olurdu.

O, misafirlerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

“Allah’a ve ahiret gününe inanan misafirine ikram etsin.” (Buhârî, “Edeb”, 31.)

Peygamberimizin Temizliğe Önem Vermesi

Peygamberimizin (sav.) yaşayışı sade ve temiz idi. Bedenini daima temiz tutar, elbiselerinin temizliğine çok dikkat ederdi. Dişlerinin temizliğine ayrı bir önem verir ve dişlerini temizlemek için, o devirde bir çeşit diş fırçası olan misvak kullanırdı. Ashabına da diş temizliğini tavsiye ederdi.

Peygamberimiz (sav.) kirli insanlardan, pislikten hoşlanmazdı. Ashabına camiye temiz gelmelerini söylerdi. Bir defasında üstü başı pis olarak camiye gelenlere,

“Yıkandıktan sonra gelseniz dahi iyi olurdu.” buyurmuştur.

Peygamberimizin İbadeti

—Peygamberimiz (sav.), her işini tam bir düzen içinde yapardı. İbadet zamanları, dinlenmek için ayırdığı saatler belli idi. Vakitlerini boş geçirmez, her dakikasını faydalı bir işle değerlendirirdi.

—Peygamberimiz (sav.), Allah’ın en sevgili kulu olduğu hâlde Allah’tan çok korkar, kıyamet gününden endişe ederdi.

O, her an Allah’ı anar, ibadetten çok büyük haz duyardı. Geceleri kıldığı namazlarda uzun süre ayakta durmaktan ayakları bile şişerdi. Eşi Hz. Âişe (r.anha), onun bu durumunu görünce,

—Ey Allah’ın Resulü! Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı hâlde kendine niçin bu kadar zahmet ediyorsun? deyince, Peygamberimiz (sav.) ona şu cevabı vermiştir:

—Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı? (Buhârî, “Teheccüt”.)

Peygamberimiz (sav.), ibadete düşkün olmakla beraber ruhbaniyeti sevmezdi.

Ruhbaniyet demek, dünyadan el etek çekerek yaşamak, yalnız ahiret için çalışmak demektir. Peygamberimiz (sav.) bunu kesinlikle sevmezdi. Hatta bazı Sahabiler Hıristiyanların etkisinde kalarak dünyadan el etek çekmeye gönül vermişlerse de Peygamberimiz (sav.) onları bu yoldan menetmişti.

Araplar, birkaç günü birbirine ekleyerek oruç tutar ve buna “savm-ı visal” derlerdi. Ashabdan bazıları bu şekilde oruç tutmak istemişler, ancak Peygamberimiz (sav.) onları bundan vazgeçirmişti.

Abdullah b. Ömer (ra.), çok zahid ve takva sahibi bir kimse idi. Gündüzünü oruç tutarak, gecesini ibadet ederek geçirirdi. Peygamberimiz (sav.) onun bu hâlinden haberdar olunca kendisine,

—Haber aldım ki sen devamlı oruç tutuyor iftar etmiyorsun, geceleri namaz kılıyor hiç uyumuyorsun. (Böyle yapma) Bazen oruç tut, bazen de iftar et. Hem gece kalk namaz kıl, hem de uyu, istirahat eyle. Çünkü gözlerinin senin üzerinde hakkı vardır. Bedeninin ve çoluk çocuğunun senin üzerinde hakkı vardır. Ayda üç gün oruç kâfidir, buyurdu. Abdullah İbn Ömer,

—Fakat ben daha fazla oruç tutabilirim, dedi. Peygamberimiz (sav.),

—O hâlde gün aşırı oruç tut. Orucun en güzel şekli budur, buyurdu. İbn Ömer daha fazla oruca izin verilmesini isteyince, Peygamberimiz (sav.),

—Hayır, daha fazlası iyi değildir, buyurmuştur.

Bir yolculukta Ashabdan biri bir mağaraya rast gelmişti. Mağaranın ağzında su ve yeşillik vardı. Bu Sahabi Peygamberimizin (sav.) yanına gelerek,

—Ben bir mağara buldum. Etrafında su ve yeşillik var. Oraya çekilip münzevi bir hayat yaşamak istiyorum, demişti. Peygamberimiz (sav.) böyle bir davranışın yanlış olduğunu bildirmek üzere şöyle buyurdu:

—Ben Museviliği veya Hıristiyanlığı telkin için gelmedim. Ben size İbrahim’in sade ve kolaylıkla yapılan dinini getirdim. (Ahmed ibn Hanbel, Müsned, V, 266.)

Bütün bunlar gösteriyor ki Peygamberimiz (sav.) dünyadan el etek çekmekten hoşlanmamış, yaşayan insanın dünyanın nimet ve ziynetinden yararlanmasının dinin emri olduğunu vurgulamıştır.

Peygamberimizin Allah Korkusu

Peygamberimiz (sav.), âlemlere rahmet olarak gönderilen son Peygamber olduğu hâlde Allah Teala’dan, herkesten daha çok korkar ve “Kıyamet günü acaba ne olacağım” derdi.

Müslüman olanların on dördüncüsü ve Medine muhacirlerinden ilk vefat eden Sahabi Osman ibn Maz’ûn (ra.) öldüğü zaman Peygamberimiz (sav.) ölüm haberini alır almaz evine gitmişti. Ensar’dan Ümmü Alâ bint-i Hâris, Osman’ın (ra.) cesedini göstererek,

—Ey Ebû Sâib, Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Senin hakkında bildiğim ve bu cemaate bildirmek istediğim şudur ki sen Allah’ın rahmet ve inayetine erişmiş birisin, dedi. Bu sözleri dinleyen Peygamberimiz (sav.) kadına dönerek,

—Allah Teala’nın bu ölüye ikram ve inayette bulunduğunu nereden biliyorsun, diye sordu. Kadın,

—Ey Allah’ın Resulü, babam anam sana feda olsun. Allah bu imanlı, itaatli kuluna ikram etmez de ya kime ikram eder, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav.),

—Osman İbn Maz’ûn (ra.) ölmüştür. Allah’a yemin ederim ki ben de bu mübarek ölü için hayır ve mutluluk umarım. Ama Allah’a yemin ederim ki ben, Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğum hâlde Kıyamet gününde bana ne muamele edileceğini bilemem, buyurdu. (Buhârî, “Cenâiz”, 3.)

Bir gün Hz. Ebubekir (ra.), Peygamberimize (sav.),

—Ey Allah’ın Resulü, görüyorum ki saçlarınız ağarıyor, demiş. Peygamberimiz (sav.) de,

—Evet, Hûd, Vâkıa, Mürselât ve Amme sureleri beni ihtiyarlattı, cevabını vermiştir. (Tirmizî, “Tefsiru’l-Kur’an”, 57.)

Bir gün Peygamberimiz (sav.) bir cenazeye katılmış, cenazenin mezarı kazılmakta olduğundan beklemek mecburiyetinde kalmıştı. Bu, onu o kadar etkilemişti ki ağlamış ve toprak onun gözyaşları ile ıslanmıştı. Sonra da orada bulunanlara şu sözleri söylemişti:

—Kardeşlerim, kendinizi bugün için hazırlayın.” (İbn Mace, “Zühd”, 19.)

Peygamberimizin Allah Sevgisi

Kur’an-ı Kerim, Müminlerin Allah’ı her şeyden daha çok sevdiklerini bildiriyor. (2/Bakara, 165.)

Şüphesiz Peygamberimiz (sav.) Allah’ı herkesten daha çok severdi. Bunun içindir ki O, geceleri ayakları şişinceye kadar namazda dururdu.

Hz. Âişe validemiz diyorlar ki Peygamberimiz (sav.) sabah namazının iki rekât sünnetini kıldıktan sonra,

“Bu iki rekâtın verdiği zevk yanında dünyanın bütün zevkleri hiçtir.” (Müslim, “Salâtü’l-musâfirîn”, 14.) derdi.

Bu, Peygamberimizin (sav.) Allah’a olan derin sevgisi sebebiyle O’na ibadet etmekten ne kadar büyük haz duyduğunun bir ifadesidir.

Hz. Ömer (b. el-Hattâb) anlatıyor: Bir gün Peygamberimiz (sav.) çocuğundan ayrılan bir kadın gördü. Kadın, çocuğuna olan hasreti sebebiyle rastladığı her çocuğu kucağına alıyor ve emziriyordu. Peygamberimiz (sav.) orada bulunan arkadaşlarına dönerek,

—Bu kadın çocuğunu hiç ateşe atar mı, diye sormuş, orada bulunanlar,

—Asla, cevabını vermişler. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav.),

—O hâlde biliniz ki Allah’ın kullarına merhameti, bu kadının çocuğuna olan merhametinden çok daha fazladır. (Buhârî, “Edeb”, 18.) buyurdu.

Peygamberimizin Aile Hayatı

Peygamberimiz (sav.) örnek bir aile reisi idi. O, hanımlarına karşı çok nazik bir eş, çocuklarına karşı da şefkatli bir baba idi. Peygamberimiz (sav.) ev işlerinde hanımlarına yardım eder, elbiselerini kendi eliyle yamar, ayakkabılarını tamir eder ve evi süpürürdü. Evin ihtiyaçlarını çarşı ve pazardan alarak eve kendisi getirirdi. O, ne kadın, ne de hizmetçi hiç kimseyi dövmemiş ve incitmemiştir.

Peygamberimizin (sav.) evi, dünyadaki aile yuvalarının en mutlusu idi. Bu yuvada kavga gürültü yoktu. Huzur vardı. Peygamberimiz (sav.) evde daima güler yüzle hareket eder, hanımlara karşı kırıcı söz söylemez, kaba davranışta bulunmazdı. O, Müslümanların da aynı davranışta bulunmasını istemiş ve şöyle buyurmuştur:

—Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı iyi davranandır.

Peygamber (sav.) Efendimiz, erkeğin, eşinin davranışlarını hoşgörü ile karşılamasını da istemiş ve şu tavsiyede bulunmuştur:

—Bir kimse eşine nefret etmesin, çünkü hoşuna gitmeyen huyları varsa, buna karşılık hoşlanacağı huyları da vardır. (Müslim, “Rida’, 18.)

Peygamberimizin Çocuk Sevgisi

Peygamberimiz (sav.) çocukları çok severdi. Onları kucağına alıp okşar, sevgi ve şefkatle öperdi. Peygamberimiz (sav.), torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i öpüyordu. Orada bulunan bir adam bunu görünce,

—Benim on çocuğum var, onların hiçbirini öpmüş değilim, dedi. Peygamberimiz (sav.) ona,

—Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz, buyurdu.

Peygamberimiz (sav.) namaz kılarken sevgili torunları Hasan ve Hüseyin omuzlarına çıkardı. O, ibadet hâlinde bile çocukların bu davranışını hoş karşılar, oyunlarına engel olmazdı.

Bir yerde otururken kızı Hz. Fâtıma gelince, ayağa kalkar, onun alnından öper ve onu yerine oturturdu. O, sadece kendi çocuklarını ve torunlarını değil, kimin çocuğunu görürse onunla konuşur, hatırını sorar ve severdi, çocuklara, hoşlarına giden şeyler vererek sevindirirdi. O, Müslüman olmayan kimselerin çocuklarını da sevip okşardı.

Peygamberimiz (sav.), çocuklarla çok ilgilenirdi. Bir defa çocuklar arasında koşu düzenledi, kendisi de yarışın sona ereceği noktada durdu. Koşarak yanına gelen çocukları öptü ve kendilerine hediyelerini verdi. (Ahmed ibn Hanbel, Müsned, I, 214.)

Peygamberimiz (sav.), çocuklarla ilgili şu öğütlerde bulunmuştur:

“Allah’tan korkun, çocuklarınız arasında adaletli davranın.” (Buhârî, “Hibe”, VIII, 26.)

“Şüphesiz ki Allah, çocuklarınız arasında öpücüklerinizde de eşit davranmanızı sever.” (el-Cami‘u’s-sağîr.)

Özet olarak Peygamberimiz (sav.), içi ve dışı tertemiz, kalbi, şefkat ve merhamet duyguları ile dopdolu, başkalarını kendinden çok düşünen, ömrünü insanlığın kurtuluşu için harcayan büyük bir Peygamber, en üstün ahlaki faziletleri kendinde toplayan örnek bir şahsiyet idi.

Ne mutlu, O’nun gösterdiği aydınlık yoldan gidenlere...

Ne mutlu, O’nun yaşayışını ve ahlaki davranışlarını örnek alanlara...

Kaynak: İslam İlmihali, Diyanet

İslam ve İhsan

PEYGAMBERİMİZİN AHLAKİ ÖZELLİKLERİ NELERDİR?

Peygamberimizin Ahlaki Özellikleri Nelerdir?

PEYGAMBERİMİZİN GÜZEL AHLAKINDAN ÖRNEKLER

Peygamberimizin Güzel Ahlakından Örnekler

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.