Peygamber Efendimizin Hastaya Tavsiye Ettiği Dua
Duânın da sözün de âdâbına riâyet etmek gerekir. Bir anlık heyecanla büyük konuşmak, kaldıramayacağı yükün sözünü vermek ve haddi aşmak, kulu müşkül vaziyetlere dûçâr eder.
Mevlânâ Hazretleri buyurur:
“Allah yolunda ateşe girmek vardır. Lâkin ateşe atılmadan önce, kendinde İbrahimlik olup olmadığını araştır! Çünkü ateş seni değil, İbrahimleri tanır ve yakmaz!..”
“Tutalım ki İbrahim gibi put kırdın, peki beden putunu onun gibi ateşe atabilir misin?”
“Meselâ sen, Hazret-i Mûsâ’nın asâsını elinde tutabilirsin. Fakat Mûsâ’daki kuvvet sende var mı ki, onu ejderha yapabilesin ve onu zaptetmeye kâdir olabilesin.”
“Diyelim ki, ölüleri dirilten Hazret-i Îsâ’nın nefesine mâliksin, onun duâsı da aklında. Fakat ey gafil! Sende Hazret-i Îsâ’nın günahsız ağzı var mı ki nefesinle ölü gönülleri diriltesin, onları muhabbet zevkiyle canlandırasın?”
“Diyelim ki, Hazret-i Ali’nin Zülfikâr adlı kılıcı sana mîras kaldı. Sende Allâh’ın arslanı Hazret-i Ali’nin kolu, kuvveti var mı ki Zülfikârı kullanabilesin?!.”
Enbiyâ ve evliyânın, Cenâb-ı Hakk’a olan müstesnâ yakınlık, tevekkül ve teslîmiyetleri sebebiyle sergiledikleri birtakım fevkalâde hâl ve davranışlar, bizler için aynıyla taklit edilecek ölçüler değildir. Bunlar, ancak hayranlıkla seyredip kendi hâl ve şartlarımız içinde gayret ve heyecanımızı artırmamız için bildirilmiş hakîkatlerdir.
Kalp ve hâl bakımından zayıf ve noksan birinin, bir anlık coşkunlukla, mânâ semâsının yıldız şahsiyetlerindeki müstesnâ tavırları sergilemeye kalkışması, kendini bilmezliktir. “Ben de Âlemlerin Rabbi’ne teslim oldum” diyerek ateşin Hazret-i İbrahim’i yakmaması hâdisesinin, kendisi için de aynı şekilde gerçekleşmesini beklemek gibi… İbrahim -aleyhisselâm-’ın kalbî kıvamına erişmemiş bir kimse için böyle bir teşebbüsün neticesi, apaçık bir hüsrandır.
Ayrıca Hak dostları hiçbir zaman, Allah’tan belâ ve musibetlerle sınanmayı talep etmezler. Bununla birlikte başlarına bir musibet geldiğinde; onu sükûnet, sabır ve metânetle karşılarlar. Zira Allâh’ın hiçbir kuluna tâkatinin üstünde yük yüklemeyeceğini, Allah’tan gelen iptilâların sabrının da muhakkak beraberinde geleceğini bilirler. Bir musîbete mâruz kaldıklarında, acziyetlerini îtiraf ederek Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine sığınır, Rab’lerine karşı kulluk edebini titizlikle muhafaza ederler.
ALLAH EN AĞIR SIKINTILARI EN SEVDİĞİ KULLARINA VERİR
Fakat bu sırrı idrâk etmeden; “Allah en büyük iptilâları en sevdiği kullarına veriyor.” diye Allah’tan musîbet talep etmek ise, câhilâne bir cür’ettir. Zira Cenâb-ı Hak, kulunun talep ettiği iptilâyı verip de ona tahammül gücünü ihsân etmeyecek olursa, kul bu yükün altında ezilip mahvolmaktan kurtulamaz.
Asr-ı saâdette yaşanmış olan şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:
Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son derece zayıflamış bir hastayı ziyaret etti ve:
«–Allâh’a bir şey için duâ ediyor muydun, veya O’ndan bir şey istiyor muydun?» diye sordu.
Hasta:
«–Evet, “Allâh’ım, bana âhirette vereceğin cezâyı bu dünyada hemen peşin olarak ver!” diye duâ ederdim.» dedi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
«–Sübhânallah! Senin buna gücün yetmez. Şöyle duâ etseydin olmaz mıydı:
“...Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi Cehennem azâbından koru!” (el-Bakara, 201)»
Bunun üzerine o hasta bu duâyı yaptı ve şifâ buldu.” (Müslim, Zikir, 23; Tirmizî, Deavât, 71/3487)
Diğer taraftan nice insan; “Ben şöyle şöyle duâ ettim, fakat kabul olmadı.” der. Şunu unutmamak gerekir ki duânın kabûlü, ağızdan ziyade bir kalp meselesidir. Yani ağızdan çıkan sözden çok, kalbin Cenâb-ı Hakk’a olan yakınlık ve samimiyetine bağlı bir keyfiyettir.
İBADETİN ADABI
Demek ki duânın da sözün de âdâbına riâyet etmek gerekir. Bir anlık heyecanla büyük konuşmak, kaldıramayacağı yükün sözünü vermek ve haddi aşmak, kulu müşkül vaziyetlere dûçâr eder.
Sahâbeden Abdullah bin Amr -radıyallâhu anh-, her gün oruç tutup her gece Kur’ân’ı hatmetmeye ve geceleri uyumamaya karar vermişti. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu haber alınca ona îtidâl tavsiyesinde bulundu. Ayda üç gün oruç tutmasını, Kur’ân-ı Kerîm’i de ayda bir defa hatmetmesini söyledi. Ayrıca bedeninin, âile fertlerinin ve ziyaretçilerinin haklarına da riâyet etmesinin daha hayırlı olacağını bildirdi.
Abdullah -radıyallâhu anh- ise daha fazlasını yapmaya gücünün yeteceğini söyleyerek Efendimiz’den her defasında daha da artırmasını istedi. Nihâyet Dâvut -aleyhisselâm-’ın orucu gibi bir gün tutup bir gün tutmamaya, haftada bir hatim indirmeye kadar vazifelerinin artmasına sebep oldu. Efendimiz’in işaretindeki sırrı idrâk edemedi. Gün gelip ihtiyarladığında, eski güç ve tâkati kalmadığı için, vaktiyle verdiği sözü tutmakta zorlandı ve;
“–Keşke Allah Resûlü’nün verdiği ruhsatı kabul etmiş olsaydım.” diyerek pişmanlığını ifade etti.[1]]
Dipnot:
[1] Bkz. Buhârî, Savm 55, 56, 57, Teheccüd 7, Enbiyâ 37, Nikâh 89; Müslim, Sıyâm, 181-193.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Mevlana, Erkam Yayınları