Peygamber Efendimiz'in Hayat Tarzı Nasıldı?
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, Peygamber Efendimiz'in izinden gitmenin önemini ve Efendimiz'in hayat tarzını anlatıyor...
EFENDİMİZ’İN İZİNDE BİR RAMAZÂN-I ŞERÎF YAŞAYABİLMEK…
Dünya hayatımız, Efendimiz’le beraber olacak. İşte ashâb-ı kirâm hep bunun gayreti içindeydi. Yani hep Rasûlullah Efendimiz sanki onların yanındaydı her zaman. Rasûlullah Efendimiz’i meftun olarak seyrediyorlardı. Dünyadaki bu huzurun, âhirette de olmasını çok istiyorlardı.
Efendimiz; “اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ” hadîs-i şerîfini buyurduğu zaman “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) ashâb-ı kirâm; “Beni en çok sevindiren hadîs-i şerîf bu hadîs-i şeriftir.” dedi.
Yani Efendimiz’in gittiği yolu takip ederdi. Gölgelendiği ağacın altında otururdu. Suyu nasıl içiyor, yemeği nasıl yiyor, adımlarını nasıl atıyor, yani her şeyi, nâfilelerde bile bir takip hâlindeydi.
Bizden de Cenâb-ı Hak:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
(“Kim Allah Rasûlüʼne itaat ederse, Allâhʼa itaat etmiş olur...” [en-Nisâ, 80]) Allah Rasûlü’ne tâbî olmak, Allâh’a tâbî olmaktır.
Demek ki hedef, Peygamber Efendimiz’in ahlâkıyla ahlâklanabilmek. Bu Ramazân-ı Şerîf’i de Efendimiz nasıl bir Ramazan geçiriyorsa o şekilde bir Ramazan geçirmenin zeminine yaklaşabilmeyi Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin.
İşte ashâb-ı kirâm, Efendimiz’le dost oldu, O’nun Ramazan’daki eşsiz sehâvet, cömertlik, infâkını, huşû ve tevâzuunu, edâ ettiği ibadet hayatını kendilerine örnek aldılar. Bize de o düşüyor kardeşler!..
Nasıl ticârî meslek erbapları vardır. Uzman oldukları iş hususunda birtakım seminerler verirler. Sporcular kamplara girer vs. o “kader maçı” derler, şampiyonluk maçına hazırlanırlar. Bizim de -inşâallah- bu Ramazân-ı Şerîf… Efendimiz’in, “ثُمَّ اسْتَقَامُوا” (Bkz. Fussilet, 30) Efendimiz’in izinde bir Ramazân-ı Şerîf yaşayabilmek, gönlümüzün, yüreğimizin her an O’nunla beraber olabilmesi, Cenâb-ı Hak -inşâallah- ihsan eyler. Cenâb-ı Hak -inşâallah- nasîb eyler.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN HAYAT TARZI NASILDI?
Şöyle kısaca Efendimiz’in bir hayatına, şöyle bir siyer-i Nebî’ye baktığımız zaman, nasıl bir hayat tarzımız olsun?
Bir defa mü’min, bir ebediyet yolcusu olduğunu unutmayacak. Rasûlullah Efendimiz zor zamanlarda veyahut da muvaffak olduğu zafer esnâsında; zaferlerde taşmamak, iptilâlarda mahzun olmamak imtihanlarda, onun için;
لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ buyururdu.
“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)
Çünkü fâil-i mutlak, Cenâb-ı Hak.
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Bunun heyecan, vecdi, gönül âlemimizde, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in edebine bürünmemiz zarûrî. Hâl ve ahlâkından, O’ndan in’ikâs almamız, O’nunla beraberliğin rûhâniyeti içinde yaşamamız… Hulâsaten reçete, Rasûlullah Efendimiz’de, Efendimiz’in hayatında.
Maddelere geçersek. Birincisi;
İptilâ ve musibetlere sabır vardı Efendimiz’de.
Hattâ buyururdu:
“En çok çile çemberinden geçen Peygamber benim.” buyururdu. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)
Bunları, bu çileleri de takvâ sahipleri bir terfi-i derecât olarak alırlar. Bu iptilâlar, Allâh’ın lûtfudur derler. Biz -inşâallah- sabredeceğiz derler, Allâh’ın, Cenâb-ı Hakk’ın buradan mükâfatını alacağız, esas kazancı elde edeceğiz derler.
Yani iptilâ ve musibetlerde sabırla. Yani bu, bir terfi-i derecât olmuş oluyor ehl-i Dost olanlar için.
İkincisi;
Unutkanlığı zikirle:
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“Allâh’ı unutan, bu yüzden Allâh’ın da kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın (buyuruyor). Onlar yoldan çıkanların ta kendileridir.” (el-Haşr, 19)
Şimdi demek ki bu çok mühim bir ahlâktır. Yani Allâh’ı unutmak, bu yüzden Allâh’ın da kendilerini unutturduğu… Şimdi, Allâh’ı unuttuğu zaman, Allah da kendini unutturuyor. Ne yapıyorsun; bir kalp kırıyorsun, bir kalbe diken batırıyorsun, bir kaktüs gibi oluyorsun…
Günah işlerken zaten bir besmele çekilmez. Besmele çekilerek bir karşısındakinin kalbi kırılmaz. Besmele çekerek bir çelme takılmaz…
Mü’min hassas olacak. Cenâb-ı Hakk’ı unutmadığı müddetçe, o zarâfet ve hassâsiyet içinde olacak. O yüzden Rabbimiz unutulmayacak. Onun için Rabbimiz buyuruyor:
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“…Biliniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)
Hakîkaten şunu düşüneceğiz; “Allah, yâ Rabbi” demekle “estağfirullah el-azîm” demekle kalbimiz bir huzur buluyor mu? Bir rahatlıyor mu? Bu da bir yakınlık ölçüsü.
Yine âyet-i kerîmede buyruluyor:
“…Unuttuğun zaman Rabbini zikret...” (el-Kehf, 24) Yani Cenâb-ı Hak unutulmak istemiyor, mü’minin selâmeti için.
Nasıl unutulmayacak?
“Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allâh’ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191) Yani hayatın her safhasında, her safahatta, hayatın bütün muhtevâsında Allâh’ı zikrederler. O şekilde huzur bulurlar. Bu huzurun getirdiği nedir, âyet-i kerimenin devamında:
“…Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Semâ âlemi, yeryüzü, binbir türlü hikmet, kudret akışları, ilâhî azamet tecellîleri, ilâhî nakışlar…
“…Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler. Yâ Rabbi Sen bunları boşuna yaratmadın derler…” (Âl-i İmrân, 191)
Yani biz bu imtihan dünyasına boşuna gelmedik, boşuna yaratılmadık.
“…Sen bunları boşuna yaratmadın. Bizi Cehennem azâbından koru, derler.” (Âl-i İmrân, 191)
Cenâb-ı Hak böyle bir gönül istiyor bizden. Ona da şart olarak, Cenâb-ı Hakk’ı unutmamak. Unuttuğun zaman hemen zikretmek. Kalbimizi koruyabilmek.
Ondan sonraki madde:
Nankörlüğe şükürle mukâbele etmek:
Cenâb-ı Hakk’a “üf, of” dememek yani. “Üf, of” demek, isyandır bir noktada. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
“…Allâh’ın size ihsân ettiği nîmetleri saymaya kalkarsanız onu sayamazsınız…” (İbrahim, 34)
En basitin, basitin, basiti; “Ver gözünü, al dünyayı!” deseler, kim değişir? Allah korusun! Bize en büyük nîmet, îman nîmeti. Demek ki bu îman nîmetinin mukâbili de, bir şükür.
Şükür nedir o zaman? Allah sana ne verdi, Allah yolunda istîmâl etmek. Gözünü Allah yolunda kullanmak. Haramlardan, yanlış yerlerden gözünü korumak. Bu göz, ilâhî vitrinler seyredecek.
Kulağını korumak, nâhoş sadâlardan kulağını korumak.
Ağzını korumak. Yanlış ifadelerden ağzını korumak. Bir kalp kırmayacaksın, bir gıybet etmeyeceksin, bir dedikodu etmeyeceksin.
İnsan Sûresi’nde Cenâb-ı Hak:
“Şüphesiz Biz ona (doğru) yolu gösterdik…” (el-İnsân, 3) buyuruyor. Peygamberlerle gösteriyor, Kitaplarla, suhuflarla gösteriyor, şu kâinât ilâhî bir dershâne, mikrodan makroya her şey ilâhî azamet tecellisi. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
“…İster (diyor) şükredici ol, istersen nankör ol.” (el-İnsân, 3) diyor.
Yani insan, tarlasına ektiği o tohumla öbür tarafa gidecek. Kaktüs ekerse kaktüs çıkacak, gül dikmişse gül çıkacak.
İsyânı itaatle:
Demek ki birtakım yanlış şeyler gelir, düşünceler. Yanlış şeyler gelebilir. Neyle olacak? İtaatle olacak. Kime itaat?
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
(“Kim Rasûlüʼne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur.” [en-Nisâ, 80]) Rasûl’e itaat, Allâh’a itaat.
Bu şekilde kul, isyandan kurtulacak. “Yâ Rabbi şükür!” diyecek. “Hamd Sana!” diyecek. “Estağfirullah el-azîm!” diyecek. Hayatının her ânını, Efendimiz’in müstesnâ hayatıyla mîzan edecek.
Diğer bir husus:
Cimriliği cömertlikle:
Cimri insan kimdir? Malına sığınmaya çalışan kimsedir. Hâlbuki yegâne sığınak, barınak, ilticâgâh, Cenâb-ı Hak’tır. Kulu ancak Cenâb-ı Hak muhafaza eder, Cenâb-ı Hak korur.
Cenâb-ı Hak:
فَفِرُّوا اِلَى اللّٰهِ buyuruyor. “Allâh’a koşun…” (ez-Zâriyât, 50) diyor. “Allâh’a sığının.” buyuruyor.
Diğer bir husus:
Hodgâmlığı diğergâmlıkla:
Yani bencilliği fedakârlıkla. Mü’min, gönlünü bir dergâh hâline getirecek. Allâh’ın bütün mahlûkâtına merhamet, şefkatle davranacak. Kendisi için istediği bir şeyi Allâh’ın bütün mahlûkâtı için isteyecek. Bilhassa İslâm’dan uzak kalmış karanlık gönülleri, hidâyet nûruyla buluşturmanın bir telâşesi içinde olacak. Hep bunlar, Efendimiz’in hâlleri.
Şüpheyi yakîn ile:
Allah Rasûlü’ne yaklaştıkça, Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıkça ufuklar açılıyor demek ki.
“Benim bildiğimi bilseydiniz, yemezdiniz, içmezdiniz, sahrâlara düşerdiniz.” Efendimiz buyuruyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Züdh, 19)
Cenâb-ı Hak, İbrahim -aleyhisselâm-’a dost oldu. Malıyla dost oldu, fedâ hâlindeydi. Canıyla dost oldu, fedâ-yı can hâlindeydi tevhîdi muhafaza için. Evlâdıyla dost oldu, evlâdından Cenâb-ı Hak iki tane peygamber ve arkadan peygamber silsileleri gönderdi, Hârun -aleyhisselâm- ile. Fakat İbrahim -aleyhisselâm- öyle bir ufuklar açılıyor ki kalpte, kıyâmet günü;
وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ buyuruyor.
“(Yâ Rabbi diyor) insanları (yeniden) yarattığın gün beni mahcup etme!” (Bkz. eş-Şuarâ, 87) buyuruyor.
O, dostluğun kemâline erdi ve onu (kulluğunu, amelini) eksik görüyor Allâh’ın verdiği nîmetler karşısında.
Yani bütün gâye, ölmeden evvel uyanabilmek. Ona da zaten bir îkaz var Yâsîn Sûresi’nin ikinci sayfasında. Habîb-i Neccâr var, onu taşlıyorlar putperestler. O da tevhîdi korumak için taşlanmaya râzı oluyor. Vefat ederken de kendisini taşlayanlara acıyor;
“–Âh diyor, keşke diyor, kavmim diyor, Rabbimin bana yaptığı bu mükâfatı, bu ihsânı bilseydi.” diyor. (Bkz. Yâsîn, 26-27)
Riyâyı ihlâs ve tevâzu ile kapatmak:
Yani bütün tâatlerin seviyesini gösteren, ihlâstır. İhlâslı bir mü’min, tevâzu ehlidir. Cenâb-ı Hak:
“İbâdurrahmân yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63) buyuruyor.
Riyâ, ortaklığa kalkmaktır, fânîleri ortak etmektir. Bu riyâ da asla kabul edilmiyor ve küçük şirk olarak… Yani “Ben yaptım, ben ettim…” olmayacak; “Yâ Rabbi Sen lûtfettin...” olacak.
İsyânı tevbe ile:
Bilhassa bu, Cenâb-ı Hak seherlerde, hayatın her safhasında bizi istiğfar hâlinde…
“Esas hayat, âhiret hayatı.” Efendimiz buyuruyor. (Buhârî, Rikāk, 1)
İnsanların af dilemesi zarûrî. Çünkü Cenâb-ı Hak her şeyi bize lûtfen ihsan eyledi, bir mukâbil olarak değil.
Mekke Fethi oldu. Çok büyük bir zafer.
“Fevç fevç İslâm’a girenleri görürsün.” buyruluyor. (Bkz. en-Nasr, 2)
Birdenbire İslâm’a girişler arttı. Bütün kabilelerden İslâm’a girişler arttı. Cenâb-ı Hak:
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ buyuruyor.
“Rabbini hamd ile tesbîh et ve istiğfar et…” (en-Nasr, 3) buyuruyor.
Demek ki istiğfar… Mü’min dâimâ istiğfar hâlinde olacak.
Diğer bir husus, Efendimiz’in bize telkini, yaşamamızı istediği:
Gafleti tefekkür ile bertaraf etmek:
Gaflet, insanın ebedî hayatını mahveden bir fâciadır. Gâfilâne bir hayattır. Bu gâfilâne hayat, çocuklukta oyun-eğlence, gençlikte şehvet, erginlikte gaflet, ihtiyarlıkta elden gidenlere hasret ve binbir türlü nedâmetten ibaret, gafletin hâli.
Yani ecel rüzgârlarıyla savrulan ömür harmanında Hak’tan gafil olanlara ne arkalarında bıraktıkları dünya ağlar, ne de karşılarına dikilen âhiret onlara tebessüm eder. Kabirleri tenhada kalır, gideni-geleni olmaz, soranı olmaz, biter. Onun için bu, uyanmak, ölmeden evvel uyanmak…
Bu âlemde her zerre diri bir gönle sahip insanla konuşur. Bütün varlıklar hâl lisanıyla bir beyan hâlindedir. Kâinatta Hâlık’ını tanımayan hiçbir zerre yoktur. Bütün mahlûkat, kendini yoktan var eden Hâlık Teâlâ’nın mührünü taşımaktadır. İnsanlardan istenense şükür ve hamddır. Âhirette de Rasûlullah Efendimiz’le beraber olmak isteyenlerin, bu hâlet-i rûhiye içinde olmaları zarûrîdir.