Peygamber Efendimiz’in Kalp Eğitimi
Manevi hastaklar nelerdir? Kalp eğitimi nedir, nasıl yapılır? Peygamber Efendimiz’in kalp eğitimi...
Bilindiği üzere insan hem iyiliğe hem de kötülüğe kabiliyetli bir varlık olarak yaratılmıştır. Ne var ki o, bu iki zıt kabiliyetler arasında şaşkın ve perişan bırakılmamış, kendisine akıl gibi temyiz edici bir kuvvet ve bu kuvveti kullanmak için kalp gibi çok önemli bir nimet verilmiştir. Âyet ve hadislerde insanın hem maddî hem de manevî yönü bulunan bir varlık olduğu belirtilmiştir. Her ne kadar insanın maddî yönüne ictimaî hayatta ve beşerî münasebetlerde önem atfedilse de onun gerçek değeri, manevî hayatın merkezi olan kalbî duyarlılığı nisbetindedir. İlâhî tecellilerin mahalli olan kalbin, yegâne itibar merkezi olduğunu Fahr-i Kâinât Efendimiz şu hadisleriyle dile getirmektedir:
“Allah Teâlâ sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize değer verir.” (Müslim, Birr, 34; İbn-i Mâce, Zühd, 9)
Gerçekte İslâm’ın gayesi insanlara temiz, saf ve hissiyâtı yüksek bir kalp kazandırmaktır. Bu vasıftaki kalbi, âyet ve hadisler “selim kalp” diye takdim etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de:
“O gün ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah’a selîm bir kalple gelen müstesnâ!” buyrulmaktadır. (eş-Şuarâ 26/88-89)
Hz. Peygamber de:
“Allahım, senden dinde sebât isterim... doğru söyleyen dil ve selîm bir kalp isterim” diye dua etmiştir. (Tirmizî, Deavât, 23; Nesâî, Sehv, 61)
Allah Resûlü, selim kalbin peşin hükümlerden, duygu ve düşünce kirliliğinden arınmış bir vasıfta olduğuna da şöyle işaret etmektedir:
“Ashabımdan kimse bana bir başkasından söz getirmesin! Ben sizin karşınıza (peşin hükümlerle değil) selîm bir kalple çıkmak istiyorum.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 28)
Kalp, insanın gerek Allah, gerekse kullar ile münasebetlerinde merkezî bir yere sâhiptir. Îmânî ve ahlâkî boyutu bu derece önemli olan kalbin, sâfiyeti bozulmadan korunması gerekmektedir. Âlimler, selîm kalbi umumiyetle “küfür ve günahlara yönelmekten uzak kalmış”, “şirk ve şüpheden arınmış”, “Allah’ın hak olduğuna, kıyametin vuku bulacağına ve öldükten sonra dirilmeye inanmış”, “bâtıl inanç ve dünyevî şehvetlere yönelmekten kurtulmuş”, “kötü ahlaktan sıyrılıp güzel ahlâk ile zinetlenmiş” ve “bid’atten kaçarak sünnetle mutmain olmuş” kalp diye tavsif etmişlerdir. (Beydâvî, IV, 106; Râzî, XXIV, 338; Kurtubî, XIII, 114; İbn-i Kesîr, Tefsîr, III, 352)
Netice itibariyle diyebiliriz ki selîm kalp, ahlâkî ve akîdevî hastalıklardan arınmış, Allah’a ve Resûlü’ne itaatle huzura kavuşmuş olan kutsî bir makamdır. Dolayısıyla kalp eğitiminde dikkat edilecek en önemli husus, onu selim hâle getirmek ve bu aslî fıtratı üzere Rabbe takdim edebilmektir. Böyle bir kalbi elde etmek, kişinin tâbi tutulduğu imtihanları başarıyla tamamlamasına bağlıdır. Zira kalpler takvâ şuurunu elde edebilmek için imtihan edilirler. (el-Hucûrât 49/3) İmtihan basamaklarını aşarak istenilen kıvama ulaşmanın yolu, kalbi Kur’ân ve sünnetin bildirdiği manevî hastalıklardan korumak ve güzel hasletlerle tezyin etmekten geçer.
1- KALBİ MÂNEVÎ HASTALIKLARDAN KORUMAK
Kur’ân-ı Kerîm, kalplerin paslanması, körelmesi ve mühürlenmesi gibi mânen fonksiyonlarını yitirmesine sebep olan hastalıkların esas kaynağını, “nefs-i emmâre” olarak tanıtır. Nefis, Yüce Kitâbımız’ın beyanına göre “fücûr” ve “takva”ya müsait bir şekilde yaratılmıştır. Bunun tabii bir neticesi olarak da günaha temayülün ve dünyaya ait isteklerin mihveri kabul edilmiştir. Konuyla ilgili âyetlerden birinde şöyle buyrulmaktadır:
“O, nefse fucuru ve takvayı ilham etti.” (eş-Şems, 91/8)
Âyette, nefsin öncelikle fücûr vasfının zikredilmesi, terbiye edilmemiş nefsin, tabiatı icabı kötülüklere meyledeceğini gösterir. Bu duruma diğer âyetlerde şöyle dikkat çekilir:
“Nefislerinizi tezkiye ederek övüp yüceltmeyiniz...” (en-Necm, 53/32)
“...Nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş başka...” (Yûsuf 12/53)
“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere batıran da ziyana uğramıştır.” (eş-Şems, 91/9-10)
“Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan (heva) alıkoyan kimsenin varacağı yer cennettir.” (en-Nâziât 79/40-41)
Kalp, akıl ve nefis tarafından ele geçirilmek istenen bir kaleye benzetilebilir. Dolayısıyla nefis, hevâ ve heveslerini tatmin için kalbe sürekli vesvese vermektedir. Kurân-ı Kerîm’de:
“Celâlim hakkı için insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesvese verdiğini biliriz” buyrulmaktadır. (Kâf 50/16)
Görüldüğü üzere kalbi muhâfaza adına yapılması gereken en önemli husus, nefsin hevasına boyun eğmemektir. Fahr-i Kâinât’ın:
“Gerçek mücâhid, Allah’a itaat hususunda nefsiyle cihad edendir” (İbn-i Hanbel, VI, 21) ifadesi, nefisle mücahedenin zorluğuna dikkat çekmektedir.
Netice olarak kalp eğitimi açısından öncelikle yapılması gereken şey, gönül dünyamızı nefis, şeytan ve kötü çevre gibi amillerin menfî tesirlerinden muhafaza etmektir. Bunun için de küfür, gaflet, kibir, gazap, haset ve kin gibi mânevî hastalıklardan korunmak zarurîdir. Şimdi bu hastalıkları ve bunlara müptelâ olanların hâleti rûhiyelerini tetkike geçebiliriz.
1) Küfür
Küfür, sözlükte örtmek, gizlemek anlamındadır. Istılahta ise, îmânın zıddı bir kavram olarak dinin inanılmasını zarûrî gördüğü şeylerin tamamını veya bir bölümünü inkâr etmektir. İnanılması gerekenlere inanmayan kimseye de gerçeği örttüğü için kâfir denilmiştir.
İnsan kibir, gurur ve inat gibi nefsin mezmum sıfatları sebebiyle küfre sürüklenmektedir. Nitekim inkâr yolunu ilk açan şeytanın küfrü de böyledir. Kişi kimi zaman da hakikati kalben bilmesine ve zaman zaman diliyle ikrar etmesine rağmen, kıskançlık, şan, şöhret, makam, ictimâî baskı ve kavmiyetçilik gibi sebeplerle İslâm’ı bir din olarak kabullenmeyebilir.
Ayrıca her hangi bir zorunluluk olmadığı halde, küfre götürecek bir söz söyleyen, inanılması gerekenleri ve şeâir-i İslâm’ı[2] küçümseyen ve onlarla alay eden kimseler de küfre düşebilmektedir. Bununla beraber, ölüm tehdidi altında bulunan bir kimse gönlü îmânla dolu olduğu halde canını kurtarmak için istemeyerek küfrü gerektiren bir söz söylediğinde îmânına zarar gelmez. Nitekim âyet-i kerîmede: “Kalbi îmân ile mutmain olduğu hâlde (dinden dönmeye) zorlanan kimse müstesnâ, her kim îmândan sonra küfre kalbini açarsa, mutlaka onların üzerine Allah’tan bir gazab gelir ve kendilerine çok büyük bir azab vardır” (en-Nahl 16/106) buyrularak bu durum açıkça ifâde edilmiştir.
2) Nifâk
Nifâk kelimesi lügatte tünel açmak anlamına gelen “ne-fe-ka” fiilinden türemiştir. Köstebeğin, düşmanlarını şaşırtmak için toprak altında değişik tüneller açarak birinden diğerine geçmesine de nifâk denilmiştir.
Istılahta ise İslâm’a bir kapıdan girip diğer kapıdan çıkmak yani, îmân etmiş gibi görünüp kalben inanmamak mânâsına gelir. Kalbinde nifâk taşıyan, ikiyüzlü, duruma göre değişiklik gösteren mütereddit kimselere de münâfık denilir. Âyet-i kerîmede:
“Ey Peygamber, kalpleri îmân etmediği hâlde ağızlarıyla «inandık» diyen kimselerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin…” (el-Mâide 5/41) buyrulmak suretiyle bu tereddüt hâli açıkça dile getirilmiştir.
Nifâkın kalble ilişkisini dikkate alarak diyebiliriz ki, her münâfık îtikadî anlamda riyakârdır. Fakat her riyakâr münâfık değildir. Zira nifâk kalpte olursa küfür, amelde olursa günah sayılır. (Kurtubî, VIII, 212)
4) Gaflet
Sözlükte terk etmek, önemsememek, yanılmak, ihmal etmek, dalgınlık ve dikkatsizlik gibi mânalara gelen gaflet, dinî literatürde Allah’a ve bildirdiği hakikatlere karşı ilgisiz kalmak, onları unutmak, nefsin heva ve hevesine uymak diye tarif edilebilir.
Gaflet, Kur’ân-ı Kerîm’de bilhassa inkâr edenlerin vasfı olarak zikredilmektedir. Mesela bir âyet-i kerîmede hayvanlardan daha aşağı seviyede bulunan ve kalpleri mühürlü olan inkârcılar, gâfiller diye nitelenirken, (el-A’râf 7/179) yine aynı vasıftaki şahıslardan bahseden bir başka âyet-i kerîme şu mealdedir:
“İşte onlar Allah’ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir ve onlar gâfillerin tâ kendileridir.” (en-Nahl 16/108)
Diğer taraftan Efendimiz’in şahsında mü’minlerin, gaflet hastalığına karşı şöyle uyarıldığını görmekteyiz:
“Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam Rabbini zikret, gâfillerden olma!” (el-A’râf 7/205)
5) Gazap
Türkçe’de, kızgınlık ve öfke hissi anlamında kullanılan gazap, mizaca aykırı durumları bertaraf etmeye duyulan arzu ve istek sebebiyle ortaya çıkan bir tepki hâlidir. Kalbin derinliklerinde yer alan bu duygu, kül altında saklanan köz gibidir. Maksadına ulaşamayan insanın içinde tutuşan bu ateş, âdeta kalbindeki kanın kaynamasına sebep olur. Sonuçta akıl, görevini tam anlamıyla yerine getiremeyeceğinden insanın basîreti bağlanır ve muhakeme gücü zayıflar. Bu sebeple Efendimiz; “Bir hâkim öfkeli iken, iki kişi arasında hüküm vermesin” buyurmuştur. (Tirmizî, Ahkâm, 7)
Ayrıca kişi aşırı bir şekilde öfkelendiği vakit, sakinleşince utanacağı birçok davranışlarda bulunabilir. Onun için “öfke gelir göz kararır, öfke gider yüz kızarır” denilmiştir. Hatta aşırı öfke için “muvakkat (geçici) delilik” tabiri de kullanılmıştır.
6) Kin
Kin, öç almaya yönelik kalpte yerleşen düşmanlık duygusudur. Özellikle, âcizliği sebebiyle hemen intikam alamayan kimsenin kalbine yerleşen öfke, gizli bir düşmanlık duygusuna, kine dönüşür. Kin duyduğu şahsa içten içe kızan kişi, intikam almak için daima fırsat kollar. Yani kinin başlıca kaynağı öfke, nefret ve intikam hırsıdır. Bir âyet-i kerîmede kâfirlerin mü’minlere karşı beslediği bu olumsuz duygulara şöyle dikkat çekilmektedir:
“Ey îmân edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten şiddetli nefret ve düşmanlıkları, ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (nefret, kin ve haset) ise daha büyüktür.” (Âl-i İmrân 3/118)
Hz. Peygamber, mü’mine yakışmayan bu tür kötü huylardan uzak kalmak ve ümmetine örnek olmak üzere:
“Ey Rabbim!... Kalbime hidâyet eyle, dilimi doğru kıl, göğsümdeki hile ve kin duygusunu gider” diye dua ve niyâzda bulunmuştur. (Ebû Dâvûd, Vitr, 25; Tirmizî, Deavât, 102)
7) Haset
Haset, başkasının sahip olduğu maddî veya manevî bir imkânın yok olmasını istemektir. Dilimizde kıskançlık ve çekememezlik diye ifade edilen haset, kalbe ait mezmum bir vasıftır. Kur’ân-ı kerîm, bu menfi tutumun kişi ve toplumların îmânî boyutunu zedeleyebileceğini şöyle vurgulamaktadır:
“Ehl-i kitaptan çoğu, hakikat apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki hasetten ötürü, sizi îmânınızdan vazgeçirip küfre döndürmek isterler.” (el-Bakara, 2/109)
Âyet-i kerîme, bilhassa Yahûdilerin Müslümanları îmândan vazgeçirme yönündeki isteklerinin altında haset duygusunun yattığını açıkça belirtmektedir. Hz. Peygamber:
“Bir kulun kalbinde îmânla haset bir arada bulunmaz.” (Nesâî, Cihâd, 8) buyurmak suretiyle îmân gibi hasedin de kalbî bir amel olduğuna dikkat çekmiştir.
2- KALBİ MÂNEVÎ GÜZELLİKLERLE TEZYİN ETMEK
Gönül dünyamızı manevî hastalıklardan koruma gayreti, kalp eğitimi süreci boyunca kesilmemesi gereken bir durum olmakla birlikte yeterli bir faaliyet değildir. Zira eğitim, hedeften uzaklaşmaya engel olmanın yanında, aynı zamanda kemâle doğru ilerleyerek gayeye yaklaşma veya ulaşma ameliyesidir. Bu sebeple kalp eğitiminde, asıl maksada ulaştıracak manevî güzelliklerin de devreye girmesi gereklidir. Söz konusu güzelliklerin elde edilmesi ise belli vasıtalarla gerçekleşecektir. Bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey insanlar! Muhakkak ki size Rabbinizden bir nasihat, gönüllerde olan (hastalıklar)a bir şifâ, mü’minler için bir hidayet ve bir rahmet (Kur’ân) gelmiştir.” (Yûnus 10/57)
Kalp eğitimi bakımından Kur’ân ve Sünnet’in bilhassa üzerinde durduğu iç dünyamızı tezyin edecek belli başlı güzelliklerden bahsetmeye başlayabiliriz.
1) Îmân
“İman” kelimesi, lügatte “emân vermek”, “emîn kılmak” “emîn olmak”, “itimât etmek”, “güven ve sükûnete kavuşmak” mânalarına gelir. Ayrıca îmân, “tasdîk etmek” (doğrulamak) anlamındadır. Zira tasdîk eden kimse de tasdîk ettiğini yalancılıktan emîn kılmış veya kendisi yalandan emîn olmuş olur. Bu itibarla hakiki mü’minler, îmânlarından doğan emniyet ve huzuru tatmakla birlikte, başkalarına da güven vermektedirler.
Dînî literatürdeki îmânın tarifine gelince, İslâm âlimleri bu hususta muhtelif görüşler beyan etmişlerdir. Bazıları imân “kalben tasdiktir” derken, bazıları da “kalple tasdîk, dil ile ikrârdır” demişlerdir. Bir kısım âlimler ise İslâm’ın beş temel esası olarak gösterilen amellerin tatbikini de bu tarif içerisinde mütalaa etmişlerdir. (Mâturîdî, s. 373 vd) Bununla birlikte söz konusu tariflerde îmânın “kalp ile tasdik” yani gönle ait bir yöneliş ve kabul olması ortak nokta olarak göze çarpmaktadır. Bu noktada ise Cibrîl hadisinde belirtildiği üzere Allah’a, O’ndan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlu olduğuna, meleklerine, kitaplarına, âhiret gününe, kadere; hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna kalben inanmak gerekir. (Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1)
Kur’ân-ı Kerîm, zâhiren boyun eğmenin “iman etmek” sayılmayacağını, îmân için kalbin tasdîkinin zarurî olduğunu şöyle vurgulamaktadır: “Bedevîler «imân ettik» dediler. De ki: îmân etmediniz. Fakat «biz (zâhiren) boyun eğdik» deyiniz. Zira îmân henüz kalplerinize girmedi.” (el-Hucurât 49/14)
2) Takvâ
Takvâ, lügatte bir şeyden sakınmak ve korunmak, korkulan şeyden nefsi emin kılmak gibi mânalara gelir. Istılahtaki anlamı ise, dinin emirlerine sıkıca bağlanarak yasaklarından kaçınmak; bir başka ifâdeyle, nefsi bütün günah ve kötülüklerden ve bunlara götüren davranışlardan korumaktır. Özetle Allah’ın emir ve nehiylerine karşı sorumluluk bilincine takva, bu bilince sahip kimseye de muttakî denir. Muttakî kimse, haram olan şeyleri terk etmenin yanında şüpheli şeyleri terk etmekle takvâsını güçlendirme gayreti içinde olmalıdır. Hadîs-i şerifte:
“Helal belli, haram da bellidir. İkisi arasında bir takım şüpheli şeyler vardır ki, insanlardan pek çoğu onları bilmez. Şüphelilerden sakınıp korunan kimse (takvâ sahibi), ırzını ve dinini muhafaza etmiş olur. Dikkat ediniz! İnsan vücudunda bir lokmacık et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur; o, bozuk olursa bütün vücut bozuk olur. İşte o et parçası kalptir” (Bûhârî, Îmân, 39; Müslim, Müsâkat, 107) buyrularak takvânın kemale ulaşabileceğine açıklık getirilmiştir.
3) Allah Korkusu
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah korkusunu ifade etmek üzere çoğunlukla “havf” ve “haşyet” kelimeleri kullanılmaktadır. “Havf”, işlenilen hata karşısında cezâya çarpılma korkusu ve hoşa gitmeyen şeyin başa geleceği endişesiyle kalbin ürpermesi anlamındadır. “Haşyet” ise havfa benzemekle birlikte; bilgiye dayalı, tazimle karışık bir korku olması yönüyle daha husûsi bir mânaya sahiptir. Bu sebeple haşyet, âlimlerin vasfıdır.
Kişinin Allah’a karşı takınması gereken edebin bir boyutu diye nitelendirilen Allah korkusunun merkezini, Kur’ân-ı Kerîm kalp olarak göstermektedir. Bu hususla ilgili dikkat çekici bazı âyetler şunlardır:
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir.” (el-Enfâl 8/2)
“...(Ey Nebî!) O mütevâzi, saygılı ve samimi insanları müjdele! Onlar ki Allah zikredildiğinde kalpleri titrer.” (el-Hacc 22/34, 35)
4) Muhabbet
Türkçe’de sevgi kelimesiyle ifade ettiğimiz muhabbet, dostluğun samimî ve katıksız hâlidir. Hayatın özünü teşkil eden muhabbet, sevgiliye kavuşma ve onun güzelliğini görme heyecanı içinde bulunan kalbin, ihtizaza gelip coşmasına sebep olan bir duygudur. Muhabbetin nefsânî ve rahmanî olmak üzere iki vechesi vardır. Allah’a ve onun rızasına yönelik her sevgi rahmâni, diğer tüm sevgiler ise nefsanîdir.
Kur’ân-ı Kerîm kalbî bir yöneliş ve arzuyu ifade eden muhabbetin, hakikatte yalnız Allah Teâlâ’ya teveccühünün lüzûmu üzerinde ısrarla durur. Nitekim Hz. İbrâhim’in dilinden “Ben batanları (yok olanları) sevmem” (el-En’âm 6/76) buyrularak fânî varlıkların gerçek anlamda sevgiye layık olmadıkları vurgulanırken, Allah’tan başka varlıkları, Allah’ı sever gibi sevmenin yanlışlığı da şöyle beyan edilir:
“İnsanlardan bazıları Allah’tan başkasını Allah’a denk ilahlar edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a karşı sevgileri ise her şeyden daha sağlam ve kuvvetlidir.” (Bakara, 165)
5) Merhamet
Ra-hı-me filinin masdarı olan “merhamet” ve “rahmet” kelimeleri yufka yüreklilik, yumuşak kalplilik ve acıma duygusuna sahip olmak gibi mânalara gelir.
Merhamet, Allah’ın “Rahmân” ve “Rahîm” sıfatlarının tecellisi olan ilâhî bir duygudur. Rahmân sıfatı, Allah Teâlâ’nın inanan-inanmayan ayrımı yapmadan bütün insanlara, hatta bütün varlığa uzanan, en geniş daireli rahmetidir. Rahîm sıfatının işaret ettiği merhamet ise, kıyâmet günü yalnız mü’minlere gösterilecek özel bir merhamettir. (Râgıb, s. 192) Bir âyet-i kerîmede bu husus şöyle dile getirilir:
“Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Onu (bilhassa) müttakîlere, zekât verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (el-A’râf 7/156)
Allah’ın rahmetinin hesap gününde özellikle mü’minlere has olması ilâhî adâlet gereğidir. Bu, hayırla şerrin, aydınlıkla karanlığın, Mûsâ ile Firavun’un farkını belirlemektir. Yoksa “Merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah” (el-Mü’minûn 23/109) kullarına hiç bir zaman zulmetmez.
6) İstiğfar ve Zikir
İstiğfar Allah’tan hata ve günahların bağışlanmasını istemek demektir. İstiğfarın gönül dünyamızın arınmasında önemli bir yeri vardır. Öyle ki hakkıyla yapılan istiğfar sayesinde kişi, kalbinin paslanmasına yol açan günah kirlerinden kurtulur. Bu hususta Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Kul bir hata işlediği zaman kalbine siyah bir nokta düşer. Eğer tevbe edip affını dilerse, kalbi bu lekeden temizlenir, cilâlanır. Ancak tekrar günaha dönerse bu noktalar çoğalarak kalbin tamamını kaplar. İşte Allah Teâlâ’nın Kur’ân’da zikrettiği (el-Mutaffifîn 83/14) kalbin kirlenmesi (paslanması) budur.” (Tirmizî, Tefsîr, 83; İbn Mâce, Zühd, 29)
Fahr-i Kâinat, her gün çok sayıda yaptığı tevbe ve istiğfarı kalbî hayatıyla şöyle alâkalandırır:
“Bazen kalbimin perdelendiği olur. Bu yüzden ben Allah’a günde yüz defa istiğfâr ederim.” (Müslim, Zikir, 41)
7) Kalbin Islahı İçin Dua
Çağırmak, seslenmek ve yardım talep etmek gibi mânalara gelen dua, Allah’ın yüceliği karşısında kulun, aczini itiraf ederek, sevgi ve ta’zim duyguları içinde O’ndan lütuf ve yardım istemesi demektir. Dua insanın Allah’a hâlini arzetmesi ve O’na niyazda bulunması bakımından kul ile Yaratıcısı arasında âdeta karşılıklı bir konuşmadır. Bunun gerçekleşmesi için önce Allah insanı kendi varlığından haberdar etmiş, insan da varlığını benimsediği bu yüce kudretle irtibat ihtiyacı duymuştur. İşte dua böyle bir irtibat neticesinde insanın hem ihtiyaç ve eksikliklerinin telâfisini, hem de daha mükemmele ulaşmasını hedefleyen bir diyalog vasıtasıdır. Âyet ve hadislerde dua ile insan kalbinin ıslah edilmesine yönelik birçok emir ve tavsiye bulunmaktadır.
İhtiyaçların giderilmesi ve hataların affı için Allah’a başvurmak, nimetleri sebebiyle O’nu hatırlamak ve anmak kişide rûhi bakımdan bir rahatlık, huzur ve mutluluk doğurur. (er-Ra’d 13/28; el-A’lâ 87/14, 15) Ayrıca bu durum, ahlâkî arınmaya ve yücelmeye yol açar, şahsiyetin tamamlanmasında yapıcı bir vazife icra eder. Dua ve ibâdetle meydana gelen yakınlaşma, Allah’ın sevgisine, bu sevgi de kulda saf bir gönlün oluşmasına vesile olmaktadır. (Buhârî, Rikâk, 38) Hz. Peygamber:
“Allahım! Kalbimi kar ve dolu suyu ile yıka! Beyaz elbiseyi kirden arındırdığın gibi kalbimi günahlardan arındır” (Buhârî, Deavât, 39; Müslim, Zikr, 49) meâlindeki hadisiyle duanın söz konusu fonksiyonuna dikkat çekmiştir. Yine duada Allah, matlûb ve maksûddur. Ondan gayrı her türlü ilgi ve istekten uzaklaşılır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu durum, “kişinin, dini Allah’a has kılması” olarak tanımlanmıştır. (el-Mü’min 40/14, 65)
Kaynak: Üsve-i Hasene 2, Erkam Yayınları