Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye Hicreti
Peygamberimiz Medine’ye kiminle, nereye, ne zaman ve niçin hicret etmiştir? Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicreti.
Hicret, sözlükte bir yerden başka bir yere göç etme anlamına gelir. İslam takviminde (Hicri takvim) tarih başı sayılan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye göç etmesi.
- Hicret nedir, niçin yapılmıştır?
- Hicret kaçış mıdır ya da sıradan bir göç müdür?
- Hicret için neden Medine seçilmiştir?
- Peygamberimiz neden hicret etti?
- Müslümanlar Mekke’den medine’ye neden hicret etmiştir?
- Peygamberimiz Mekke’den Medine’ye kaç yılında hicret etmiştir?
- Peygamber Efendimiz’in Medine’ye hicreti nasıl olmuştur?
- Peygamberimizin hicret arkadaşı kimdir?
- Hicret sırasında meydana gelen önemli olaylar nelerdir?
Hicrete izin verilmesi ve Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicreti.
HİCRET NEDİR?
Hicret, Hz. Muhammed (s.a.v.) ve diğer Müslümanların, baskılardan kurtulmak için 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç etmelerine verilen isimdir. Bu göçün sonucunda Medine’de, Medine Sözleşmesi ile günümüzde İslam Devleti olarak sınıflandırılan devletlerden ilki kabul edilen Medine Şehir Devleti kuruldu.
MÜSLÜMANLAR MEKKE’DEN MEDİNE’YE NEDEN HİCRET ETMİŞTİR?
İkinci Akabe Bey’ati’nden sonra müşrikler, Müslümanların sığınıp kendilerini koruyacak bir yere hicret edeceklerini öğrenince, yaptıkları eziyetleri büsbütün artırdılar. Müslümanlar bu dayanılmaz işkenceler sebebiyle Mekke’de oturamayacak hâle geldikleri için, hâllerini Peygamber Efendimiz’e arz ettiler ve hicret için izin istediler.
Allâh Resûlü, Allâh’ın izni ile Müslümanlara Medîne yollarını işâret etti ve şöyle buyurdu:
“Bundan böyle sizin hicret edeceğiniz şehrin, iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi.” (Buhârî, Kefâlet, 4)
Onlara Ensâr ile, yâni Medîneli Müslüman kardeşleriyle kucaklaşmalarını emretti ve:
“Allâh Teâlâ sizin için kardeşler ve huzur bulacağınız bir diyâr lutfetti!” buyurdu.
Bundan sonra Müslümanlar, müşriklere hissettirmeden hazırlandılar, birbirlerine yardım ederek gizlice hicret etmeye başladılar.[1]
Çünkü müslümanların daha evvel hicret edip de hüsn-i kabûl gördükleri Habeşistan, cihânşümûl bir dîn için merkez olabilme şartlarını hâiz değildi. Medîne ise, hem siyâsî hem ticârî bakımdan ve daha birçok yönleriyle İslâm’a merkez olabilecek vasıfta bir şehirdi. Bu yüzden topyekûn hicret, o mübârek beldeye nasîb olacaktı.
Nitekim Medîne, Müslümanlar için bir barınak ve sığınak mekânı hâline geldi. Böylece Mekkeli müşriklerin de korktukları başlarına gelmiş oldu. İslâm, Mekke dışına çıkmış ve Medîne’de büyük bir îtibar kazanmıştı. Bu, müşriklerin, Hz. Peygamber’i yurdundan söküp atmak için rahatsız edip durmalarının kendileri için ne kadar büyük bir zarar ve kayıp olduğunu bir türlü anlayamamalarından kaynaklanıyordu. Hakîkaten bu, onlar için büyük bir kayıptı. Fakat göremiyor, duyamıyor, hissedemiyor, kavrayamıyorlardı.
Allâh Teâlâ, Resûlü’ne buyurdu:
“...Onlar da Sen’den sonra yurtlarında pek az kalabileceklerdir!” (el-İsrâ, 76)
Zavallı müşrikler, o anki güçlerine ve nefislerinin sultasına aldanarak müslümanları alay, istihzâ, tehdit, ambargo, şiddet ve işkence ile yıldırdıklarını sanıyor, böylece Mekke’deki nüfûzlarını muhâfaza ettiklerine inanıyorlardı. Oysa pek yakın bir zamanda nelere şâhid olacaklardı! Kendilerini mutlak ve mukadder bir mağlûbiyet ve perişanlık bekliyordu...
Çünkü akın akın Medîne’ye giden Müslümanlar, onlardan korktukları için değil, İslâm’ın temellerini en muhkem bir şekilde inşâ etmek üzere hicret ettiklerinin şuuru içindeydiler.
HİCRET KAÇIŞ MIDIR YA DA GÖÇ MÜDÜR?
Hicret, hiçbir zaman zillet ve meskenet içerisinde çâresizce bir kaçış olarak anlaşılmamalıdır. Medîne, Muhâcirler için bir hicret yurdu, diğer mü’min kardeşleriyle birleşip toparlanarak, çıkartıldıkları topraklarda Allâh’ın dînini hâkim kılmak için yerleştikleri bir karargâhtır.
Muhâcirler, bunun için mal-mülk, akrabâ, neleri varsa Mekke’de bırakıyorlardı. Kimi gizli, kimi açıktan açığa Medîne yollarına koyuluyordu.
Hz. Ali der ki:
“Muhâcirlerden hiç kimse bilmiyorum ki, gizli olarak hicret etmiş olmasın. Hz. Ömer bundan müstesnâdır. O hicret edeceği zaman kılıcını kuşandı, yayını omzuna astı, oklarını ve mızrağını eline aldı ve Kâbe’ye gitti. Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri, o sırada Kâbe’nin yanında bulunuyorlardı. Hz. Ömer Kâbe’yi yedi defâ tavâf ettikten sonra onların yanına vardı ve şimdiden gelecekteki zaferlerin ilk hamlesini gösterircesine müşriklere haykırdı:
«–İşte ben de Medîne’ye gidiyorum! Anasını ağlatmak, hanımını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyenler arkama düşsün, şu vâdinin arkasında karşıma çıksın!»
Ancak hiç kimse O’nun ardına düşüp tâkib edemedi.” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV, 152-153)
MUHACİR VE ENSAR NE DEMEK, KİMLERE DENİR?
Medîneliler, Mekke’den gelen kardeşlerini kucaklayarak karşılıyor, onlara cân u gönülden yardım ediyorlardı. Bu yüzden Mekkeli Müslümanlara “Muhâcir”, Medîneli Müslümanlara ise, yardım edenler mânâsına “Ensâr” denildi.
Allâh Teâlâ buyurur:
“(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk Muhâcirler ve Ensâr ile onlara ihsân ile tâbî olanlar var ya, işte Allâh onlardan râzı olmuştur; onlar da Allâh’tan râzı olmuşlardır. Allâh onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)
HİCRET NİÇİN YAPILMIŞTIR?
İslâm âlimleri, Müslümanların hicret etmelerine izin verilmesinden, şu hükümleri çıkarmışlardır:
Hicret, Hz. Peygamber’in döneminde farz idi. Onun farziyyeti kıyâmet gününe kadar bâkîdir. Mekke’nin fethi ile sona eren hicret ise, sâdece Resûlullâh devrine mahsustur.
Bir Müslümanın ezan, cemaat, oruç, namaz ve diğer İslâmî hükümleri yerine getiremediği bir yerde kalmaya devâm etmesi câiz değildir. Cenâb-ı Hakk’ın şu âyeti bu hususta delildir:
“Melekler, kendilerine zulmeden kişilerin canlarını aldıklarında, onlara, «Ne işte idiniz?» derler. Onlar da: «Biz yeryüzünde zayıf kimselerdik.» derler. Melekler: «Allâh’ın arzı geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya!» derler. İşte bunların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü gidiş yeridir. Ancak gerçekten âciz ve zayıf olan, çâresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar müstesnâ.” (en-Nisâ, 97-98)
Bu âyette, Medîne’ye hicret etmeyerek müşrik bir cemiyet içinde kalanların, kendilerine zulmettikleri bildirilmektedir. Bunlar, rahatlarını, alışkanlıklarını, âilelerini, mal-mülk ve menfaatlerini dinlerine tercih ediyorlardı. Bu sebepten “Biz yeryüzünde zayıf kimselerdik.” şeklinde ileri sürdükleri mâzeretleri kabûl edilmemiştir. Bununla birlikte hakîkaten hicrete güç yetiremeyen yaşlı, zayıf erkek, kadın ve çocukların mâzeretleri kabûl edilmiştir.
Hicret hâdisesinden çıkarılan bir başka hüküm ise, Müslümanların ülkeleri ve memleketleri her ne kadar ayrı olsa bile, diğer Müslümanlara mümkün olduğu müddetçe yardım etmelerinin farz olmasıdır. İslâm âlimleri, Müslümanların yeryüzünde herhangi bir yerde zulüm gören, esir olan veya ezilen mü’min kardeşlerine yardım etmeye muktedir olup da yardım etmedikleri takdirde, büyük bir günâha girecekleri husûsunda icmâ etmişlerdir.
Varlık Nûru, Hicret’e büyük ehemmiyet atfetmiş, Mekke’nin fethine kadar bütün Müslümanların Medîne’ye hicret etmesini istemiştir. Çünkü Medîne dışındaki yerler küfür diyârı idi ve Müslümanların o diyarlarda inançlarını öğrenip yaşamaları çok zordu.
MÜŞRİKLERİN SUİKAST PLANI
Mekke’nin gün geçtikçe boşaldığını gören müşrikler, yavaş yavaş işin kendileri açısından vehâmetini kavramaya başladılar. Hemen bir fesat ocağı olan Dâru’n-Nedve’de toplandılar. Toplantıya Necidli olduğunu söyleyen bir ihtiyar da katılmıştı. Bu ihtiyar, insan sûretine girmiş şeytandan başkası değildi.
Ne yapacaklarını uzun uzun tartıştılar. Peygamber Efendimiz’i yakalayıp hapsetmek veya Mekke’den sürüp çıkarmak gibi birçok teklifler ileri sürüldü. Tekliflerin hepsine şeytan karşı çıktı. Sonunda en rezil bir kararda fikir birliğine vardılar:
Allâh Resûlü’nü öldürmek!..
Bu teklifi, devrinin Firavun’u olan Ebû Cehil şöyle dile getirmişti:
“–Her kabîleden birer silâhlı genç bulalım. Gençlerin hepsi O’na bir anda saldırsınlar. Hep birlikte vurup öldürsünler. Böylece O’ndan kurtulalım, rahata kavuşalım! Delikanlılar bu şekilde yapınca, O’nun kanı bütün kabîlelere dağılmış olur! Abdi Menaf Oğulları ise, bütün kabîlelerle savaşmaya güç yetiremezler, diyet almaya râzı olurlar. Biz de, Abdi Menaf Oğulları’na O’nun diyetini öderiz!” dedi.
Necidli bir ihtiyar kılığındaki şeytan:
“−İşte en yerinde söz, bu adamın sözüdür! Bundan daha mâkul bir teklif olamaz!” dedi. (İbn-i Hişâm, II, 93-95)
Bu karar alındığı sırada Allâh Resûlü, Mekke’de âdeta yapayalnız kalmıştı. O, ümmetine düşkün bir Peygamber olarak önce onları göndermiş, kendisi de Muhâcirler’in gerisini kollamak gibi bir hareketi tercîh etmişti. Zâten murâd-ı ilâhî de böyleydi. Hattâ mukaddes yolculukta biricik yoldaşı olacak olan Hz. Ebûbekir, hicret için kendisinden izin istediğinde:
“–Sabret!” buyurmuş ve ilâve etmişti:
“–Belki Allâh sana hayırlı bir yol arkadaşı verir!” (İbn-i Hişâm, II, 92)
Buna çok sevinen Hz. Ebûbekir, hicrete hazırlık olmak üzere sekiz yüz dirheme satın aldığı iki deveyi, evinde dört ay îtinâ ile besledi. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45)
Müşrikler, almış oldukları kararı tatbîk için harekete geçtiklerinde, Allâh Resûlü de hicret için emr-i ilâhîyi almıştı:
“(Resûlüm!) De ki: Ey Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla! Çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla! Bana katından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver!” (el-İsrâ, 80)
Bu âyet-i kerîmeden başka, Cebrâîl (a.s.) de müşriklerin kurdukları hîleleri Hz. Peygamber’e bildirmiş ve:
“–Bu gece yatağına yatmayacaksın!” demişti. (İbn-i Hişâm, II, 95)
Bunun üzerine Hz. Peygamber, gündüzün herkesin istirahat ettiği öğle sıcağında Hz. Ebûbekir’in yanına gidip hicret emrinin geldiğini bildirdi.
Hz. Ebûbekir sordu:
“–Berâber miyiz ey Allâh’ın Resûlü!”
Resûlullâh:
“–Evet, berâberiz!” buyurdular.
Hz. Ebûbekir bu cevaptan öyle memnûn ve mesrûr oldu ki, göz pınarlarından taşan sevinç damlaları, O’nun gönül âlemini en güzel bir şekilde aksettiriyordu.[2]
PEYGAMBERİMİZ HİCRET EDERKEN YATAĞINDA KİMİ BIRAKMIŞTIR?
Daha sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’yi çağırarak hicreti haber verdi ve üzerinde bulunan emânetleri yerlerine teslîm etmesi için O’nu vekil bıraktı. Çünkü Mekke’de, kıymetli bir eşyâsı olup da, sıdkını ve emînliğini bildikleri için, onu Resûlullâh’a emânet etmeyen kimse yoktu.
Müşriklerin plânlarına tedbîr olarak da şöyle buyurdu:
“–Yâ Ali! Bu gece benim yatağımda sen yat! Şu hırkamı da üstüne ört; korkma! Sana hoşlanmayacağın bir şey isâbet etmeyecektir!” (İbn-i Hişâm, II, 95, 98)
Allâh Resûlü’nün, hırkasını Hz. Ali’nin üzerine örttürmesi, aynı zamanda eşyâ ile teberrüke bir misâl teşkil eder. Bunun benzeri misâller çoktur.
Nitekim Hz. Peygamber, Veysel Karânî’ye de hırkasını göndermiş ve:
“Bunu sırtına giysin, ümmetime duâ etsin!” buyurmuştur. (Feridüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 21)[3]
Burada dikkat çeken diğer bir husus da Hz. Ali’nin Resûlullâh’a olan teslîmiyetidir. Zâten sahâbe-i kirâm hazarâtı, Allâh Resûlü’nün emirlerine teslîmiyette aslâ tereddüt göstermezler, O’nun söz ve fiillerine tâbî olmakta kesinlikle ihmalkâr davranmazlardı. Hiçbir zaman neden ve niçin diye sormazlar, verilen emir ne ise derhâl onu yerine getirirlerdi. Sünnetlerinden hiçbirini terk etmemeye, hepsiyle istisnâsız amel etmeye gayret eder, O’nun yolunu terk ettiklerinde dalâlete düşeceklerini çok iyi bilir ve bundan korkarlardı. Ashâbın Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’ye bağlılığı, gölgenin sâhibine bağlılığı gibiydi.[4]
HZ. ALİ’NİN (R.A.) KIRDIĞI PUT
Hz. Ali (r.a.) şöyle anlatıyor:
“Resûlullâh Mekke’den hicret edeceği zaman berâber Kâbe’ye gittik. Kâinâtın Efendisi bana:
«−Otur!» buyurdu.
Omzuma basıp Kâbe’ye çıkmak istedi. Birden gücüm kuvvetim gitti! Fahr-i Âlem Efendimiz benim kuvvetten düştüğümü görünce, hemen omzumdan indi. Kendisi yere çökerek:
«−Bas omuzlarıma!» buyurdu.
Omuzlarına bastım. Bana birden öyle bir güç kuvvet geldi ki, istesem semânın ufuklarına ulaşabileceğimi hissettim! Nihâyet, Beytullâh’ın üstüne çıktım. Orada tunçtan veya bakırdan bir put vardı. Resûlullâh bana:
«−Onu aşağı at ey Ali!» buyurdu.
Aşağı atar atmaz o, sırça bir çanak gibi kırılıverdi!
Hemen Kâbe’nin üzerinden indim. Herhangi bir kimse ile karşılaşmamak için hemen oradan uzaklaştık.” (Ahmed, I, 84; Hâkim, III, 6/4265)
PEYGAMBERİMİZİN HİCRET EDERKEN OKUDUĞU AYETLER
Hicret gecesi, Resûlullâh, daha hâne-i saâdetlerinden çıkmadan müşrikler evin etrâfını sarmışlardı. Fakat Allâh’a tevekkül ve teslîmiyeti sonsuz olan Hz. Peygamber’de hiçbir tereddüd, endişe ve telâş emâresi görülmüyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, mübârek ellerine bir avuç toprak alarak müşriklerin üzerine serpti ve Yâ-sîn Sûresi’nin şu âyet-i kerîmelerini okuyarak aralarından süzülüp geçti:
“Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelerine kadar dayanmıştır da burunları yukarı, gözleri aşağı somurtmaktadırlar. (Ayrıca) önlerinden ve arkalarından birer set çektik de onları sardık; artık göremezler!” (Yâ-sîn, 8-9)
Göremezlerdi elbette! Çünkü onların kalplerinin körlüğü gözlerini âmâ etmişti. Aralarından geçen ise, Fahr-i Kâinât, Âlemlerin Efendisi, Varlık Nûru idi. Tabiî ki, kör kalplerin ve gözlerin Nûr’u görmesine imkân yoktu. Nitekim görmediler de!..
Bir kimse müşriklerin yanına gelip onlara:
“−Siz burada neyi bekliyorsunuz?” diye sordu.
Onlar:
“−Muhammed’i bekliyoruz!” dediler.
Bunun üzerine o şahıs:
“–Allâh sizi umduğunuza erdirmesin! Vallâhi Muhammed çıkmış ve başınıza toprak saçıp gitmiş!” dedi.
Müşrikler ellerini başlarının üzerine sürdüklerinde, toprak içinde kaldıklarını gördüler. Hemen içeriye baktılar. Peygamber Efendimiz’in döşeğinde birisinin uyumakta olduğunu gördüler:
“−İşte Muhammed! Örtüsüne bürünmüş uyuyor!” dediler.
Hemen yatağa doğru yürüdüler. Yataktaki zât doğrulup onlara bakınca müşrikler şaşkınlıktan donakaldılar, gözlerine inanamadılar! Zîrâ karşılarındaki Allâh’ın Resûlü değil, Hz. Ali idi!
Kendi kendilerine:
“−Vallâhi, adamın bize söylediği doğru imiş!” dediler.
Kureyş müşrikleri, Hz. Ali’ye öfkeyle:
“−Amcanın oğlu nerede ey Ali!?” diye bağırdılar.
Hz. Ali:
“−Bilmiyorum, bu hususta bir fikrim yok! Hem O’nun üzerinde gözcü de değilim! Siz O’na Mekke’den çıkıp gitmesini söylediniz! «Bizden ayrıl, git!» dediniz. O da çıkıp gitti.” dedi.
Bunun üzerine müşrikler Hz. Ali’yi azarladılar ve tartakladılar; hattâ Mescid-i Harâm’a götürüp bir süre hapsettikten sonra bıraktılar. (İbn-i Hişâm, II, 96; Ahmed, I, 348; Ya’kûbî, II, 39)
Kalpleri kilitli ve hakîkate âmâ olan bedbahtlar, hâne-i saâdetin etrâfında çirkin bir niyetle beklerlerken, Allâh Resûlü, ilâhî emniyet içinde, çoktan Hz. Ebûbekir’in evine varmıştı. Çünkü müşriklerin bir plânı vardı, ama Allâh’ın da bir plânı vardı ki, onun dışında geçerli olabilecek hiçbir hüküm yoktu. Bu husûsu Cenâb-ı Hak şöyle bildirir:
“(Ey Resûlüm!) Kâfirler Sen’i tutup bağlamak veya öldürmek yahud Sen’i (yurdundan) çıkarmak için Sana tuzak kuruyorlardı. Onlar (Sana) tuzak kurarlarken, Allâh da (onlara) mekir (tuzak) kuruyordu. Çünkü Allâh, mekir (tuzak) kuranların en hayırlısıdır.” (el-Enfâl, 30)
PEYGAMBER EFENDİMİZİN HİCRET ESNASINDA YOL ARKADAŞI KİMDİR?
Evinden çıktıktan sonra Hz. Ebûbekir’in hânesine gelen Allâh Resûlü, o kabûl etmese de, kendisi için hazırlanan devenin parasını verdi. Biraz evvel müşriklerin ortasından onlara görünmeden geçen Allâh Resûlü, ümmete numûne olacağı için bu defâ sünnetullâh îcâbı tedbirli hareket etti. Hz. Ebûbekir’le berâber, evin arka tarafından çıktılar. Develeri birkaç gün daha burada kalacaktı.
Yine ince bir tedbîr olarak Medîne’nin aksi istikâmetine doğru yola revân oldular.
Hz. Ebûbekir, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kâh önünde, kâh arkasında yürüyordu. Allâh Resûlü onun bu hareketini fark edince:
“−Ey Ebûbekir, niçin böyle yapıyorsun?” diye sordu.
Hz. Ebûbekir:
“−Yâ Resûlallâh! Sizin hakkınızda endişe ettiğim için böyle yürüyorum!” dedi.
PEYGAMBERİMİZİN HİCRET ESNASINDA SIĞINDIĞI MAĞARAYA NE AD VERİLİR?
Nihâyet Sevr Mağarası’na ulaştılar.
Sıddîk-ı Ekber Hazretleri:
“−Yâ Resûlallâh! Ben mağarayı temizleyinceye kadar, siz burada bekleyin!” dedi ve mağaraya girdi. Mağaranın içini temizleyip haşerât deliklerini kapattıktan sonra:
“−Artık gelebilirsiniz ey Allâh’ın Resûlü!” dedi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 222-223)
Bu sırada müşrikler, Ebû Cehl’in başkanlığında Hz. Ebûbekir’in evine gelmişler, kızı Esmâ’ya babasını sormuşlar ve ondan “bilmiyorum” cevâbını alınca, hırs ve hınçlarını, zavallı kızcağızı tokatlayarak çıkarmışlardı.
Sevr Mağarası’nın Bekçileri
Varlık Nûru ve O’nun Yâr-ı Gâr’ı[5] mağarada bir müddet kalacaklardı. Böylece, kendilerini Medîne yollarında arayacak olan müşriklerden daha rahat korunabileceklerdi. Zâten Allâh’ın lutf u inâyeti onların üzerindeydi ve kul tedbîrinin tükendiği yerde ilâhî nusret devreye giriyordu. Nitekim birtakım müşrikler, izleri tâkib ederek, Sevr Mağarası’nın ağzına kadar gelmişlerdi. Ancak baktılar ki, mağaranın ağzı hiç el değmemiş gibi örümcek ağları ile kaplı idi ve ayrıca bir güvercin yuvası vardı. Allâh Teâlâ’nın emriyle mağaranın önünde Peygamber Efendimiz’in yüzünü örtüp göstermeyecek biçimde bir ağaç yetişti![6]
Müşrikler, Âlemlerin Efendisi’nin burada olabileceğine ihtimal vermeyerek geri döndüler.
Bu iki azîz yolcunun müşterek yardımcısı, dayanağı, sığınağı ve barınağı, Hak Teâlâ idi. Bunun için mağaranın önüne gelen bedbahtlar, bir güvercin yuvası ile örümcek ağından başka bir şey görememişlerdi.
Ancak bütün bunlar olurken, mağaranın içinde Hz. Ebûbekir nâzik anlar yaşamıştı. Korkmuştu; kendisi için değil, Allâh Resûlü Efendimiz için...
Zîrâ müşrikler azıcık eğilip baksalar, onları hemen görebileceklerdi. Onlar mağaranın sağını solunu dolaşıyor ve:
“–Eğer mağaraya girmiş olsalardı, güvercinlerin yumurtası kırılır, örümcek ağı da bozulurdu” diyorlardı.
Bâzıları:
“−Mağaranın içine girip bakalım!” dedikleri zaman, Ümeyye bin Halef:
“−Sizin hiç aklınız yok mu? Mağarada ne işiniz var?! Üzerinde üst üste, kat kat örümcek ağı bulunan şu mağaraya mı gireceksiniz?! Vallâhi kanaatime göre şu örümcek ağı, Muhammed doğmadan öncesine âittir!” dedi.
Ebû Cehil ise:
“−Vallâhi, öyle zannediyorum ki, O yakınımızdadır! Fakat sihri ile gözlerimizi bağladı, görmez etti!” dedi.[7]
Bu esnâda endişeye kapılan Hz. Ebûbekir Sıddîk, Resûlullâh’a hitâben:
“–Ben öldürülürsem, nihâyet bir tek kişiyim, ölür giderim. Fakat Sana bir şey olursa, o zaman bir ümmet helâk olur.” diyordu.
Peygamberimiz ayakta namaz kılıyor, Hz. Ebûbekir de gözcülük yapıyordu. Efendimiz’e:
“–Şu kavmin Sen’i arayıp duruyorlar. Vallâhi ben kendim için endişelenmiyorum. Fakat sana zarar vermelerinden korkuyorum.” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz Yâr-ı Gâr’ına:
“–Ey Ebûbekir, korkma! Hiç şüphesiz Allâh bizimledir!” buyurdu. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 223-224; Diyarbekrî, I, 328-329)
Kur’ân-ı Kerîm’de bu hâdise şöyle anlatılmaktadır:
“O’na (Muhammed’e) yardım etmezseniz, bilin ki inkâr edenler, O’nu Mekke’den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allâh O’na yardım etmişti. Arkadaşına «Üzülme, Allâh bizimle berâberdir!» diyordu; Allâh da O’na sekînetini indirmiş, görmediğiniz askerlerle O’nu desteklemiş, inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allâh’ın sözü ise, işte en yüksek olan odur. Allâh Azîz’dir, Hakîm’dir.” (et-Tevbe, 40)
Üçüncüleri Allah Olan İki Kişi
Hz. Ebûbekir diyor ki:
“Biz mağarada iken müşriklerin ayaklarını görüyordum:
«–Ey Allâh’ın Resûlü, onlar ayaklarının aşağısına bir bakacak olsa bizi mutlakâ görürler!» dedim.
Bunun üzerine:
«–Ey Ebûbekir! Üçüncüleri Allâh olan iki kişi hakkında ne endişeleniyorsun?» buyurdu. (Buhârî, Fedâilü’l-Ashâb, 2, Menâkıb, 45; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 1)
Sevr Mağarası’nın Önemi Nedir?
Mekke’deki on üç yıllık teblîğ ve irşâd mücâhedesinden sonra, Allâh Resûlü’ne ikinci bir mağara olarak gösterilen Sevr, Hirâ’dan farklı bir mânevî tedrîs mekânı idi.[8] Orası, ilâhî esrâr ve kudret akışlarını müşâhede etmek, insan ve kâinât kitâbındaki hikmetleri okumak içindi. İlâhî esrâra gark olma ve kalbi inkişâf ettirme dersânesi idi.
Buradaki misâfirlik, üç gün, üç gece sürdü. Yalnız değildi. Arkadaşı, peygamberlerden sonra insanların en üstün ve kıymetlisi olan Hz. Ebûbekir idi. Hz. Ebûbekir, O’nunla mağarada üç gün arkadaşlık yapma şeref, izzet ve fazîletine ermiş, “ikinin ikincisi” olmuştu. Varlık Nûru, bu azîz arkadaşına:
“…Mahzûn olma; Allâh bizimle berâberdir!..” (et-Tevbe, 40) buyurmakla, aynı zamanda Allâh ile berâber olma (maiyyet) sırrını telkîn ediyordu. Bu, gizli zikir tâlîminin ilk başlangıcı ve gönüllerin Allâh’a açılarak itmi’nâna ermesiydi.
Yâni Sevr Mağarası, kulu sonsuz esrâr fezâsından, vâsıl-ı ilallâh kılacak temel kalbî eğitimin başlangıç mekânı ve bu ilâhî yolculuğun ilk merhalesi olmuştur.
Hz. Peygamber’in nûr menbaı olan kalp âlemindeki esrârı ümmetine fâş etmesi, ilk defâ Hz. Ebûbekir ile bu mağarada başlamış, kıyâmete kadar devâm edecek Altın Silsile’nin ilk halkası oluşmuştur.
Îman, gücünü Hazret-i Peygamber’e muhabbetten almıştır. Bütün ulvî yolculukların temel sâikı, O’na olan muhabbettir ve Hakk’a vuslatın yegâne yolu, O’na muhabbet ile noktalanmıştır. Çünkü sevginin şartı, aşkın kânunu, sevilen kişiye duyulan muhabbet ve o aşktan dolayı o kişinin sevdiği şeyleri de sevmektir. Muhabbetin taze tutulması da mânevî râbıta ile mümkündür.[9] İlâhî muhabbeti, ham ve sığ bir idrâk ile kavrayabilmek mümkün değildir.
Hz. Ebûbekr’in Peygamber Efendimiz’le kalbî râbıtasını ifâde eden şu hâdisenin, her gönle kendi ufku ve istîdâdı ölçüsünde bir tesir bırakacağı kanaatindeyiz:
Hz. Ebûbekir, Resûlullâh ile her sohbetinde apayrı bir zevk ve lezzetle mütelezziz olurlar, esrâr-ı nübüvvetin en samîmî mahremi olduklarından, müstesnâ tecellîlere nâil olarak yanlarında iken bile Allâh Resûlü’ne hasret içinde kalırlardı.
Nitekim Hz. Peygamber’in:
“−Ebûbekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım...” ifâdesi karşısında, Hz. Ebûbekir gözyaşları içinde:
“−Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Resûlallâh?!.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11) demek sûretiyle kendisini her şeyiyle berâber Hz. Peygamber’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu göstermiştir. (Bu mânevî makâm, tasavvufta “Fenâ fi’r-Resûl” olarak ifâde edilmektedir.)
Yılan Hikâyesi
Sevr Mağarası’nda Allâh Resûlü, bir ara mübârek başlarını Hz. Ebûbekir’in dizlerine koyup hafif bir uykuya dalmışlardı. O esnâda Hz. Ebûbekir, mağarada kendilerine çok yakın bir yerde küçük bir delik gördü. Herhangi bir zararlı haşerâtın çıkıp da Hz. Peygamber’i incitmemesi için hemen ayağını Allâh Resûlü’nü uyandırmadan o deliğin üzerine koydu.
İmtihân-ı ilâhî, gerçekten bir müddet sonra düşüncesinde haklı çıktı. Zîrâ bir yılan, Hz. Ebûbekir’in ayağını şiddetli bir şekilde ısırdı ve zehrini akıttı. O büyük sahâbînin canı o kadar yandı ki, Resûlullâh uyanmasın diye hiç kıpırdamadıysa da, gözlerinden düşen birkaç damlaya mânî olamadı. Öyle ki, bu damlalardan bir tanesi Allâh Resûlü’nün vech-i mübâreklerine düştü. Bunun üzerine uyanan Hz. Peygamber:
“–Ne var yâ Ebûbekir? Ne oldu?” diye sordu.
Hz. Ebûbekir:
“–Bir şey yok yâ Resûlallâh!” dediyse de, Resûlullâh’ın ısrârı üzerine meseleyi anlatmak zorunda kaldı. (Beyhakî, Delâil, II, 477; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 223)
Allâh Resûlü, hemen mübârek tükrüklerini yılanın ısırdığı yere parmaklarıyla sürdüler. Allâh’ın lutfuyla daha o anda Hz. Ebûbekir’in acı ve ıztırâbı dindi, yarası şifâ buldu.
Zayıf bir rivâyete göre bu hâdise dolayısıyla Allâh Resûlü, yılana sordu:
“–Bu işi niçin yaptın?”
Yılan da şöyle dedi:
“–Yâ Resûlallâh! Ben yıllardır Sizi görmenin hasreti ile şu küçük delikte bekler dururdum. Tam arzuma nâil olacağım sırada, Sizi görebilme yolumun kapanmış olduğunu gördüm. Ancak muhabbetimin galebesine dayanamayarak onu kapatanı engellemek için ısırmak zorunda kaldım.”
Bu hakîkati aksettiren diğer bir misâl de Hz. Ömer’in hilâfetinde vukû bulmuştur. Şöyle ki:
Rivâyete göre Bizans imparatoru, bir iyi niyet nişânesi olarak Hz. Ömer’e düşmanlarını bertaraf etmekte faydalı olabilecek çok kuvvetli bir zehir gönderir. Hayatları Rum entrikalarıyla geçen Bizans imparatorları için çok tabiî olan bu işe, Hz. Ömer iltifat etmez. Onu getiren elçinin önünde zehir şişesini ellerine alır ve sâdece bir besmele çekerek olduğu gibi içer. Zehrin hiçbir tesiri görülmez.[10]
Bu hâdiseler, yâni Allâh’ın izni ile zehrin zararından mahfûz olabilmek, ancak Allâh Resûlü’nün kalp âleminden nasîb alarak O’nunla aynîleşmiş müstesnâ kullara âit bir keyfiyettir.
Hz. Ömer halîfeliği zamânında bâzılarının kendisini H. Ebûbekir’e üstün tutar biçimde konuştuklarını işitince:
“−Vallâhi, Ebûbekir’in o gecesi, Ömer’in bütün hânedânından daha hayırlıdır! Yine Ebûbekir’in o günü, Ömer’in bütün hanedânından daha hayırlıdır! Resûlullâh mağaraya gitmek için evden çıktığı zaman, Ebûbekir O’nun yanında idi.” demiştir. (Hâkim, III, 7/4268)
Peygamberimiz Sevr Mağarası’nda Kaç Gün Kaldı?
Sevr Mağarası’nda misâfir kaldıkları zaman zarfında Hz. Ebûbekir’in kızı Esmâ yemek getirir; oğlu Abdullâh ise babasının emri üzerine her gece mağarada onların yanında geceler, seher vakti yanlarından ayrılır, sanki Mekke’de gecelemiş gibi Kureyş müşrikleriyle sabahlardı. Son derece zekî ve kâbiliyetli bir genç olan Abdullâh, gündüz de Kureyş müşriklerinin arasında bulunur, Peygamber Efendimiz hakkında söylenen şeyleri dinler, kurulan hîle ve tuzakları Varlık Nûru’na haber verirdi.
Hz. Ebûbekr’in âzatlısı Âmir bin Füheyre de Ebûbekir’e âit davarları, Mekkelilerin çobanlarıyla birlikte yayardı. Sabahleyin onlarla birlikte çıkar, akşam dönüşünde ise davarlarının yürüyüşünü ağırlaştırıp çobanlardan geride kalır, gece karanlığı basınca, davarlarıyla birlikte Sevr Mağarası’na dönerdi. Peygamberimiz ve azîz dostu, ihtiyaçları olan sütü bu koyunları sağarak alırlardı. Sabahleyin erkenden Mekke’ye dönen Abdullâh’ın ayak izlerini de davarların izleriyle siler, belirsiz hâle getirirdi.[11]
Üç gündür Resûlullâh’ı arayan müşrikler, artık O’nu bulmaktan ümit kesmişlerdi. Abdullâh’tan, müşriklerin ümîdinin tükendiğini haber alan Resûlullâh, dördüncü gün kılavuzun getirdiği develere binerek yola koyuldular. Ne de olsa bu yolculuk, doğup büyüdüğü topraklardan bir ayrılış olduğu için Allâh Resûlü’nün hüzünlenmesine sebep oldu. Çünkü O, Mekke-i Mükerremeʼyi çok seviyordu. Nitekim bir defâsında Hazvere bölgesinde durup Kâbe ve haremine yönelerek Mekke’ye hitâben şöyle buyurmuştu:
“Vallâhi sen, Allâh katında beldelerin en hayırlı ve en sevgili olanısın. Çıkarılmış olmasaydım, senden çıkmazdım.” (Ahmed, IV, 305; Tirmizî, Menâkıb, 68/3925)
Yine bir defâsında Mekkeʼye hitâben:
“Ne güzel bir beldesin, bana ne kadar da sevimli geliyorsun. Şâyet kavmim beni senden çıkarmasaydı senden başka bir yeri yurt tutmaz, yuva kurmazdım.” buyurmuştu. (Tirmizî, Menâkıb, 68/3926)
Yüce Peygamber’in bu hüznüne, vahy-i ilâhî ile tesellî geldi:
“Sana Kur’ân’ı (okumayı, teblîğ etmeyi ve ona uymayı) farz kılan (Allâh) Sen’i döneceğin yere döndürecektir.” (el-Kasas, 85)
Bu ifâdeler, geri dönüşü müjdeliyor, aynı zamanda Mekke fethinin ilk alâmeti olarak Allâh Resûlü’nün gönlündeki kederi sürûra inkılâb ettiriyordu.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN MEDİNE YOLCULUĞU
Mekke ile Medîne arası 400 küsur kilometrelik bir yoldur. O zamanlar deve yürüyüşüyle sekiz günde gidilebiliyordu. Yollar uzun, hava sıcak, kumlar alev alevdi ve mübârek kâfile, ilk yirmi dört saat hiç durmadan yollarına devâm etmişti.
Hz. Ebûbekir, ticâret maksadıyla zaman zaman Şam’a gidip geldiği için pek çok kişi onu tanırdı. Bu yolculukları esnâsında da tanıdığı birisiyle karşılaştıkça:
“–Ey Ebûbekir! Kimdir şu önündeki zât?” diye Fahr-i Kâinât Efendimiz’i soranlara:
“−Kılavuzumdur! Bana yol gösteriyor!” diyerek temkîn ve tedbîri elden bırakmaz, bu sözü ile de aslında: “O bana en hayırlı yolu gösteriyor!” demek isterdi. (İbn-i Sa’d, I, 233-235; Ahmed, III, 211)
Hicret Esnasında Peygamberimizin Yanında Kimler Vardı?
Resûlullâh, Ebûbekir Sıddîk ve âzatlısı Âmir bin Fuheyre ile birlikte Abdullâh bin Ureykıt[12] rehberliğinde Kudeyd mevkiinde bulunan bir çadıra uğradılar. Bu çadır Ümmü Mâbed’e âitti. Kendisi gelip geçen yolcuların su ve yiyecek ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırdı. Medîne’nin mukaddes yolcuları da Ümmü Mâbed’den süt istediler.
Peygamberimizin Süt Sağması
Çadırda Ümmü Mâbed’in gâyet zayıf bir koyunu vardı ki, sütü ve yağı olmak şöyle dursun, zayıflığının had safhada olması sebebiyle, hayvancağızın sürüye katılarak meraya gitmeye bile mecâli yoktu. Bu sebeple çadırın bir köşesinde kalmıştı. Resûlullâh, koyunu sağmak için izin istediğinde Ümmü Mâbed:
“−Anam babam sana fedâ olsun! Şâyet onda süt bulabilirsen sağ!” dedi.
Sevgili Peygamberimiz, Allâh Teâlâ’nın bereket ihsân etmesi için duâ ettikten sonra besmele çekerek bizzat kendi elleriyle o gün koyundan pek çok süt sağdı.
Ümmü Mâbed’in (r.a.) bildirdiğine göre o koyun, Hz. Ömer’in halîfeliği zamânında meydana gelen kuraklığa kadar yaşamıştır.
Yine Ümmü Mâbed (r.a.):
“Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir şey bulamazken biz onu akşam sabah sağardık.” diyerek koyundaki bereketi ifâde etmiştir.
Resûlullâh oradan ayrıldıktan sonra çadıra Ümmü Mâbed’in (r.a.) kocası Ebû Mâbed çıkageldi. Çadırda pek çok süt görünce hayretle:
“−Ey Ümmü Mâbed! Bu sütler nereden geldi? Koyunlar uzak merada, hepsi de kısır, burada ise sağılır hayvan yok! Bu ne hâldir?” diye sordu.
Hanımı:
“−Bugün bize mübârek bir zât uğradı. Şöyle şöyle güzel hâlleri vardı.” diye o gün yaşadığı hâdiseleri anlattı.
Ümmü Mâbed’in (r.a.) Hilye-i Şerifi
Kocası:
“−Aman şu zâtı bana târif et!” deyince, Ümmü Mâbed, Varlık Nûru’nun şemâilini şöyle târif etti:
“−Gördüğüm zât öyle bir kimseydi ki, güzelliği zâhir, yüzü nûrânî, ahlâkı güzel ve emsâlsiz idi. Kendisinde hiçbir ayıp olmayıp bilâkis son derece hoş-endâmlı ve güzel sîmâlıydı. Gözünde siyahlık, kirpiklerinde çokluk, sesinde nezâket vardı. Gözünün beyazı gâyet beyaz, karası gâyet kara ve Kudret’ten sürmeliydi. Kaşlarının ucu ince, saçları koyu siyahtı. Gerdanı uzun ve yüksek olup sakalı sık ve hafif uzundu.
Sustuğunda üzerinde sekînet ve vakar hâsıl olur, konuştuğunda güzellik, güler yüzlülük ve tatlı dillilik zuhûr ederdi. Sözleri sanki dizilmiş inciler gibi olup, ağzından tâne tâne çıkardı. Sözü açıktı, hak ile bâtılı gâyet iyi ayırırdı. Ne âcizlik sayılacak derecede az, ne de bıktıracak kadar çoktu.
Uzaktan görüldüğünde, insanların en heybetlisi ve en güzeli, yakınına gelince de insanların en tatlısı ve melâhatlisi idi. Orta boylu olup, boyu ne hoşlanılmayacak derecede uzun ne de gözün hakir göreceği şekilde kısaydı. Sanki bir fidandı ki, fidanlar arasında bitmiş, güzelliği onların üzerine çıkmıştı. Yanında birtakım arkadaşları vardı ki, bir şey söylediği zaman huzurla dinlerler ve verdiği emri yerine getirmek için koşuşurlardı. Hizmetine koşulan ve hürmet edilen biriydi. Mütebessim bir çehreye sâhipti. Kimseyi ayıplamaz ve azarlamazdı.”
Mekke’de Zuhur Eden Peygamber
Ebû Mâbed bu güzel sıfatları işitince yemin ederek:
“−Bu zât Kureyş kabîlesinde zuhûr eden Peygamber’dir. O’nunla berâber olup kendisine arkadaşlık etmeyi ne kadar isterdim. Yine de bir yol bulabilirsem bunu muhakkak yapacağım!” dedi.
O günlerde Mekke’de sâhibi bilinmeyen bir sesin Ümmü Mâbed’in çadırına gelen misâfirleri medheden içli şiirler okuduğu duyulmuştur. Hâtiften gelen bu şiiri duyan Hassân bin Sâbit de, Peygamber’leri aralarından çıkıp giden kavmin hüsrâna uğradığını ve O Peygamber’in Medîne’de hidâyeti neşredip Allâh’ın kelâmını okuduğunu anlatan bir şiir ile cevap vermiştir. (İbn-i Sa’d, I, 230-231; VIII, 289; Hâkim, III, 10-11)
Ebû Mâbed ve onun mesut âilesi, hep birlikte İslâm’a girerek sahâbîlik şerefine nâil olmuşlardır.
Sürâka bin Mâlik’in (r.a.) Müslüman Olması
Mukaddes kâfileyi bir türlü bulamayan müşrikler, bulanlara büyük mükâfatlar va’detmişlerdi. Bu vaatlerle gözleri kamaşanlar da, yollara düşmüştü. Sürâka bin Mâlik de bunlardandı.
Nitekim Sürâka uzun bir arayıştan sonra, Allâh Resûlü’ne rast geldi. O’nu görür görmez atını hızlandırdı. Fakat birdenbire atının ayakları kumlara gömülüverdi. Kendisi de yere düştü.
Ne kadar uğraştıysa da, kumdan çıkmaya ve Peygamber Efendimiz’e doğru ilerlemeye muktedir olamadı. Bir hayli uğraştıktan sonra aklı başına geldi; nâdim oldu. Allâh Resûlü’nün affına ilticâ etti. Hz. Peygamber de duâ buyurdular. Bu duâ bereketiyle Sürâka’nın atı kumlardan kurtuldu. Bu mûcizeyi gören Sürâka’nın, o anda kalp âlemi değişti ve Resûlullâh’a samîmî bir dost oluverdi. Kâfilenin yerini gizli tutmak niyetiyle geri döndü. O tarafa gelenleri de, ya geri çevirdi ya da başka yönlere sevk etti. (Müslim, Zühd, 75)
Allâh Resûlü’nün şu müjdesi, Sürâka’nın âdeta kulaklarında çınlıyordu:
“–Ey Sürâka! Kisrâ’nın bileziklerini takınacağın, kemerini kuşanacağın ve tâcını giyeceğin zaman kendini nasıl hissedeceksin?”
Hakîkaten İran fütûhâtında Kisrâ’nın bilezikleri, kemeri ve tâcı Medîne’ye getirildiği zaman, Hz. Ömer Sürâka’yı çağırıp bunları ona taktı ve:
“−Ey Sürâka! Ellerini kaldırıp: «Allâhu ekber! Hamd olsun o Allâh’a ki, bunları “Ben insanların Rabbiyim!” diyen Kisrâ bin Hürmüz’den çıkarıp Müdlicoğulları’ndan Sürâka bin Mâlik’e taktırdı!» de!” buyurdu. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 332; İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 19)
Peygamber Efendimiz Gamîm mevkiine geldiğinde, Büreyde bin Husayb ve kavmi ile karşılaştı. Onları İslâm’a dâvet etti.
Bunun üzerine onlar da Allâh Resûlü’ne tâbî olup İslâm’la şereflendiler. Varlık Nûru, Büreyde’ye (r.a.) o gece Meryem Sûresi’nin baş tarafını öğretti.[13]
Büreyde başındaki beyaz sarığı çözerek:
“–Yâ Resûlallâh! Müsâade buyurursanız, alemdârınız olayım!” dedi.
Böylece Kuba köyüne kadar Allâh Resûlü’ne bayraktarlık yaptı.
Büreyde’den sonra mübârek kâfile, Şam’dan dönmekte olan ticâret kervanına rastladı. İçlerinde Zübeyr bin Avvâm da vardı. Zübeyr, Resûlullâh’a ve Hz. Ebûbekir’e beyaz maşlahlar giydirdi. [14]
Hicret kâfilesi Medîne’ye doğru adım adım yaklaşıyordu. Müşriklerin Allâh Resûlü’nü öldürmek için herkesi seferber etmelerine ve diğer pek çok tehlikelere rağmen, O yine vazîfesini yapmaya devâm ediyor, yolda karşılaştığı kimselere İslâm’ı anlatıyordu.
Nitekim ashâb-ı kirâmdan Sa’d ed-Delîl[15] -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Hicret esnâsında Allâh Resûlü, Hz. Ebûbekir ile berâber bize uğradı. O sırada Hz. Ebûbekir’in bir kızı, yanımızda süt annede idi. Resûlullâh kısa yoldan Medîne’ye varmak istiyordu. Biz kendisine:
«–Burası Rekûbe geçidinin Gâir yoludur. Burada Eslem kabîlesinden Mühânân diye bilinen iki hırsız vardır. İstersen onların üzerine biz varalım.» dedik.
Resûlullâh:
«–Sen bizi onların yanına götür!» buyurdu.
Bunun üzerine yola koyulduk. Rekûbe’yi çıkıp yokuşun başına vardığımızda, o iki hırsızdan biri arkadaşına:
«−Bu zât Yemenlidir.» diyordu.[16]
Varlık Nûru onları yanına çağırıp İslâm’ı anlattı ve Müslüman olmalarını istedi. Onlar da Müslüman oldular. Allâh Resûlü isimlerini sorduğunda:
«–Biz Mühânân (hakîr görülen iki kişiyiz).» dediler.
Resûlullâh:
«–Bilâkis siz, Mükremân (şerefli iki kimsesiniz).» buyurdu ve müjdeci olarak önden Medîne’ye gitmelerini emretti.” (Ahmed, IV, 74)
PEYGAMBER EFENDİMİZİN MEDİNE’YE GELİŞİ
Resûlullâh Efendimiz’in yola çıktığını haber alan Medînelilerde heyecan zirvedeydi. O mübârek yolcunun yolunu hasretle gözlüyorlardı. O nûrlu kâfileyi karşılamak, o ebedî saâdet kervanının kereminden bir kırıntı kapabilmek için şehrin dışına kadar çıkıp iştiyakla bekleşiyorlardı.
Nihâyet nübüvvetin on dördüncü senesi 12 Rebîulevvel pazartesi günü[17] bir ses bütün Müslümanların sînelerinde sevinçle yankılandı:
“Beklenen mübârek yolcu geliyor!..”
Bu müjdeli haberle tekbîr sesleri bütün Medîne’yi çınlatmaya başladı.
Müslümanlar silâhlandılar. Kimi atlı, kimi piyâde mukaddes misâfiri karşılamaya koştular.
Beklenen mübârek kâfile, ilâhî himâye ve sıyânet altında Medîne yakınlarındaki Kuba’ya ulaştığında, ortalık kaynamış, cihân bir cümbüşe dönmüştü.
Peygamberimiz Medine’ye Girerken Söylenen İlahi
Tepelerden “Talea’l-bedru aleynâ”nın[18] yakıcı nağmeleri, dalga dalga semâyı örüyor, gönülleri coşturuyordu. Târih, o andan itibâren kıyâmete kadar meydana gelecek vukuâtı fihristleyecek bir “hicret takvîmi” başlatıyordu.
Karşılamaya gelen müslümanların çoğu, kâinâtın varlık sebebi, Âlemlerin Efendisi, Hz. Muhammed Mustafâ’yı (a.s.) daha önce görmedikleri için tanımıyorlardı. Bir müddet Hz. Ebûbekir Sıddîk’ı Peygamber Efendimiz zannettiler.
Resûl-i Ekrem Efendimiz sükût hâlindeydi. Üzerine güneş gelince, Hz. Ebûbekir hemen kalkıp O’nu ridâsıyla gölgelemeye başladı. Müslümanlar ancak o zaman Varlık Nûru’nu tanıyabildiler.[19]
Medîne, bu günden sonra, İslâmiyet’in inkişâf ve terakkî mekânı ve aynası oldu. Küfrün karanlık yüzü, bu hicretle soldu. Mescid-i Saâdet ve Mescid-i Kuba, ulvî bir mânâ kazanıp mahşere kadar bu mübârek hicretin kudsî mekânı ve hâtırası olarak kaldı.
Ensâr, Muhâcirlere mal ve mülklerini arz ederek:
“İşte malım! Al, yarısı senin!..” dedi. Fedâkârlık ve ferâgatte kâbına varılmaz bir İslâm kardeşliğinin temeli böylece atılmış oldu. Medîne, İslâm târihindeki ölmez mevkiine ve zâil olmaz îtibârına mazhar oldu. Medîne’de ezanlar, Ramazanlar, bayramlar, zekâtlar, muhârebeler ayrı bir tecellî ve ayrı bir ulviyyetle ümmete numûne ve emsâl oldu.
Varlık Nûru Kuba’da bulunduğu esnâda Amr bin Avf Oğulları’ndan Külsûm bin Hidm’in evinde misâfir kaldı. Resûlullâh buradan çıkarak Sa’d bin Hayseme’nin evine gider, orada müslümanlarla oturur, sohbet ederdi.
Sa’d bin Hayseme (r.a.) bekâr olduğundan, Muhâcirlerin bekârları onun evinde kalırlardı. Bu sebeple Sa’d’ın (r.a.) evine “Menzilü’l-Uzzâb: Bekârlar Evi” denirdi. (İbn-i Hişâm, II, 110; İbn-i Sa’d, I, 233)
Resûlullâh Kuba’da kaldığı günlerde cenâze teşyîinde bulunur, hastaları ziyâret eder, dâvetlere katılırdı.
Musalla Taşı Adı Nereden Geliyor?
Ebû Said el-Hudrî (r.a.) ashâbın hassâsiyetini gösteren, o günlere âit bir hâtırayı şöyle nakleder:
“Resûlullâh Medîne’ye yeni geldiği sıralarda bizden biri ölüm döşeğinde iken, varıp kendisine haber verirdik. O da gelir hastanın başında durur, istiğfarda bulunurdu. Ölünce de yanındakilerle berâber geri dönerdi. Bâzen de cenâze gömülünceye kadar beklerdi.
Kendisine zahmet vermekten endişe duyarak aramızda şöyle konuştuk:
“−Hastamız ölünceye kadar Allâh Resûlü’ne bir şey söylemeyelim. Vefât edince kendisine söyleriz. Böylece O, ne yorulur ne de zaman kaybeder.”
Böyle yapmaya başladık. Hastamız ölünce kendisine gider haber verirdik. O da gelir namazını kılar, istiğfarda bulunur, geri dönerdi. Bâzen de cenâze gömülünceye kadar beklerdi.
Bir süre de bu şekilde yaptık. Daha sonra:
“−Vallâhi böyle de yapmayalım. Bu da Resûlullâh’ı yoruyor. Cenâzemiz olduğunda onu Resûlullâh’ın evinin kapısına götürelim, orada namaz kıldırsın. Bu, O’nun için daha kolay olur.” dedik ve öyle yaptık.
Hadîsin râvisi Muhammed bin Ömer diyor ki:
“Bu sebepten oraya «cenâze namazının kılındığı yer» mânâsında «musallâ» dendi. Cenâzeler hep oraya götürülüyordu. Allâh Resûlü’nün vefâtından sonra da aynı usûl devâm etti.” (İbn-i Sa’d, I, 257, Hâkim, I, 519/1349)
Allâh Resûlü Kuba’da iken, Hz. Ali de, kendisine verdiği emânetleri yerine teslîm etmiş olarak onlara yetişti.
Berâ bin Âzib’in (r.a.) Hatırası
Ashâb-ı kirâmın Allâh Resûlü’ne ve O’nun azîz hâtıralarına karşı besledikleri muhabbetin coşkusunu ve büyüklüğünü gösteren pek çok rivâyet mevcuttur. Nitekim ashâbdan Berâ bin Âzib (r.a.),[20] babasının her fırsatta, Allâh Resûlü’ne âit bir hâtırayı dinleyebilme arzusunu şöyle anlatır:
“Ebûbekir Sıddîk (r.a.), babamdan on üç dirheme bir semer satın aldı ve:
«–Berâ’ya söyle de onu bizim eve götürüversin.» dedi.
Babam:
«–Hayır! Bana Resûlullâh’ın Mekke’den Medîne’ye nasıl hicret ettiğini anlatıncaya kadar olmaz.» dedi.
Bunun üzerine Ebûbekir (r.a.) hicret yolculuğunu uzun uzun anlattı.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 2; Ahmed, I, 2)
İSLAM TARİHİNDE YAPILAN İLK MESCİD - Müslümanların İlk Mescidi
Hicret yolculuğunun ilk durağı olan Kuba’da Allâh Resûlü, Amr bin Avf Oğulları’nda on dört gece misâfir oldu. İşte meşhur Mescid-i Kuba, bu esnâda yapıldı. Hz. Peygamber de, mescidin inşâsında bizzat çalıştılar.
Kuba Mescidi, İslâm’da inşâ edilen ilk mesciddir. Hicret gibi mühim bir hâdise esnâsında binâ edildiği için önemli bir yere sâhiptir. Bu mescid, Kur’ân-ı Kerîm’de:
“…(Medîne’ye hicretin) ilk gününden takvâ üzerine kurulan Mescid...” (et-Tevbe, 108) şeklinde zikredilmiştir.[21]
Ebû Hüreyre (r.a.):
“Orada, temizlenmeyi seven insanlar vardır. Allâh da çok temizlenenleri sever.” (et-Tevbe, 108) âyetinin de Kuba halkı hakkında nâzil olduğunu bildirmiştir. (Tirmizî, Tefsîr, 9/3099; Ebû Dâvud, Tahâret, 23/44; İbn-i Mâce, Tahâret, 357)
Hicret eden ilk Muhâcirler Kuba’ya vardıklarında, Amr bin Avf Oğulları’nın hurma kurutma yerini düzeltip düzleyerek orada namaz kılmaya başlamışlardı. Ebû Huzeyfe’nin âzatlısı Sâlim, Kur’ân’ı en güzel okuyan ve bilen kimse olduğu için ilk Muhâcirlere o imamlık yapıyordu.[22]
Varlık Nûru, ilk Muhâcirlerin namaz kıldığı bu sahayı genişleterek Kuba Mescidi’ni inşâ etti. Mescid, kare şeklinde olup ebadları yaklaşık 32 X 32 metre idi. Allâh Resûlü, Kubalılardan taş getirmelerini istemiş, onlardan birini alıp kıble tarafına koyarak, Ebûbekir ve Ömer’in (r.a.) da aynı şekilde sırayla taş koymalarını emir buyurmuştu.
Mescid’in inşâsında en büyük gayreti, Ammar bin Yâsir -radıyallâhu anh- göstermekteydi. Bu bakımdan kendisine “İslâm’da ilk mescid binâ eden” denilmiştir. [23]
Abdullâh bin Revâha (r.a.) da hem çalışır hem şiir söyler, böylece mü’minlerin yorgunluğunu hafifletirdi.[24]
Mescidin müezzinlik vâzîfesini ashâb-ı kirâmdan Sa’d el-Kurazî (r.a.) deruhte etmekteydi.
Mescid-i Nebevî ve Medîne’deki diğer dokuz mescid gibi Kuba Mescidi’nde de eğitim ve öğretim faâliyetleri devâm eder, Peygamber Efendimiz buraya her gelişlerinde buna nezâret ederdi.[25]
Peygamberimizin Her Cumartesi Namaz Kılmaya Gittiği Cami
Kâinâtın varlık sebebi, iki cihânın saâdet rehberi Efendimiz, Cumartesi günleri Kuba’ya bâzen binekli bâzen de yaya olarak gider ve orada iki rekât namaz kılardı.[26]
Bir hadîs-i şerîflerinde ise bunu Müslümanlara da tavsiye ederek şöyle buyurmuşlardır:
“–Kim evinde güzel bir şekilde abdest alır, sonra Kuba Mescidi’ne gelir ve orada namaz kılarsa onun için umre sevâbı vardır.” (İbn-i Mâce, İkâme, 197; Nesâî, Mesâcid, 9)
Hz. Ömer, halîfeliği zamânında, pazartesi ve perşembe günleri burayı ziyâret eder, Kuba çok uzak mesâfelerde olsaydı bile devesini oraya ulaşmak için yine de süreceğini ifâde ederdi.[27]
Kuba Mescidi, Hz. Osman ve Ömer bin Abdülaziz tarafından genişletilmiştir. Daha sonra birçok defâ tâmirat görüp yenilendi. 1829 yılında Sultan II. Mahmut tarafından îmâr edilen tek minâreli ve düz tavanlı mescid, Suûdî Arabistan hükûmeti tarafından yıkılıp, kubbeli ve dört minâreli olarak ve genişletilerek yeniden inşâ edilmiştir.
İSLAM TARİHİNDE İLK CUMA NAMAZI VE İLK HUTBE
Nihâyet Kuba’da on dört günlük bir misâfirlikten sonra Allâh Resûlü ve berâberindekiler, Medîne’ye hareket ettiler. Günlerden cuma idi. Öğle üzeri “Rânûnâ Vâdisi”ne varılmış, namaz vakti girmişti. Allâh Resûlü devesinden indi. O sırada, İslâm’ın iktidârının bir alâmeti olarak farz kılınan “cuma namazı”nı kıldırdı. Orada şu hutbeleri îrâd buyurdular:
Peygamberimizin İlk Hutbesi - İlk Hutbe
1. Hutbe:
“Ey insanlar!
Ölmeden önce tevbe edin; fırsat elde iken sâlih ameller işlemeye bakın! Gizli-açık bolca sadaka vermek ve Allâh’ı çok çok zikretmekle Rabbinizle aranızı düzeltin! Böyle yaparsanız, rızıklandırılır, yardım görür ve kaçırmış olduğunuz şeyleri elde edersiniz.
Biliniz ki Allâh, bu yılınızın bu ayında, bu yerde size kıyâmete kadar «cuma namazı»nı farz kılmıştır. Âdil olsun-olmasın, başında bir imâm varken benim sağlığımda veya benden sonra her kim hafife alarak veya inkâr ederek bu namazı bırakırsa, onun iki yakası bir araya gelmesin! Ve Allâh, onun işlerini başarıya ulaştırmasın! O kimsenin başka namazı yoktur; tevbe edenler müstesnâ... Çünkü kim tevbe ederse, Allâh onun tevbesini kabûl eder.” (İbn-i Mâce, İkâme, 78)
“Ey insanlar!
Sağlığınızda âhiretiniz için hazırlık yapınız! Muhakkak her biriniz ölecek ve sürüsünü çobansız bırakacaktır. Sonra Allâh, ona tercümansız ve vâsıtasız olarak diyecek ki: «Benim Rasûlüm gelip de size emirlerimi bildirmedi mi? Ben sana mal-mülk verdim, pek çok iyiliklerde, ihsanlarda bulundum; sen kendin için ne getirdin?»
Bu suâl ile karşılaşan herkes, sağa-sola bakacak bir şey göremeyecek, önüne baktığı zaman cehennemi görecek...
O hâlde uyanınız! Kim yarım hurma ile dahî ateşten korunmaya muktedirse, onu yapsın! Kim ki o yarım hurmayı bulamazsa, bâri tatlı bir söz söyleyerek iyilik etmeye çalışsın! Çünkü bir iyiliğe on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir.
Allâh’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun!” (İbn-i Hişâm, I, 118-119, Beyhakî, Delâil, II, 524)
2. Hutbe:
“Allâh’a hamd ederim ve O’ndan yardım dilerim. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüklerinden Allâh’a sığınırız. Allâh’ın hidâyete erdirdiğini kimse saptıramaz; saptırdığını da kimse doğru yola iletemez.
Şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka ilâh yoktur. O, birdir; ortağı yoktur. Sözlerin en güzeli Allâh’ın kitâbıdır. Allâh, kimin kalbini Kur’ân’la süsler ve onu küfürden sonra İslâm’a hidâyet buyurur, o da Kur’ân’ı başka sözlere tercîh ederse, işte o kimse kurtuluşa ermiştir.
Doğrusu Allâh’ın kitâbı, sözlerin en güzeli ve en belîğidir.
Allâh’ın sevdiğini seviniz! Allâh’ın Kelâmı’ndan ve O’nu zikretmekten usanmayınız. Allâh’ın kelâmından kalbinize darlık gelmesin! Çünkü Allâh’ın kelâmı, her şeyin üstününü ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını, kulların seçkini olan peygamberleri, kıssaların en güzel ve ibretlilerini anlatır.[28] Helâl ve harâmı açıklar.
Siz ancak Allâh’a ibâdet ediniz ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız! O’ndan hakkı ile sakınınız! Yaptığınız iyi işleri diliniz te’yîd etsin! Allâh’ın kelâmı ile birbirinizi seviniz! Muhakkak biliniz ki Allâh Teâlâ, ahdini bozanlara gazab eder.
Allâh’ın selâmı üzerinize olsun!” (Beyhakî, Delâil, II, 524-525)
Bu hutbeler, İslâm’ın îtikad, ibâdet, ahlâk, muâmelât gibi mevzûlarıyla dînin umûmî bir hulâsası hükmündedir.
Cuma namazının Hicret esnâsında farz kılınması, müslümanların cemaat hâline gelmelerinin ehemmiyet ve zarûretine işâret etmektedir.
PEYGAMBER EFENDİMİZ MEDİNE’DE KİME MİSAFİR OLMUŞTUR?
Resûlullâh, Kuba’dan Medîne’ye hareket edeceği zaman, dayıları olan Neccâroğulları’na haber gönderdi. Onlar da silâhlanıp geldiler ve Hz. Peygamber Efendimiz’e selâm vererek:
“−Emniyetiniz temin edilmiş olarak develerinize binebilirsiniz!” dediler.[29]
Cuma namazından sonra Allâh Resûlü, devesi Kasvâ’ya binmiş, Hz. Ebûbekir, Neccâroğulları’nın eşrâfı ve diğer Müslümanların refâkatinde Medîne’ye girmişlerdir.
İki Cihan Güneşi İmâmu’l-Enbiyâ Efendimiz’i daha fazla misâfir etmek şerefinden mahrûm kalacaklarını anlayan Kubalılar, O’ndan ayrılmanın hüznü ile:
“−Yâ Rasûlallâh! Bizden usandığın için mi, yoksa bizim evimizden daha hayırlı bir yere gitmek için mi buradan ayrılıyorsun?” dediler.
Peygamber Efendimiz:
“−Bana Medîne’ye gitmem emredildi!” buyurarak kendilerinden hoşnud olduğunu bildirdi. (Diyarbekrî, I, 339)
Medîneli bütün mü’minler, Allâh Rasûlü’nü misâfir etme arzusu içinde idiler. Herkes O’nu evine götürüp ağırlamaya can atıyor ve bu hususta birbirleriyle tartışıp duruyorlardı. Bunun üzerine Allâh Resûlü, devesi Kasvâ’yı kastederek:
“−Hayvanı serbest bırakın, yolundan çekilin; o me’mûrdur (nerede çökeceği kendisine bildirilmiştir)!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 112-113)
Zîrâ, ancak bu şekilde hiç kimsenin gönlü kırılmadan Rasûlullâh’ı kimin misâfir edeceği meselesi halledilmiş olacaktı.
Peygamberimiz Medine’de Kimin Evinde Kalmıştır?
Nitekim mübârek deve, bir iki yerde çöküp kalktıktan sonra Hâlid bin Zeyd’in (r.a.), yâni Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin evinin önündeki arsaya çöktü. Bahtlı sahâbî Ebû Eyyûb Hazretlerinin gönlünü târifsiz bir sürûr kapladı. Resûlullâh Efendimiz’i:
“–Buyrunuz ey Allâh’ın Resûlü! Hânemizi şereflendiriniz!” diyerek evine dâvet etti.
Resûlullâh, Ebû Eyyûb’un (r.a.) evine doğru gelirken, Neccâroğulları’nın küçücük kızları deflerle karşısına çıkıp:
“Neccâroğulları’nın kızlarıyız biz! Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hısımları olmak, O’nunla komşu olmak ne saâdet, ne büyük bir şereftir!” diyerek neşîdeler okuyorlardı.
Gönüller sultânı Peygamberimiz, onlara:
“−Söyleyin bakalım, beni seviyor musunuz?” diye soruyordu.
Onlar da:
“−Evet yâ Resûlallâh, Sen’i çok seviyoruz!” diyorlardı.
Onların neş’e ve sevinçleriyle mesrûr olan Âlemlerin Efendisi de:
“−Allâh biliyor ya, vallâhi, ben de sizleri seviyorum! Vallâhi, ben de sizleri seviyorum! Vallâhi, ben de sizleri seviyorum!” buyuruyordu. (İbn-i Mâce, Nikâh, 21; Diyarbekrî, I, 341)
Berâ bin Âzib (r.a.) buyuruyor ki:
“Ben Medînelilerin, Resûlullâh’nün gelişine sevindikleri kadar, çok sevindikleri başka bir şey görmedim! Bütün Medîneliler büyük-küçük, kadın-erkek yollara dökülüp evlerin çatılarına çıkmışlar ve:
«−Allâh’ın Nebîsi geldi! Yâ Muhammed! Yâ Resûlallâh! Yâ Muhammed! Yâ Resûlallâh!» diyerek sevinçle bağırıyorlardı.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45; Müslim, Zühd, 75)
Enes bin Mâlik Hazretleri de:
“Ben, Resûlullâh’ın Medîne’yi şereflendirdiği günden daha güzel, daha revnaklı, daha nûrlu bir gün görmedim, O geldiğinde bütün Medîne aydınlığa gark oldu.” demiştir. (Ahmed, III, 122; Tirmizî, Menâkıb, 1/3618)
Peygamberimiz İçin Kesilen Şükür Kurbanı
Medîneli Müslümanlar, Allâh Resûlü’nün Medîne’ye teşrîfinden duydukları saâdetin şükrânesi olarak deve kurbân ettiler.[30]
Medine Dönemi Ne Zaman Başladı?
Hicret-i Seniyye ile nübüvvetin Mekke devri nihâyete ermiş, Medîne devri başlamış oldu.
Dipnotlar:
[1] Bkz. İbn-i Hişâm, II, 76; İbn-i Sa’d, I, 226. [2] Bkz. İbn-i Hişâm, II, 97-98. [3] Ayrıca bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 223-225. [4] Bkz. Buhârî, Humus, 1; Müslim, Cihâd, 52; Ebû Dâvûd, Harac, 18; Ahmed, I, 10. [5] Yâr-ı Gâr: Mağara dostu mânâsına gelir ve Varlık Nûru Efendimiz ile Hz. Ebûbekr’in Sevr Mağarası’ndaki arkadaşlıklarını ifâde eder. Zamanla samîmî dostluklar için de kullanılır olmuştur. [6] İbn-i Sa’d, I, 229; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 223-224. [7] İbn-i Sa’d, I, 228; Halebî, II, 209. [8] Sevr, Hira’dan farklı olarak değişik bir tedrîs mekânıydı. Hira’da îman tohumları atılmış, Sevr’de ise güçlenen îmandan sonra ihsân ve tasavvuf tohumları ekilmişti. Bu gösteriyor ki, kalb önce şeriatı yaşamalı, sonra da tasavvufa istidat kazanmalıdır. [9] Râbıta hakkında tafsîlatlı mâlumât için bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Îmandan İhsâna TASAVVUF, s. 249-257, İstanbul 2002. [10] Mustafa bin Halil ez-Zağravî, Risâletü’l-Besmele, s. 42. Burada zehri içen zât, Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh- olarak geçmektedir. [11] İbn-i Hişâm, II, 99; Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45; Heysemî, VI, 53. [12] Abdullâh bin Ureykıt o esnâda müşrik, fakat îtimâd edilen güvenilir bir kimseydi. Sonradan Müslüman olup olmadığı ihtilâflı ise de Müslüman olduğu hakkındaki rivâyetler kuvvetlidir. [13] İbn-i Sa’d, IV, 242. [14] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45. [15] Bu mübârek sahâbî, Medîne’ye giden kestirme yolu Efendimiz’e gösterip Rekûbe yolu üzerinde kılavuzluk yaptığı için “Delîl” sıfatı ile meşhur olmuştur. [16] Bu sözle Fahr-i Kâinât Efendimiz’in Mekkeli olduğu kastedilmiştir. Çünkü Mekke, Tihâme bölgesinde;, Tihâme de Yemen sınırları içinde sayılmıştır. Bu sebeple Kâbe’ye “el-Kâbetü’l-Yemâniyye” denilmiştir. (İbn-i Esîr, en-Nihâye, V, 300) [17] Milâdî 622 senesinin Eylül ayına rastlamaktadır. [18] Dolunay üzerimize doğdu. [19] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45. [20] Berâ bin Âzib (r.a.) Ensâr’dan olup künyesi Ebû Ammâre’dir. Hicret’ten önce müslüman oldu. Uhud savaşından itibâren bütün gazâlarda bulundu. Hicret’in 73. senesinde Kûfe’de vefât etti. Üç yüzden fazla hadîs rivâyet etmiştir. [21] Hz. Ömer daha sonra Hicret’i takvim başlangıcı yaparken bu âyet-i kerîmedeki “ilk günden” ifâdesine istinâd etmiştir. (Semhûdî, I, 248) [22] İbn-i Sa’d, III, 87; IV, 311. [23] İbn-i Hişâm, II, 114. [24] Kâmil Mîras, Tecrid Tercemesi, X, 106. [25] Hamîdullâh, İslâm Peygamberi, II, 771. [26] Buhârî, Fazlu’s-Salât 3, 4; Müslim, Hac, 516. [27] İbn-i Sa’d, I, 245. [28] Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birinden fazlasını peygamber kıssaları oluşturur. Kıssaların hikmetleri için bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Nebîler Silsilesi, c. 1, s. 11-28, İstanbul 2004. [29] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 46. [30] Ahmed, III, 301.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 1, Erkam Yayınları