Peygamber Efendimizin Özellikleri ve Güzellikleri

Tasavvuf

Allah’ın “Üsve-i hasene” yâni örnek şahsiyet olarak bildirdiği Peygamber Efendimizin özellikleri ve güzellikleri.

Cenâb-ı Hak insanı, incelik, zarâfet ve ulvî derinlik istîdatlarıyla techîz etmiştir. İnsanın asıl kıymeti de bu meziyetlerini gönül âleminde yeşertip geliştirdiği nisbettedir. İnsanın sâdece sûreten değil, sîreten de insan olabilmesi; ancak güzel huylarla bezenip kötü huyları tesirsiz hâle getirmesiyle mümkündür.

Rûhâniyet dolu kalpler, güzel ahlâk, amel-i sâlih ve mânevî hâllerin tezâhürüne âmil olur. Bu şekilde kul, en güzel sûrette yaratılmış varlık olmanın îcâbını gerçekleştirmiş olur.

Kalplerin rûhâniyetle dolu olmasının zıddına, onda nefsâniyetin galebesi sözkonusu ise, küfür, şirk, kötü huy, şehvetperestlik ve vesvese gibi çirkin tezâhürlere sebeb olur. Neticede kalp, Rabb’ini unutup, yaratılış gâyesinin tersine bir istikâmete yönelerek körelir. Hattâ bâzan diğer mahlûkâttan daha aşağı bir derekeye düşer.

Kâinâtın Hâlık’ı, insanı muhâtab alarak onun böyle bir derekeye düşmemesi ve kendisine dönmesi için îkaz eder:

“Ey insan! Seni yaratan, sana şu sâlim uzuvları veren, (onları birbirleriyle dengeli yapmak sûretiyle) sana şu nizam ve îtidâli bahşeden, keremi bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6-8)

Yine Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Allah, kullarını «Dârüs-Selâm»a (saâdet yurdu olan Cennet’e) dâvet etmektedir.” (Yûnus, 25) buyurmaktadır.

Lâkin fânîlerin dâvetlerine dahî bir icâbet şartı vardır. Herkes her yere dâvet edilmez. Liyâkat şartı aranır. Rabbimizin “Dârü’s-Selâm”a dâvetine ise ancak “kalb-i selîm” ile icâbet edilebilecektir.

PEYGAMBERİMİZİN ÖZELLİKLERİ VE GÜZELLİKLERİ

Hakîkî mânâda insanlık vasfıyla yaşayabilmenin yegâne şartı, dîn ve ahlâkın ulvî hedeflerine ulaşabilmektir. İnsanlığın kemâli ve güzel ahlâkın zirve noktadaki misâli de, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Cenâb-ı Hak ondaki bu vasfı te’yîd ve tasdîk sadedinde:

“Şüphesiz Sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4) buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi ne güzel yaptı.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 12)

“Kıyâmet günü, mümin kulun terazisinde güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz. Allah Teâlâ çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyen kimseden nefret eder.” (Tirmizî, Birr, 62)

“Ben, güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (İmâm Mâlik, Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk, 8)

 Târihte, hayâtının tamamı en ince teferruâtına kadar tespit edilebilen tek peygamber ve tek insan, Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Onun bütün söz, fiil ve duyguları an-be-an kaydedilerek târihe bir şeref levhası hâlinde geçmiştir. Hazret-i Peygamber‘deki “üsve-i hasene”, yâni örnek şahsiyet, bütün bir beşeriyyet için zirve teşkîl etmiştir. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede bunu şöyle bildirmiştir:

“Andolsun ki Rasûlullâh’ta sizin için; Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok çok zikredenler için, bir «üsve-i hasene» (güzel örnek) vardır.” (el-Ahzâb, 21)

Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbî hayatından ve ahlâk-ı hamîdesinden nasiplenmek zarûrîdir. Bu da ancak O’na duyulan muhabbet ve O’nun rûhâniyetine bürünebilme nisbetinde gerçekleşir. Bu in’ikâs ve insibâğ (mânevî boyanma) netîcesinde mü’minde merhamet, şefkat, ikram, sehâvet, affedebilme, kendi imkânlarını bir din kardeşiyle paylaşabilme hasletleri bir sürûr ve lezzet hâline gelir. Ashâb-ı kirâm, evliyâullâh, sâlihler ve sâdıklar, bu hâlin en güzel numûneleridir.

Bu ince ruhlu zarif mü’minler, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hakîkatine yaklaşabilmek için O’nun rûhâniyeti etrâfında âdetâ pervâne olarak, O’nda fânî olmayı dünyânın en büyük nîmeti saymış ve bu sûretle ilâhî lutuflara gark olmuşlardır. Târih boyunca Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üsve-i hasenesinden nasîb alan mü’minler, îmâna âit tekâmül çıkışlarını zirveleştirmişler, fıtrattaki ilâhî neş’eleri olgunlaştırarak insanlığa kudsî meş’aleler olmuşlardır. Hasta ve gâfil kalblerin en müessir dermânı, O’na olan muhabbettir.

İşte O’nun yüksek yaratılış, ahlâk ve davranışlarının tipik misâllerinden bazıları:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek yüzü, yüzlerin en güzel ve temizi idi. Yahudî âlimlerinden Abdullâh ibn-i Selâm, hicrette merakla Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sormuş, vech-i mübâreklerine bakınca da:

“Bu yüzün sâhibi yalancı olamaz.” diyerek Müslüman olmuştu. (Tirmizî, Kıyâmet, 42/2485; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 451)

Çünkü O’ndaki güzellik, heybet, nûrâniyet ve letâfet, o derecede idi ki, Allâh’ın peygamberi olduğuna dâir, ayrıca bir mûcize, delîl ve bürhâna ihtiyaç yoktu.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir şeyi arzu etmediği zaman, derhal sîmâlarından farkedilir, bir şeyi beğenince de memnûniyeti hissedilirdi.

İlk yaratılan nûr, O’nun nûrudur. Cism-i nazîfânelerinde zindelik, kuvvetli hayâ ve müthiş bir azim, bir arada idi. Örtüsüne bürünmüş bâkire bir genç kızdan daha edepli idi.

Rikkat-i kalbiyyesinin derinliğini îzâh etmek mümkün değildir.

Fuzûlî söz söylemeyip her kelâmı hikmet ve nasîhat idi. Lügatinde aslâ dedikodu ve mâlâyâni yoktu. Herkesin akıl ve idrâkine göre söz söylerdi.

Mülâyim ve mütevâzı idi. Gülmesinde kahkaha gibi aşırılık olmazdı. Dâimâ mütebessimdi.

O’nu ansızın gören kimseyi haşyet sarardı. O’nunla ülfet ve sohbet eden kimse, O’na cân u gönülden âşık ve muhib olurdu.

Derecelerine göre fazîlet erbâbına ihtirâm eylerdi. Akrabâsına da ziyâdesiyle ikrâm ederdi. Ehl-i beytine ve ashâbına hüsn-i muâmele ettiği gibi, diğer insanlara da rıfk ve lutf ile muâmele ederdi ve:

“Sizden herbiriniz kendi nefsi için istediğini, mümin kardeşi için de istemedikçe kâmil mümin olamaz.” buyururdu. (Buhârî, Îmân, 7; Müslim, Îmân, 71-72)

Hizmetkârlarını pek hoş tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyerse, onlara da onu yedirir ve giydirirdi. Cömert, ikram sâhibi, şefkatli ve merhametli, gerektiğinde cesur ve gerektiğinde halîm idi.

Ahid ve vaadinde sâbit, sözünde sâdık idi. Ahlâk güzelliği, akıl ve zekâ yönüyle de cümle insanlardan üstün ve her türlü medh u senâya lâyık idi. Sûreti güzel, sîreti mükemmel, misli yaratılmamış bir vücûd-i mübârek idi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hüznü dâimî, tefekkürü sürekliydi. Zarûret olmaksızın konuşmazdı. Sükûnet hâli uzun sürerdi. Bir söze başlayınca yarım bırakmaz, onu tamamlayarak bitirirdi. Az sözle çok mânâlar ifâde ederdi. Sözleri tâne tâne idi. Ne lüzûmundan fazla ne de az idi. Yaratılış olarak yumuşak huylu olmasına rağmen gâyet salâbetli ve heybetli idi.

Öfkelendiği zaman yerinden kalkmazdı. Hakk’a îtiraz edilmesinin, hakkın çiğnenmesinin hâricinde öfkelenmezdi. Kimsenin farkına varmadığı bir hak çiğnendiği zaman öfkelenir, hak yerini buluncaya kadar öfkesi devâm ederdi. Ancak hakkı tevzî ettikten sonra sükûnete bürünürdü. Aslâ kendisi için öfkelenmezdi. Kendisini de müdâfaa etmez, kimseyle münâkaşaya girişmezdi.

O, kimsenin hânesine izin almadıkça girmezdi. Evine geldiği zaman da evde kalacağı müddeti üçe bölerdi; birini Allâh’a ibâdete, diğer vaktini âilesine, üçüncüsünü de şahsına ayırırdı. Kendisine ayırdığı zamânını, avâm-havâs insanların hepsine tahsîs eder, onlardan kimseyi mahrum bırakmazdı, hepsinin gönlünü fethederdi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in her hâl ve hareketi, zikrullâh ileydi.

Belli bir yerinde oturmanın âdet edinilmesini önlemek için mescidlerin her yerinde oturduğu olurdu. Yerlere ve makamlara kudsiyyet izâfe edilmesini ve meclislerde tekebbüre medâr olacak bir tavır takınılmasını istemezlerdi. Bir meclise girince, neresi boş kalmışsa oraya oturur, herkesin de öyle yapmasını arzu ederdi.

Kim O’ndan herhangi bir ihtiyâcını gidermek için bir şey istese, o ister ehemmiyetli, ister ehemmiyetsiz olsun, onu yerine getirmeden huzur bulamaz, ihtiyâcı halletmesi mümkün olmadığı takdirde, hiç olmazsa güzel bir söz ile muhâtabının gönlünü almaktan geri kalmazdı. O, herkesin dert ortağı idi. İnsanlar, hangi makam ve mevkîde olursa olsun, zengin-fakîr, âlim-câhil, O’nun yanında insan olmak haysiyetiyle müsâvî bir muâmeleye nâil olurlardı. Bütün meclisleri hilim, ilim, hayâ, sabır, tevekkül ve emânet gibi fazîletlerin cârî ve hâkim olduğu bir mahaldi.

Ayıp ve kusurlarından dolayı kimseyi kınamaz, îkaz ihtiyâcı belirdiğinde bunu, karşısındakini rencide etmeyecek bir şekilde zarîf bir îmâ ile yaparlardı.

“Müslüman kardeşinin uğradığı felâketi sevinçle karşılama! Allah Teâlâ onu rahmetiyle o felâketten kurtarır da seni musîbetle imtihân eder.” (Tirmizî, Kıyâmet, 54) buyururlardı.

Hiç kimsenin zâhire çıkmamış ayıp ve kusuruyla meşgul olmadığı gibi, bu tür hâllerin araştırılmasını da şiddetle men ederlerdi. Zîrâ başkaları hakkında zan ve tecessüs, ilâhî emirlerle men olunmuştu.

Sevâbını umduğu meseleler hâricinde konuşmazdı. Sohbet meclisleri vecd içinde idi. O konuşurken etrâfındakiler öyle büyülenir ve can kulağıyla dinlerdi ki, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın ifâdesiyle, başlarına bir kuş konmuş olsa, uçmadan saatlerce durabilirdi. O’ndan ashâbına akseden edeb ve hayâ o derecede idi ki, kendisine suâl sormayı bile -çoğu kere- cür’et telâkkî eder ve çölden bir bedevî gelerek Hazret-i Peygamber’le sohbete vesîle olsa da, O’nun feyz ve rûhâniyetinden istifâde etsek diye beklerlerdi. (Bkz. İbn-i Sa’d, I, 422-425; Heysemî, IX, 13)

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, O’nun merhamet ve şefkatinin enginliğini şu şekilde ifâde eder:

“Biz, bir gazâda kâfirlerin yok olması için Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bedduâ etmesini istedik. O ise:

«Ben, lânet etmek için değil, (âlemlere) rahmet olarak gönderildim.» buyurdu.” (Müslim, Birr, 87)

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz için:

“Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107) buyurmuştur.

AHMED ER-RİFÂÎ HAZRETLERİ’NİN MANEVİ EVLATLARINA NASİHATİ

Hak dostu Ahmed er-Rifâî Hazretleri, mânevî evlâtlarına şu nasîhatte bulunmuştur:

“Ey irfan tâlibi! Bütün varlığını Hak yolunda harca. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnet-i seniyyesine tâbî ol. Gece ve gündüzünü huşû dolu ibâdet iklîminde ve güzel muâmele ile geçir... Ancak böylelikle mârifete nâil olabilirsin. Aksi takdirde bundan bir nasîb alamazsın. O’nun hâli ile hâllenemez, kusurlu bir kul olursun.”

Burada kelimelerin mahdûd imkânlarıyla hülâsâ etmeye çalıştığımız Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüksek yaratılışındaki ahlâkî meziyetler, O deryadan idrâkimize damlayan şebnemler mesâbesindedir. Vâsıl-ı ilallâh olabilmenin sırrı, Allâh’ın kitâbına ve Varlık Nûru’nun sünnet-i seniyyesine, yâni yüksek ahlâk ve davranışlarına hâlis bir kalb ile yakınlaşabilmektir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hissiyâtından istifâde edebilmenin temel sâikı da, O’na muhabbet ve O’nun düşmanlarına nefrettir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları