Peygamber Efendimizin Şefaati
Şefaat nedir? Şefaat var mıdır? Kimler şefaat edebilir? Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mahşerdeki şefaatine ne ad verilir? Peygamber Efendimiz kimlere şefaat edecek, kimlere etmeyecek? Şefaat ile ilgili ayet ve hadisler neler? Ahirette Peygamber Efendimizin şefaati...
Mahşerde Peygamber Efendimiz’in -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şefaati şöyle olacak:
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:
Bir yemek dâvetinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber bulunuyorduk. Kendisine etin kol tarafı ikram edildi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz etin kol tarafını severdi. Ondan bir lokma kopardıktan sonra şöyle buyurdular:
“–Kıyâmet gününde insanların efendisi benim. Bu da neden biliyor musunuz? Allah Teâlâ, gelmiş-gelecek bütün insanları düz bir yere toplayacak. Orası, insanlara bakan kimsenin hepsini görebileceği, onlara seslenen kişinin hepsine sesini duyurabileceği bir yerdir. Güneş onlara yaklaşacak, insanlar sıkıntıdan ve kederden artık dayanamayacak hâle gelince (ki diğer bir rivâyette bu bekleyişin yetmiş sene süreceği haber verilmektedir)[1] birbirlerine:
«–İçinde bulunduğunuz sıkıntıyı, başınıza gelen hâli görmüyor musunuz? Hâlinizi Rabbinize arz ederek size şefaat edecek birini bulmayı düşünmüyor musunuz?» diyecekler.
Bazıları:
«–Babanız Âdem’e gidiniz!» diyecek. İnsanlar Hazret-i Âdem’e gidip:
«–Ey Âdem! Sen insanların babasısın. Seni Allah kudret eliyle yarattı. Sana kendi rûhundan üfledi. Meleklere sana secde etmelerini emretti, onlar da secde ettiler. Seni Cennet’e yerleştirdi. Rabbine varıp bizim için şefaat et! İçinde bulunduğumuz hâli, başımıza gelen derdi görmüyor musun?» diyecekler.
O da:
«–Bugün Rabbim çok gazaplı. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Rabbim o ağaca yaklaşmamı yasakladı, ama ben O’nu dinlemedim. Asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim! Siz başkasına gidin; Nûh’a gidin!» diyecek.
Onlar da Hazret-i Nûh’a giderek:
«–Ey Nûh! Sen yeryüzü halkına gönderilen rasûllerin ilkisin. Allah Teâlâ senin için “Çok şükreden kul”[2] demişti. İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun? Başımıza gelenleri görmüyor musun? Rabbinin huzûrunda bize şefaat etmeyecek misin?» diyecekler.
O da:
«–Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Benim bir duâm vardı; onu da kavmimin aleyhine kullandım. Asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim! Siz başkasına gidin; İbrahim’e gidin!» diye karşılık verecek.
Onlar da Hazret-i İbrahim’e giderek:
«–Sen Allâh’ın Peygamberi’sin, yeryüzü halkı içinde Allâh’ın Halîli/dostu sensin. Rabbinin huzûrunda bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun?» diyecekler.
O da şunları söyleyecek:
«–Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Ben vaktiyle üç târizli söz söylemiştim. Asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim! Siz başkasına gidin; Mûsâ’ya gidin!»
Onlar da Hazret-i Mûsâ’ya gelerek şöyle diyecekler:
«–Ey Mûsâ! Sen Allâh’ın Rasûlü’sün. Allah Teâlâ, peygamberlik vermek ve konuşmak sûretiyle seni diğer insanlardan üstün kılmıştır. Rabbinin huzûrunda bize şefaat et. İçinde bulunduğumuz hâli görmüyor musun?»
O da:
«–Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Ben öldürülmesine dâir emir almadığım bir adamı hatâen öldürdüm. Asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim! Siz başkasına gidin; Îsâ’ya gidin!» diyecek.
Onlar da Hazret-i Îsâ’ya giderek:
«–Ey Îsâ! Sen Allâh’ın Rasûlü, O’nun Meryem’e ilkā ettiği kelimesi ve O’nun yarattığı bir ruhsun. Sen daha beşikte iken insanlarla konuştun. Rabbinin huzûrunda bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun?» diyecekler.
Hazret-i Îsâ da:
«–Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır!» diyecek, ama bir günah zikretmeyecek. Sonra da, asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim! Siz başkasına gidin; Muhammed’e gidin!» diyecek.”
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hâdisenin devamını diğer bir rivâyette şöyle nakletmektedir:
“Onlar da bana gelerek:
«–Yâ Muhammed! Sen Allâh’ın Rasûlü ve Son Peygamber’sin. Allah Teâlâ, Sen’in gelmiş ve geçmiş bütün günahlarını bağışlamıştır.[3] Rabbinin huzûrunda bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun?» diyecekler.
Ben de yürüyüp Arş’ın altına geleceğim, Rabbime secdeye kapanacağım. (Bu secde tam bir hafta sürecek.)[4]
Sonra Allah Teâlâ daha önce kimseye öğretmediği en güzel hamd ü senâları bana ilham edecek. (Onlarla uzun müddet hamd ü senâda bulunduktan sonra) Cenâb-ı Hak bana:
«–Yâ Muhammed! Secdeden başını kaldır! İste, istediğin Sana verilecek; şefaat et, şefaatin kabul edilecek!» buyuracak.
Ben de başımı secdeden kaldıracağım ve:
«–Yâ Rabbi! Ümmetimi bana bağışla! Yâ Rabbi! Ümmetimi kurtar! Yâ Rabbi! Ümmetimi bağışla!» diye yalvaracağım.
O zaman bana:
«–Yâ Muhammed! Ümmetinden hesâba çekilmeyecek olanları Cennet kapılarının en sağındaki Bâbü’l-Eymen’den içeri al! Onlar başkalarıyla beraber Cennet’in diğer kapılarından da gireceklerdir!» buyrulacak.
Canımı kudretiyle yaşatan Allâh’a yemin ederim ki, Cennet kapılarının iki kanadı arasındaki mesafe, Mekke ile (Bahreyn’deki) Hecer veya Mekke ile (Suriye’deki) Busrâ arasındaki mesafe kadar geniştir.”[5]
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz başka bir rivâyette de şöyle buyurmuşlardır:
“…Rabbimden şefaat için izin isterim. Bana izin verilir. Rabbimin huzûrunda durup O’na, şimdi bilmediğim şekilde hamd ederim. Bu hamd cümlelerini o vakit Allah Teâlâ bana ilham eder. Sonra O’nun için secdeye kapanırım. Bana:
«‒Ey Muhammed! Başını kaldır ve söyle, sözün dinlenecek; iste, arzun yerine getirilecek; şefaat et, şefaatin kabul edilecek!» buyrulur.
Ben de:
«‒Yâ Rabbi! Ümmetim, ümmetim!» derim.
Bana:
«‒Git, kimin kalbinde buğday veya arpa tanesi ağırlığınca îman varsa onu Cehennem’den çıkar!» buyrulur.
Ben de gider söyleneni yaparım.
Sonra tekrar Rabbimin huzûruna dönüp O’na bu hamd cümleleri ile hamd ederim…”
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ikinci mürâcaatında kendisine; “kalbinde hardal tanesi ağırlığınca”, üçüncü mürâcaatında ise “bir hardal tanesinden daha da az” miktarda îmânı olan kimseleri Cehennem’den çıkarması söylenecektir. (Bkz. Müslim, Îmân, 326, 322)
Hadîs-i şerîflerde görüldüğü üzere kıyâmet gününün şiddet, eziyet ve korkularından kurtulmak için bütün insanlar bir kurtarıcı arayacaklardır. Lâkin uzandıkları bütün dalların birer birer ellerinde kaldığını hayret ve dehşetle seyredeceklerdir. Nihayet ümitlerinin tükenmeye başladığı bir sırada, o korkunç meydanda yegâne hatırı sayılacak kişinin İki Cihan Serveri -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz olduğunu anlayacaklar ve O’na müracaat edeceklerdir. Rahmet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de onlara şefaat edip bu dehşetli korkulardan kurtulmalarına vesîle olacaktır.
PEYGAMBER EFENDİMİZ ŞEFAAT EDECEK Mİ?
Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamberlerin bile kendi nefsinin derdine düştüğü bir zamanda ümmetini düşünecek, sözüne değer verilecek ve duâsı kabul edilecek olan yegâne Sultan’dır. Bu sebeple Süleyman Çelebi şöyle seslenir:
Merhabâ ey âsi ümmet melcei
Merhabâ ey çaresizler eşfai
Yani;
“Merhaba ey günahkâr ümmetin ilticâ edeceği şefkat sığınağı! Merhaba ey çâresizlerin en büyük şefaatçisi!”
PEYGAMBER EFENDİMİZ KİMLERE ŞEFAAT EDECEK, KİMLERE ŞEFAAT ETMEYECEK?
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kendi ümmetine daha husûsî şefaatleri de olacaktır. Nitekim bir defasında şöyle buyurmuşlardır:
“Şefaatim, (öncelikle) ümmetimden büyük günah işleyenleredir.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 20-21/4739; Tirmizî, Kıyâmet, 11/2435-6; İbn-i Mâce, Zühd, 37; Ahmed, III, 213)
Bu hadîs-i şerîflerinde Peygamber Efendimiz’in büyük günah işleyenlere şefaat edeceklerini ifâde buyurmaları, şefaatin yalnız onlara has olduğu mânâsına gelmemektedir. Elbette büyük günah işleyenler, şefaate en fazla ihtiyaç duyacak olanlardır. Fakat şefaatin pek çok çeşidi vardır. Bu sebeple Allâh’ın dilediği herkes, kendi hâliyle mütenâsip bir sûrette şefaatten hissedâr olacaktır.
Öte yandan bu hadîs-i şerîf, bizleri aslâ rehâvete sevk etmemeli, kulluk vazifelerimizi ihmâle sebebiyet vermemelidir. Zira bizim küçük gördüğümüz, ehemmiyet vermediğimiz, yahut “nasıl olsa affedilir” diye düşündüğümüz bir davranış, Allah katında çok büyük bir günah olabilir.
Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç)tur.” (en-Nûr, 15)
Bir hadîs-i şerîfte de, aç bırakmak sûretiyle bir kedinin ölümüne sebep olan kadının Cehennem’e dûçâr olduğu bildirilmiştir.[6]
Tabiî ki bunun aksi de mümkündür. Yani küçük olarak gördüğümüz bir hayır, belki Cenâb-ı Hakk’ın rızâ ve rahmetine ermemize vesîle olabilir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Vaktiyle bir adam yolda giderken çok susadı. Bir kuyu buldu, içine indi, su içti ve dışarı çıktı. Bir de ne görsün; bir köpek, dili bir karış dışarıda soluyor ve susuzluktan nemli toprağı yalayıp duruyor. Adam kendi kendine:
«−Bu köpek de tıpkı benim gibi pek susamış!» deyip bir vicdan muhâsebesi yaptı. Hemen kuyuya indi, ayakkabısını su ile doldurdu, onu ağzına alarak yukarıya çıktı ve köpeği suladı. Adamın bu hareketinden Allah Teâlâ hoşnud oldu ve onu bağışladı.”
Sahâbîler:
“−Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizim için hayvanlardan dolayı da sevap var mı?” dediler. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“−Her canlı sebebiyle sevap vardır.” buyurdu. (Buhârî, Şürb, 9; Müslim, Selâm, 153)
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Adamın biri, yol üzerinde bir ağaç dalı gördü ve «Allâh’a yemin ederim ki, bunu Müslümanları rahatsız etmemesi için buradan kaldıracağım.» dedi (kaldırdı ve) bu yüzden Cennet’e konuldu.” (Müslim, Birr, 128)
Dolayısıyla, elimizden geldiği kadar bütün günahlardan sakınmalı ve büyük-küçük demeden her hayrı îfâya gayret göstermeliyiz.
MAKAM-I MAHMUD - Livâü’l-Hamd (Hamd Sancağı)
Cenâb-ı Hakk’ın;
“…Rabbinin Sen’i övgüye değer bir makâma göndereceğini umabilirsin!” (el-İsrâ, 79) âyetinde zikrettiği “Makâm-ı Mahmûd”, büyük şefaat yetkisidir.
Yukarıdaki hadîs-i şerîfte zikredildiği üzere o makam, sadece Âlemler Sultânı Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e mahsustur. O zaman Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in elinde Livâü’l-Hamd (Hamd Sancağı) bulunacak, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- da dâhil olmak üzere bütün peygamberler, bu sancağın altında toplanacaklardır.[7]
Şunu da ifâde etmek lâzımdır ki, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’den önce şefaat etmeleri için kendilerine başvurulan peygamberlerin, şahsî zellelerinden bahsederek kendilerini şefaat etmeye lâyık görmemeleri, hem yüksek edep ve tevâzularının bir göstergesidir, hem de şefaatin derece derece olduğunun, en büyük şefaat yetkisinin de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’de bulunduğunun bir ifâdesidir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk’ın izin vermesiyle diğer peygamberler de şefaat edeceklerdir.
Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine üç makbul duâ hakkı verdiğini ifâde buyurmuş, sonra da sözlerine şöyle devam etmişlerdir:
“…Bunun üzerine ben:
«Allâh’ım! Ümmetimi mağfiret eyle! Allâh’ım! Ümmetimi mağfiret eyle!» diye duâ ettim.
Üçüncü isteğimi de bütün mahlûkâtın, hattâ İbrahim -aleyhisselâm-’ın bile bana muhtaç olacağı ve benden şefaat dileyeceği güne bıraktım.” (Müslim, Müsâfirîn, 273)
KURAN-I KERİM’E GÖRE ŞEFAAT VAR MI? - Şefaat İle İlgili Ayetler
Bütün bu hakîkatlere rağmen bazı kimseler, Allah’tan başka kimsenin şefaat edemeyeceğini söyleyerek, ne kadar sahih olursa olsun, şefaat konusundaki hadislerden sarf-ı nazar ederek bunları kabule yanaşmamaktadırlar. Hâlbuki birçok âyette Allah Teâlâ’nın izin verdiklerinin şefaat edebileceği açıkça beyân edilmiştir. Meselâ:
“…İzni olmadan O’nun huzûrunda kim şefaat edebilir?..” (el-Bakara, 255)
“…Onun izni olmadan hiçbir şefaatçi şefaat edemez…” (Yûnus, 3)
“Rahmân nezdinde söz ve izin alandan başka hiçbirinin şefaate gücü yetmeyecektir.” (Meryem, 87)
“Allâh’ın huzûrunda kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.” (Sebe’, 23) âyetleri bunu göstermektedir.
Özellikle de;
“O gün Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasının şefaati fayda vermez.” (Tâhâ, 109) âyet-i kerîmesi, Allâh’ın izniyle şefaatin hak olduğunu gösteren bâriz bir delildir.
Dipnotlar:
[1] İshak bin Râhûye, Müsned, I, 84/10; Beyhakî, el-Baʻs ve’n-Nüşûr, I, 336/609.
[2] Bkz. el-İsrâ, 3.
[3] Burada, Fetih Sûresi’nin 2. âyetindeki; “Allah Sen’in geçmiş ve gelecek günahını bağışlar…” ifâdesine işaret vardır ve bu tâbir, te’kid/kuvvetlendirme için kullanılan bir kalıptır. Yani bu ifâdeyle Cenâb-ı Hak, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mâsum olduğunu, günahlardan muhafaza edildiğini kastetmektedir.
Ayrıca buradaki “günah” kelimesi için şu îzahlar yapılmıştır:
Günahtan kasıt, Peygamber Efendimiz’in ictihad yaparken evlâ ve efdal olanı değil de, daha az doğru olanı tercih etmesidir. Bu tercihin normalde günah olmadığı hâlde “günah” diye isimlendirilmesi, Allah Rasûlü’nün yüksek makam ve mansıbına nazarandır. Çünkü denilmiştir ki; “Ebrâr’ın hasenâtı, mukarrabînin seyyiâtı gibidir.” Yani sâlih ve takvâ sahibi kimseler için güzel ve makbul sayılan bazı işler, Allâh’a yakınlıkta çok daha ileri seviyede bulunan zevât için bir kusur sayılabilir. Zira onların bulunduğu Hakk’a yakınlık seviyesi, çok daha yüksek bir fazîlet sergilemelerini gerekli kılar.
Bazı ulemâ da demişlerdir ki, burada günahın işlenmesi kastedilmeyerek, terkibin bütünü, muâheze olunmamaktan kinâyedir. Gelecek günahtan kasıt, Peygamberimiz’in duâ ve şefaatiyle affedilecek olan ümmetinin bazı günahlarıdır.
Bununla küçük günahlar, yani zelleler kastedilmiştir. Zelleler ise, gayr-i irâdî hatalardır. Bu hatalar ister sehven, isterse kasten olsun, peygamberler hakkında câizdir ve bu zelleler onları, kendilerini beğenmekten korur. Ayrıca peygamberlerin beşer olmak hasebiyle hatâ işleyebilecekleri gerçeği, ümmetlerinin onları aşırı derecede yücelterek ulûhiyet izâfe etmelerine de bir mânî teşkil eder.
Bu ifâde, ümmet-i Muhammed’i istiğfâra teşvik etmek içindir.
Bu âyetin nâzil olduğu zaman, mekân ve ahvâl göz önüne alındığında açıkça anlaşılmaktadır ki, burada bağışlanan günahlardan maksat, geçmiş 19 sene içerisinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in önderliğinde İslâm’ın yayılması için yapılan mücâdeleler, gayretler ve savaşlarda müslümanların yaptığı birtakım hatalardır. Bu hataları hiç kimse bilmemektedir. Hattâ insan aklı, bu samimî gayretler içinde bir eksiklik arayıp bulmakta da âcizdir. Lâkin Allah Teâlâ nazarında, en güzel ve en yüce olma ölçüsüne göre bu gayretlerde öyle kusurlar oluyordu ki, bunlardan dolayı müslümanlara, müşriklere karşı kesin bir zafer nasîb olmuyordu.
Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın buyruğunda şu denmek istenmektedir:
“Eğer siz, bu hatalarla çalışmalarınıza ve cihâdınıza devam etseydiniz, müşrik Arapları yenmeniz, onları alt etmeniz için daha uzun zaman gerekirdi. Ama Biz bütün bu kusurları ve hataları bağışlayarak, sadece kendi kerem ve lûtfumuzla onları gidererek Hudeybiye’de size bu fetih ve zafer kapısını açtık. Yoksa siz bu zaferi, kendi gayretinizle elde edemezdiniz.”
Burada şu nokta da iyice anlaşılmalıdır ki, bir topluluk, herhangi bir gâye uğruna gayret sarf ediyorsa, bu gayretin eksiklikleri, kusurları, hatâları, o topluluğun liderine yönelir. Bu, kusur ve hatâların, liderin şahsî hatâları olduğu mânâsına gelmez. Aslında bu hatâlar, bütün o topluluk tarafından işlenir. Bizâtihî o topluluğun hareketlerinin bir neticesidir. Ama mes’ûliyet liderde olduğu için, suçlamalar lidere yöneltilir.
Ayrıca şu hususu da ifâde etmek gerekir ki; Nasr Sûresi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vefâtını haber vermek üzere son günlerinde nâzil olmuştur. Bu sûrede Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz’in şahsında bütün ümmeti, kulluğun bir gereği olarak, bir zafere nâil olduklarında Allâh’ı hamd ile tesbîh etmeye ve farkında olmadan yapmış oldukları hatâlara karşı da istiğfarda bulunmaya davet etmektedir.
Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, son zamanlarında:
“Ben Allâh’ı ulûhiyet makâmına yakışmayan sıfatlardan tenzîh eder ve O’na hamd ederim. Allah’tan beni affetmesini diler ve O’na tevbe ederim.” sözlerini sık sık söyler olmuştu.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, bu sözü sık sık söylemesinin sebebini sorunca Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Rabbim bana ümmetim içinde bir alâmet göreceğimi bildirdi. Onu gördüğümden bu yana bu tesbîhi çok söylerim. Ben o alâmeti, Mekke’nin fethine işaret eden;
«Allâh’ın yardımı ulaşıp fetih gerçekleşince ve insanların grup grup Allâh’ın dînine girdiklerini gördüğünde Rabbini hamd ile tesbîh et ve O’ndan mağfiret dile! Çünkü Allah tevbeleri çok çok kabul edendir.” (en-Nasr, 1-3) (meâlindeki Nasr) Sûresi’nde gördüm.” buyurdu. (Müslim, Salât, 220)
Dipnotlar:
[4] Bkz. Ahmed bin Hanbel, Müsned, I, 4; İbn-i Hibbân, Sahîh, XIV, 394; Heysemî, X, 374.
[5] Bkz. Buhârî, Enbiyâ 3, 9, Tefsîr 17/5; Müslim, Îmân, 327, 328; Tirmizî, Kıyâmet, 10.
[6] Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 54.
[7] Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1/3615, Tefsîr, 18; İbn-i Mâce, Zühd 37; Ahmed, I, 281, 295, III, 2, 144.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları
YORUMLAR