Peygamber Efendimizin Sofrası
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ve ashâbının sofraları nasıldı?
Bir Rebîülevvel Ayı’na daha kavuştuk. Bu demek oluyor ki, yeniden Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile ihyâ olma vakti geldi.
Her yıl Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyesi’nden bir bölümü öğrenip hayatımıza yansıtarak geçmiş yıla nazaran daha kaliteli bir ümmet olmanın şevkini yaşıyoruz. Biz Şebnem âilesi olarak ilk çıktığımız yıllardan beri her Rebîülevvel Ayı’na bu ufuk ve istikamette girmeye gayret ettik. Her yıl Peygamber Efendimiz’in bir yönüne ışık tutup O’ndan feyizlenmeyi kendimize bir borç bildik.
Son yıllarda internet çağının bizi büyük bir hızla ve çepeçevre kuşatmasıyla, hayat tarzımızda ve millî kültürümüzde büyük bir çöküş yaşandı. Şüphesiz bu çöküşten en çok etkilenen de âile hayatı ve gençlik oldu.
“-Âile müessesinin yıkılışının ilk sinyalleri nedir?” diye sormuştum âile terapisti arkadaşlarımızdan birisine…
Ben çok teorik/ütopik bir karşılık beklerken aldığım cevap çok ilginç idi. Aile terapisti arkadaşımız:
“-Âile olarak beraberce sofraya oturmamak ya da oturamamak ve bundan âile fertlerinin hiç rahatsız olmamasıdır. Çünkü âilenin en çok iletişim hâlinde olduğu zamanlar, yemek sofralarımızdır. Bu birlikteliğin en keyif veren kısmı da anne elinden muhabbetle çıkmış, tazecik yemek kokusunun bütün evi sardığı; herkesin o kokunun câzibesi ile odalarından çıkıp sofraya neşeyle gelişleri, beraberce sohbetler edilerek huzurla yenen bir kap çorbanın verdiği terapiyi, hiçbir âile terapisti veremez.” demişti.
Gerçekten hepimizin çocukluk hatıralarına dönüp baktığımızda; neşe ile oturulan bayram sofraları, annelerimizin pirinç bulamadığı için sadece bulgur ile yaptığı zeytinyağlı sarmalar/dolmalar, hasta olduğumuzda merhametle içirilen bir tas sıcak tarhana çorbası aklımıza gelmez mi?
Şimdi büyüdük, anne-baba olduk. Ama yine de en tatlı yemekler, annemizin yemekleri değil midir? Hangi ünlü börekçi, annemizin odun ateşinde pişirdiği saç böreğinin lezzetinde börek yapabilir? Hangi kek, evde yapılan, tertemiz mis gibi kokan ev kekinin lezzetinde olabilir? Çok ünlü pastanelerden aldığınız hangi pastanın kokusu, bütün evinizi sımsıcak sarabilir.
Âilece bir akşam dışarıdan eve aç gelindiğinde, alelacele hazırlanan bir sofradaki menemen, peynir, zeytin, çay… dünyadaki en temiz sofra değil de nedir? Eminim, bu satırları okuyan herkesin geçmişi, inşâallah bir çoğumuz hâlâ böyledir, bu hâtıralarla dolu, değil mi?
Evimizin bulunduğu muhitte iki ünlü markanın hazır yemek firması var. Birisi, tamamen sipariş üzere evlere servis; diğeri hem restoran, hem eve servis şeklinde... İki firmanın da motorlu kuryeleri hiç durmadan gece 24.00’e kadar çalışıyor. Sabahları da börekçilerin kapısında kuyruk olduğunu görüyor ve çok üzülüyorum. Bir evde bir kap olsun akşam yemeği ortaya konamıyorsa, sabah kahvaltı veya acelesi olana evden bir sandviç hazırlanıp çantasına konamıyorsa… Market raflarında hazır yoğurtlar kapışılıyorsa, bir anne evlatlarına bir kek çırpıp pişiremiyorsa… Bir yoğurt mayalamaya üşenip sanayide üretilen bin bir katkı maddesi ile dolu yoğurtları minicik yavrulara yedirirken vicdan azabı duyulmuyorsa; nasıl olacak annelik, nasıl olacak fedakârlık, nasıl olacak âile?
Bunun daha ötesi var ki, o daha da vahim! Yenilen içilen her şeyin fotoğraflanıp sosyal medyada paylaşılması?! Bilmiyorum, bu hangi kültüre, hangi dine sığar! Bizler “göz hakkı” hassasiyetiyle büyütülmüşken birden nasıl zıvanadan çıkıldı? Ne ara unutuldu:
“-Alamayanın gözü kalır, hakkı geçer!” sözü…
Veya gösteriş ve israfın kol gezdiği, sadece zengin dost akrabaların ağırlandığı sofralara ne demeli...
Mecburiyet hâlleri dışında keyfî olarak “dışarıda yeme” hastalığımız… Ya da daha lezzetli bir yiyecek uğruna mahalle mahalle, şehir şehir, hattâ ülke ülke gezme hastalığı…
Kimin pişirdiği, hangi malzemenin, hangi şartlarda, ne gibi inanç, duygu ve düşünce ile hazırlandığı belli olmayan yemekleri yemek…
“İnsanın, yediklerinden ibaret” olduğunu düşününce, nelerden besleniyorsak biz de, âilemiz de sonunda “o” oluyor.
Dinimiz, haram yiyecekleri bir tarafa bırakın, bizi şüphelilerden sakındırmış. Helâl yerken bile “tıyb/tayyib: tertemiz” olanları seçmemiz emredilmiş. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmuş:
“Ey Peygamberler! Temiz (tayyib) olan şeylerden yeyin ve sâlih ameller işleyin…” (el-Mü’minûn, 51)
“Ey îman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz (tayyib) olanlarından yeyin, eğer siz Allâh’a kulluk ediyorsanız, O’na şükredin!” (el-Bakara, 172)
O hâlde yemek seçmemiz gerekiyor. Her yemeği, herkesin yaptığı yemeği yemememiz gerekiyor. Bu hem dînî, hem de ahlâkî bir sorumluluk…
* * *
İşte bu hızla çığırından çıkan ahlâkî ve kültürel yozlaşmayı durdurmanın yolu, Sünnet-i Seniyye’nin rahmet saçan kanatlarının altına sığınmak, Nebevî nefesle tekrar dirilmek ve kaybetmek üzere olan değerlerimize hemen sahip çıkarak nesillerimizi bu feyiz menbaı ile buluşturmaktan geçiyor. Bu yüzden her Rebîülevvel’de dediğimiz gibi, bu Rebîülevvel de bizim mîlâdımız olsun; düştüğümüz yerden kalkmaya, yeniden dirilişimize vesile olsun inşâallâh…
Bu yıl, sokaklara dağılan ve motosikletlerin sepetlerine hapsedilen mutfaklarımızı kurtaralım. Ardından kendi sofralarımıza bir bakalım ve Allah Rasûlü’nün sofralarını gezelim. Bakalım, bizim sofralarımızla Allah Rasûlü’nün sofraları birbirine ne kadar benziyor?
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hangi yemekleri severdi? Kendisine ilk turfanda meyve ikram edildiğinde ne yapardı? Misafirlerini ağırladığı sofralar, açık büfe miydi? Sahabenin aklını, gönlünü ne kadar meşgul ederdi, dünya ve nimetleri? Bir ayna tutalım, asr-ı saâdetten günümüze... Bakalım ne kadar benziyor mutfaklarımız ve yeme alışkanlıklarımız... Buyurun asr-ı saâdetteki sofralar ve onların yemek yeme tarzları… Gelin, hep beraber ibret nazarıyla bir daha göz atalım, aslında pek çoğumuzun bildiği bu hâtıralara...
PEdhdshbsd
Peygamber Efendimiz ve ashâbının sofralarında, gümüş ve altın kap kacaklar bulunmazdı. Sevgili Peygamberimiz bunlardan yiyip içmeyi de yasaklayarak kibir, israf ve gösterişin müslümanın sofrasındaki tabak ve bardaklarda dahî olmaması gerektiğini hatırlatıyordu âdeta…
Peygamber Efendimizin yaşadığı dönemde o bölgede insanlar, kıt-kanat geçindikleri için hayatlarında bugünkü gibi “Kullan-at!” çılgınlığı da yoktu. Az ve gerekli olan eşyalarla yetinilir; belki de o eşyalara verilen kıymet ve vefânın bir alameti olarak Peygamber Efendimiz kullandığı bazı eşyalara isimler takardı. Meselâ su kaplarından birine “suya kandıran” mânâsında “Reyyan” ismini takmıştı. Başka bir bardağına “imdada yetişen” manasında “Mugîs” derdi. Bu misallere bakınca Peygamber Efendimiz’in, gerek eşyaya, gerek hayvanlara isim takarken mânâlı, hayır ve bereket ihtiva eden isimleri tercih ettiğine şahit oluyoruz.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sofra tarzına bakacak olursak… Yanında on yıl hizmet etmiş bulunan Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor, bu sofraları:
“Ben Rasûlullah’ın küçük sahanlarda (sükürrüce) yemek yediğini, ona ince undan ekmek pişirildiğini ve yine masada yemek yediğini bilmiyorum.”
Bu hadîsi rivayet eden Katâde’ye merakla sordular:
“-Peki, onlar neyin üzerinde yemek yerlerdi?”
O da şöyle cevap verdi:
“-Yer sofralarında yiyorlardı.”
Peygamber Efendimize niçin yer sofrasında yemek yediğini soranlara, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“-Ben kulum; kul gibi yer, içerim.” diye cevap vermiştir.[1]
Bu rivayetlerden, “masada yemek yemenin mekruh olduğu” çıkarılmamalıdır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Yüce Rabbimize olan edebi, kulluktaki tevazuu ve sade hayatı tavsiye ettiği anlaşılmalıdır. Bu mânâda biz bu çizgiye ne kadar yaklaşabilirsek, bizim için büyük bir berekete vesile olacağı muhakkaktır. Yere oturmak hem sünnet olduğundan, hem de az yemeğe sebep olduğu için gücü yeten müslümanlar için daha çok tercih edilmelidir.
Bir de o devrin kültüründeki bir uygulamaya dikkat çekmek lâzım... Rivayetlerdeki lafızlardan da anlaşılacağı üzere, o günün kralları, zenginleri kibir hayatı içinde ve tıka basa saatlerce yemek yiyebilmek için sandalye, koltuk vb. şeylere oturuyor ve masada yemek yiyorlardı. Yerde yemek yemek, hem bedenen zahmetli, hem az yemeğe sebep olduğu; belki de insanın kibrini kırdığı için ekâbir takımı tarafından tercih edilmiyordu. İşte Peygamber Efendimizin tercihi; müstağni, mağrur ve kibirli bir kral gibi değil, mütevâzî, mahfiyet içinde bir kul gibi olmaktı.
Ayrıca saatler süren yemek hazırlığı ve yine saatler boyunca masadaki yemeklerle meşguliyet, zamanın kıymetini bilen insan için büyük bir vakit kaybıdır. Ömür, o kadar sınırlı ve ölüm o kadar ânîdir ki, değil saatlerin, dakikaların bile hesabının tutulması, gerektiği gibi değerlendirilmeye çalışılması gerekir.
Saatler süren yemek masası kültürü, bize yabancıdır. Masada oturup konuşup eğlenmek, dünyaya ve âhirete faydası olmayan boş konuşmalarla zaman öldürmek büyük bir kayıptır. Yemek, huzur ve sükûn içinde yenilecek; Allâh’ın zikrinin, fikrinin, şükrünün îfa edileceği, gerektiği kadar konuşulacağı ve doymadan kalkılacağı bir ihtiyaç molası gibidir. Bütün hayatın yemeğe göre şekillendiği günümüz yaşayışında bunu anlamak da, anlatmak da zor tabiî…
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayatının her sahasında zâhidâne bir hayat yaşardı. Yemeklerini yere diz çöktükten sonra iki ayağı üzerine oturup Besmele çekerek sağ eliyle yerdi. Çok sıcak yemeği uygun görmez ve:
“Sıcak yemekte bereket yoktur. Allah Teâlâ bize ateş yedirmez. Öyleyse yemeğinizi ılıtarak yiyiniz.” buyururdu.[2]
Yemekleri parmakları ile sıyırır (sünnetler) ve:
“-Yemeğin sonu daha bereketlidir.” buyururdu.[3]
Su içerken üç yudumda içmeye çalışır, her yuduma Besmele ile başlar ve her yudumu hamdele ile (Elhamdülillâh diyerek) bitirirdi.[4] Ashabı arasında su veya süt içtiği zaman kabı hemen sağındakine verir; kap, içindeki bitene kadar elden ele devrederdi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- turfanda meyveler çıktığında kendisine bunların müjdelenmesinden çok hoşnut olurdu. Kendisine bereket niyeti ile getirilen ilk meyveyi eline alır, öper ve sonra da:
“-Ey Rabbimiz! Bize bu meyvelerin turfandasını yedirdiğin gibi, bu mahsulün sonunu da yedir! Allâh’ım! Meyvelerimizi bizim için bereketli kıl! Rabbimiz Medîne’mizi bize bereketli eyle! (Birer ölçü birimi olan) Sa’ımıza da, müddümüze de bereket üstüne bereket ver!” diyerek duâ ederdi. Sonra da o toplulukta çocuklar varsa, bu turfanda meyveyi ilk önce çocuklara yedirirdi.[5]
Peygamberimizin gün içindeki yemek öğünü nasıldı acaba? Hazret-i Âişe Annemizden gelen rivayet şöyledir:
“Allah Rasûlü ve âilesi, bir günde iki öğün yemek yememiştir. Şayet ilk öğünde yemek yemişlerse, bu öğünlerden birinde sadece kuru hurmayla yetinmişlerdir.”[6]
Bir gün içinde yedikleri yemekte peş peşe buğday ekmeği de yememişlerdi.
Peygamber Efendimiz bugünlerimizi görseydi, ne kadar mahcup olurduk, kim bilir? Şimdi peş peşe yenilen “üç ana öğün” ile “iki ara öğün”ün hesabını da düşünmek lâzım... Dünyanın yarıdan fazlası açlıktan ölürken, diğer bir yarısı tokluktan ve onun sebebiyet verdiği hastalıklardan ölüyor. Bir taraf ölçüsüzce yiyip içerken kendisini kaybediyor. Öbür taraf bir lokma olsun karnını doyuracak bir şey bulamıyor. Vallâhi işimiz zor!.. Hâlbuki İslâm, her şeye bir sınır koyduğu gibi yeme ve içmeye de bir sınır çizmiştir. Zira hadîs-i şerîfte:
“İnsanoğlu midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Oysa insana kendisini ayakta tutacak birkaç lokmacık yeter. Şayet çok yemek gerekirse, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefes almaya ayırsın.”[7]
Yine tabiîn muhaddislerinden Mesruk şöyle dedi: Bir gün Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın ziyaretine gitmiştim. Hizmetçisine bana yemek hazırlamasını söyledi. Ardından da:
“-Yemek yedikten sonra içimden ağlamak gelir, ben de kendimi tutamam, mutlaka ağlarım.” dedi.
Ben de ona:
“-Her yemekten sonra niçin ağlarsınız?” diye sordum. Bana şu cevabı verdi:
“-Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dünyayı terk edip gittiği hâli hatırlarım da onun için ağlarım. Vallahi O, bir günde üst üste iki defa ekmek ile et yiyerek karnını doyurmadı.”[8]
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kalabalıkla yemek yemeği çok severdi. Onun sofrasından fakir, muhtaç ve yetimler eksik olmazdı. Ashabını da bu hususta teşvik ederdi. Bir defasında Rasûlullâh:
“İki kişilik yiyeceği olan (suffada barınanlardan) bir üçüncüsünü; dört kişilik yiyeceği olan kimse de, bir beşincisini yahut altıncısını yanında alıp evine götürsün!” buyurdu.
Hazret-i Ebûbekir, Suffa ashâbından üçünü evine götürdü. Rasûlullah da onlardan on kişiyi evine alıp götürdü.[9]
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elenmemiş arpa unundan yapılan ekmeği yer, salatalığı ise hurma ile yerdi. En sevdiği meyveler; yaş hurma, kavun, karpuz ve üzümdü. Kavun ve karpuzu iki eliyle yerdi. Hurmayı sağ eliyle yer, sol eline çekirdeklerini toplardı. Hurma ile sütü bir arada yiyebildikleri zaman:
“-En iyi yiyecekler bunlardır.” buyururlardı.
Eti ve etli yemekleri severdi. “Tirit” yemeğini, kabak ile yerdi. Kabağı sever ve onun hakkında:
“-O, kardeşim Yûnus’un sebzesidir.” buyururdu.
Kısacası, o günün şartlarında bir devlet başkanı, emri altında devletin hazinesi bulunan bir idareci ve ganimetler dolu savaşların baş kumandanı olduğu hâlde; o elindeki imkânları, ümmetiyle paylaşmış; ortalama bir âilenin hayat standardının altında asgarî imkânlarla yaşamaya devam etmiştir. Bu durum, onun ashâbının en fakirinin hâlini hissetmek, Allâh’a karşı mütevâzi bir kul olmak ve vaktini ibadet ve şükürle değerlendirmek için seçtiği ihtiyârî bir fakirlikti.
Belki bugünün imkânları içinde bu seviyede bir hayat sürmek gerekmez. Ancak Sünnet-i Seniyye’deki esaslar dahilinde, kibir ve gururdan uzak, sade ve külfetsiz sofralar kurmak; zengin-fakir insanları yiyeceklerimize ortak kılmak, yemeklerimizi zikir ve şükürle süslemek ve yine gücümüz yettiği kadar bizdeki imkânlara sahip olmayanları düşünmek ve elimizdekileri onlarla da paylaşmaya çalışmak; hayatımıza kolaylıkla geçirebileceğimiz sünnetler olabilir.
Cenâb-ı Hak, Rasûlü’nü tanıma ve Sünnet-i Seniyyesi’ni hayatımıza tatbik etme hususunda bize muvaffakiyetler ihsan eylesin. Âmin.
Dipnotlar:
[1] İbn-i Sa‘d, Tabakât, I, 371-372. [2] Beyhakî ve Taberânî’den naklen İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmiddîn, Kahire, ts., II, 367. [3] Beyhakî’den naklen İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmiddîn, II, 371. [4] İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmiddîn, II, 371. [5] Müslim, Hac 473-474; Tirmizî, Da’avât, 53; İbn-i Mâce, Et’ime, 39. [6] Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Zühd, 25. [7] Tirmizî, Zühd 47; İbn-i Mâce, Et’ime 50. [8] Tirmizî, Zühd, 38. [9] Müslim, Eşribe, 176; Buhârî, Mevâkîtu’s-Salât, 41
Kaynak: Halime Demireşik, Şebnem Dergisi, Sayı: 188
YORUMLAR