Peygamber Efendimizʼin Son Nefesindeki Emri
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in vefatı esnasında hususiyetle durduğu iki emri anlatıyor...
PEYGAMBER EFENDİMİZʼİN SON NEFESİNDEKİ EMRİ
Velhâsıl namazımız çok mühim. Cenâb-ı Hak:
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.
Namaza çok ihtimam istiyor Cenâb-ı Hak.
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor. “Bir mîraç”, Efendimiz buyuruyor.
Efendimiz vefât ederken bile, râvî diyor:
“Sesi kısıldı (diyor), iki şey üzerinde Efendimiz çok hassâsiyetle duruyordu. İyice duyamaz hâle geldik. Efendimiz tekrarlıyordu: «Namaz, namaz, namaz» birincisi. İkincisi de; «Emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin.»” (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)
Bunun içine “eytâm, erâmil” yani “dullar ve yetimler” de giriyor. Onlardan da bir mesʼul olduğumuzu. Yani beden ve kalp âhengi içinde, huşû içinde Cenâb-ı Hak bir namaz istiyor. İlâhî huzûra giriyoruz çünkü. Hattâ “namaza duracağınız zaman temiz elbiseler giyinin” buyruluyor, secde edeceğiniz zaman. (Bkz. el-A‘râf, 31)
Yani zâhir ve bâtın tertemiz olacak. Huzûra çıkıyoruz çünkü.
Oruç:
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
(“…Umulur ki korunursunuz.” [el-Bakara, 183])
“Umulur ki kurtulursunuz.” buyruluyor. Göze oruç, kulağa oruç, dile oruç. Zikirle geçen bir dil.
Sadaka, infak, 125 yerde geçiyor toplam olarak. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:
“Sevdiğiniz şeylerden vermedikçe Allâhʼa yaklaşamazsınız…” buyuruyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 92)
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ buyruluyor.
Nasıl kendimizi seviyoruz, kendimize alıyoruz. Fakat Allah için ne kadar veriyoruz? Allah için ne kadar seviyoruz?
Demek ki bunun için Cenâb-ı Hak hep önümüze ölçüler koymuş oluyor.
Hac, ayrı bir fazîlet. En son farz olan bir ibadet.
Fısk yok, refes yok, cidâl yok. Boş lâflar -af edersiniz- gevezelik, cidâl, münâkaşa vs. lâubâlî söz, bunların hepsini Cenâb-ı Hak men ediyor. (Bkz. el-Bakara, 197)
Demek ki kul bu şekilde bir şahsiyet tevzî ederek yaşayacak ve Cenâb-ı Hakʼla dost olacak. Onun için Cenâb-ı Hak dostluğu istiyor. Dostluk nedir? Sevenin sevilende kendi husûsiyetlerini görmesinden kaynaklanır.
Yâkub -aleyhisselâm-ʼın on iki oğlu vardı. Yusuf… Kendi karakter, kendi şahsiyetini Yusufʼta gördü, Yusufʼa meyletti. Cenâb-ı Hak da bir kulunda ne kadar cemâlî sıfatların tecellîsi varsa -başta merhametten başlayarak- o kulla Cenâb-ı Hak dost oluyor.
O kula:
فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (el-Ahkāf, 13) buyuruyor, o zor günde.
İki zor ânımız var. Efendimiz hep duâ ederdi:
“‒Yâ Rabbi! Kabir azâbından ve âhiret azâbından Sana sığınırım.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Cennet, 67)
İbrahim -aleyhisselâm- malından, canından, evlâdından, onları Allah yolunda istîmâl etmesiyle “Halîlullah” oldu. Tevhîdi korumak için ateşe girmeye, ateşte yanmaya râzı oldu. Nemrudʼun ateşine girmeye râzı oldu. Cenâb-ı Hak gülistana çevirdi. Cenâb-ı Hakkʼın karşısındaki, Cebrailʼin zikrinin mukâbilinde bütün servetini verecek oldu, vakfetti.
Cenâb-ı Hakkʼa olan muhabbeti, evlât muhabbetinin üzerine çıktı. Cenâb-ı Hak:
“Selâm İbrahim (dedi), bu zor bir imtihandı, açık bir imtihandı. Sana selâm olsun.” buyurdu ve tebrik etti:
“Sana bir nam verdik.” buyurdu. (Bkz. es-Sâffât, 106-109)
Et-Tahiyyâtüʼden sonra İbrahim -aleyhisselâm-ʼa da salevât-ı şerîfe getiriyoruz.
Fakat Cenâb-ı Hak, tabi; İbrahim -aleyhisselâm-ʼda büyük ufuklar açıldı, kalpte ufuklar açıldı, kalpte derinlikler başladı. İlâhî azamet, ilâhî kudret akışları karşısında bir acziyet içinde kaldı.
Kıyâmet günü;
وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ
“Yâ Rabbi! İnsanları yarattığın gün beni mahcup etme.” buyurdu. (Bkz. eş-Şuarâ, 87) Tabi bu, demek ki perdeler kalktıkça, insan; “مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ (Nefsini bilen, Rabbini de bilir.)” Acziyetini idrâk ediyor.
Velhâsıl hayat dediğimiz nedir? Beşik ile tabut arasındaki bu kısa yolculuğu tefekkür ikliminde idrâk edebilmek:
Niçin geldin? Kimin mülkünde yaşıyorsun? Kimin verdiği rızıkla merzuksun? Yolculuğun nereye?
Cenâb-ı Hak kulundan ne istiyor?
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])
Rafine olmuş bir kalp istiyor. Nasıl insan doğuşta tertemiz geliyor, mis gibi kokuyor çıktığı zaman dünyaya. Cenâb-ı Hak o şekilde bir kendisiyle bir kavuşmamızı arzu ediyor.
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
“Kalb-i münîb” istiyor. Hak ve şer o kalpte netleşmiş. Nasıl insan ateşe elini sokmaz; o kişi Allâhʼın haram kıldıkları karşısında bu kadar bir teyakkuz hâlinde.
“Nefs-i mutmainne”. Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Ey itmiʼnâna ermiş nefs!” (el-Fecr, 27) diyor. Mal, mülk, evlât, ne Allah verdiyse hepsini Allah yolunda fedâ-yı cân edenler, kullananlar.
Değişen şartlar altında… Zenginlikle imtihan en zoru, fakirlikle imtihan, hastalıkla imtihan, en zoru sağlıkla imtihan. Hepsini bu “râdıyye” Allâhʼın emrettiği şekilde, Allahʼtan râzı olarak…
Zenginse ona göre, mütevâzı olarak yaşayacak, kifâyet miktarıyla yaşayacak, infak edecek.
Cenâb-ı Hak varlık vermemişse; “bunda da bir hayır var” diyecek. “Verseydi belki ben daha kötü olacaktım, âhiretim felâkete uğrayacaktı.” Sabredecek orada. Hastaysa sabredecek. En zoru, sıhhatliyse, en zoru da bu, sıhhatte nasıl sabredecek? İbadetine dikkat edecek, kulluğuna dikkat edecek, nefsânî arzulardan kendini koruyacak. İşte bu şekilde olacak, Allah ondan râzı olacak: Merdıyye.
“Cennetʼime gir.” (el-Fecr, 30) buyruluyor.
En (büyük) huzur nedir hayatta?
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])
Kalbin Cenâb-ı Hakʼla beraber olması. İşte peygamberler. En çok çileler, belâlar, peygamberlerin başından geçiyor. En rahat Süleyman -aleyhisselâm- gibi gözüküyor. Bütün dünya tasarrufu eline veriliyor. Bütün insanlar birleşse bütün gücünü verse bir Süleyman -aleyhisselâm-ʼın saltanatı gibi olmaz. Fakat Cenâb-ı Hak, Süleyman -aleyhisselâm-, yahut da bir zelleden, “Onu tahtının üstünde ölü bir ceset gibi bıraktık.” buyuruyor. (Sâd, 34) Öyle bir ağır bir imtihana dûçâr ediyor.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak bizden Hak dostu olmamızı arzu ediyor. Demek ki Hak dostları nedir o zaman? Tasavvuf yolunda zâhirini ve bâtınını ikmâl etmiş, zâhirle bâtınını ikmâl etmiş, kalbî merhaleler katederek davranış mükemmelliğine ulaşmış bulunan bahtiyar kişilerdir.
Onların durumu nedir Allâhʼa ve Allah Rasûlüʼne ittibâ hususunda? Aynı altın tartan terazi hassasiyetine sahiptir. Nasıl bir kuyumcu terazisinde miligramların bir tesiri vardır, esen rüzgârın tesiri vardır, o şekilde bir, Rasûlullah Efendimizʼin izinde bulunmakta bir hassasiyet gösterenlerdir.
Umûmî halk ise ruhsatlarla amel eder genel olarak. Yani bir odun kantarında miligram yoktur, gram bile yoktur. Kilolar vardır gösterilen. Fakat Allah dostlarında bir kuyumcu terazisi gibidir her şey.
Demek ki Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşabilmek, her hâlimizi bir mîzan edebilmek… Allah Rasûlü nasıl emretti, ashâb-ı kirâm nasıl yaşadı, evliyâullah nasıl yaşadı?
Meselâ bir misal vereyim. Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz halîfe oldu. Herkes dediler ki; artık dediler, eski hizmetlerini yapamaz dediler. Yetimlerin koyunlarını sağıyordu, onlara hizmet ediyordu kimsesizlere. Yine Ebû Bekir Efendimiz, yine onların, yine o, zaman içinde Cenâb-ı Hak zaman veriyor hizmette. “Benim zamanım yok, vaktim yok.” diye bir şey yok. Cenâb-ı Hak zaman içinde zaman veriyor. Yine o yetimlerin koyunlarını şey yapıyordu.
Tevâzû zirvede. Halîfe olduğu zaman, ashâba dedi:
“‒Ben yanılırsam beni (dedi) siz îkâz edin.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Sa’d, III, 182-183; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1181)
Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- halîfe oldu. O da aynı şekilde:
“‒Cemaat! (Dedi.) Eğer ben yanılırsam beni (dedi) irşâd edin, îkâz edin.” dedi.
Bir bedevî kalktı, çölden gelen bir bedevî. Kılıcını çıkardı, şöyle bir kılıcı bir salladı:
“‒Ömer! Hiç merak etme (dedi), sen (dedi) yamulursan, seni biz bu kılıcımızla doğrulturuz.” dedi.
Tabi, kabaca bir şey. Fakat Hazret-i Ömerʼin şeyi çok güzel. Kızmadı hiç. “Allah râzı olsun.” dedi. “Demek ki, yâ Rabbi (dedi), beni yamulursam, beni doğrultacak bir cemaat ihsan ettin.” buyurdu. (Bkz. Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 130)
Dâvud-i Tâî önüne gelen bir yemeği yetimler sebebiyle yiyemedi:
“‒Onlara götür (dedi) ki Arş-ı Âlâʼya çıksın (dedi). Ben yesem bir müddet sonra çıkacak.” dedi.
Seriyy-i Sakatî, toplumun derdiyle meşguldü. Yangın çıktı. Evi kurtuldu. “O gün (dedi), yananları düşünemedim. (30 yıldır o hâlime istiğfar ediyorum).” dedi. (Bkz. Hatîb, Târih, IX, 188; İbn-i Hallikan, Vefeyat, II, 357; Zehebî, Siyer, XII, 185, 186)
Demek ki bu çok mühim. Yani dünyada bir sürü bugün mazlum var. Birçok yalnız var. Birçok garip var. Ne kadar bunlar bizi hüzünlendiriyor, ne kadar düşündürüyor? Ben orada olsaydım, onlar burada olsaydı…
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, kadı, Bursa kadısı, en zirvede, padişahtan sonra ikinci bir adam. İltifatlar, alâkalar, postlar, lüks, vs. şu, bu.
“‒Aman (diyor), bunlar (diyor), beni (diyor) yanlış yerin yolcusu yapacak (diyor). İlk defa kendim (diyor) mütevâzı olayım (diyor), kulluğumu idrâk edeyim.” diyor. Ciğer satmaya başlıyor Bursa sokaklarında. Velhâsıl makamın şöhretinden korkuyor.
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, tâ hizmeti hayvanlara kadar gidiyor. Hastalara gidiyor, hayvanlara gidiyor.
Bir soru geliyor:
“Tasavvuf yolunun yolcularına şeytan sataşır mı?” diye bir sual geliyor. Bu suâlin cevabını Abdülhâlık Gücdüvânî Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Sâlik, nefs-i mutmainneye ermedikçe, şeytan ona öfke ânında sokulabilir. (Öfkelenir, öfkelendiği zaman bir sürü yanlışlıklar yapar. Öfkesini yutamaz.) Fakat nefsi fenâya ermiş sâlikte (yani itmiʼnâna gelmiş, nefsi mutmain olmuş) öfkenin yerine ilâhî emirlere hassâsiyet, bilhassa sabır, sabır devreye girer, sabır sebebiyle o öfkesini bertaraf eder.”
Hiç Efendimizʼin hayatında, evliyâullâhın hayatında şahsına âit hiç, zerre kadar bir öfke yok. Yine buna benzer, çok, ehlullâhʼın ifadeleri var…
YORUMLAR