Peygamber Efendimizin Tahsili
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin nasıl öğrendiğininden ve O'nun eğitimciliğinden bahsediyor...
PEYGAMBER EFENDİMİZ NASIL ÖĞRENDİ?
Peygamber Efendimiz nasıl öğrendi? Peygamberimiz doğrudan Cenâb-ı Hak’tan tahsil etti.
Mekke’de bir ilim meclisi, kütüphane veya mektep yoktu. Herhangi bir dînin din adamı da yoktu, bir rahip de yoktu, bir hoca da yoktu. Ümmî olan Efendimiz, kimseden bir şey öğrenmedi. Yetim doğan, öksüz büyüyen Efendimiz’in, anne-babası gibi bir istinâdı da yoktu hayatta.
Kimseden bir şey öğrenmedi. O sadece, Cenâb-ı Hak O’na öğretti. Bunu kendisi şöyle ifade ediyor:
“Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti.” (Süyûtî, I, 12)
Bu, 40 sene mükemmel bir terbiye oldu. Halk, câhil halk, “el-Emîn, es-Sâdık” dedi. “İçimizde en doğru insan Sen’sin.” dedi. “En doğru insan geldi.” dedi. “En emniyetli insan geldi.” dedi.
Yani o fısk içindeki câhil bir toplum bile, o karakteri, o şahsiyeti takdir etti. Efendimiz daha evvel bir eğitimci değildi, bir hukukçu değildi, devlet adamı değildi, idareci değildi, kumandan da değildi.
Fakat nübüvvetle beraber o kırk seneden sonra, Allah Teâlâ O’nu öyle bir yetiştirdi ki o bütün sahaların hepsinde en ileri, en ötesinde, en mükemmel, müstesnâ şahsiyet ve üsve-i hasene oldu.
Biraz açalım:
O’nun Müstesnâ Eğitimciliği:
Fahr-i Kâinat Efendimiz daha evvel eğitimci değildi. Nübüvvetten önce hiçbir kimseden bir şey öğrenmedi. Hiçbir kimseye de bir şey öğretmedi. Muallim de değildi. Allah Teâlâ O’nu öyle bir muallim olarak yetiştirdi ki talebeleri olan ashâb-ı kirâm, cihâna İslâm’ı yaydı. Semerkant’tan Endülüs’e kısa bir zaman içinde hak ve hakîkati bütün halklara öğretti.
Nice fakihler, müctehidler, müfessirler, hukukçular, muhaddisler, mütefekkirler, mutasavvıflar, O’nun talebesi olarak sır ve hikmetlere âşinâ oldu.
Yine nübüvvetten evvel Efendimiz’in hiçbir kumandanlığı yoktu. Hiçbir gazveye iştirak etmemişti. Bir Ficar Harbi’nde sadece okları topladı, o kadar; iştirak etmedi.
Ancak Allâh’ın terbiyesi altında olduğu savaşta bile bir gönül dünyası hem dirâyet, hem de merhamet dolu müstesnâ bir kumandanlık sergiledi ki emsâli görülmedi.
Bedir’de düşmanları, müşrikler gelip bir gün evvel, Efendimiz’in bulunduğu kuyudan su almak istedi. Sahâbe vermek istemedi. Efendimiz “verin” buyurdu.
Nasıl bir merhamet!..
Bedir’den dönerken 70 tane esir vardı. Ashâbın imkânı da mahduttu. “Bunlar da bizim insanlıktaki eşimizdir.” diye, zaman zaman develerden indiler, esirlerini develere bindirdiler.
İslâm’da işgal maksatlı, toprağı kanla sulamak yoktur. İslâm’da her türlü hâinâne katliamlara, düşman saldırılarına, zulümlere karşı mâsumları muhafaza etmek, vatanı, bayrağı, mukaddesâtı, nesilleri korumak, hakkı ve adâleti tevzî etmek için, ancak o zaman kılıç kullanılmıştır.
İşte Rasûlullâh’ın tâlimâtı, bir de bugüne bakalım:
“(Ey ümmetim! Savaş hâlinde iken buyuruyor) zulmetmeyiniz, işkence etmeyiniz, çocukları öldürmeyiniz.” (Müslim, Cihâd, 3; Ahmed, V, 352, 358)
“(Ey ümmetim! Savaş hâlinde iken bile) çocukları, mâbedlere çekilip ibadetle meşgul olan kişileri, kadınları, yaşlıları, savaş hâricinde olan kimseleri (sakın onları) öldürmeyin. (Ayrıca) kiliseleri yakıp yıkmayın, ağaçları kökünden kesmeyin.” (Ahmed, I, 300; Taberânî, Kebîr, XI, 224/11562; Buhârî, Cihâd, 148; Müslim, Cihâd, 24, 25; Taberânî, Evsat, I, 48/135; İbn-i Mâce, Cihâd, 30; Vâkıdî, III, 912; Abdürrezzak, Musannef, V, 220)
Bir misal:
Ömer -radıyallâhu anh- Kudüs’e girdi. Orada Kıyâmet Kilisesi var, İslâm’dan evvel yapılmış. Rahip dedi ki:
“–Yâ Halîfe dedi, buyur dedi, kilisemiz temizdir dedi, kilisede namaz kılın.” dedi.
“–Yok.” dedi Hazret-i Ömer.
“–Efendim, temizdir dedi. Buyrun, namaz kılın.” dedi.
“–Yok dedi. Eğer dedi, ben dedi, burada namaz kılarsam dedi, yarın müslümanlar bu Kıyamet Kilise’sini kendilerine alırlar.” dedi.
Nasıl bir Hümanizm… Bir de bugünkü Hümanizm’e bakalım:
Köy, şehirler üzerine bombalar, roketler yağdırılıyor. Bomba düştüğü yerde kadın, çocuk, ihtiyar, hasta, kim varsa yanıp kavruluyor. Bugün dünya teknolojisinin zulmü yaşıyor. Güçlü eziyor, mazlum perişan oluyor.
Yine bizim hocamız Nurettin Topçu dedi ki:
“Oğlum dedi, bugün demir parçasının terakkisi medeniyet zannediliyor dedi. Bakın dedi, 1945’te dedi Japonya’ya iki tane bomba atıldı dedi, atom atıldı dedi. Kadın öldü, çocuk öldü, hayvan öldü, toprak öldü… Ne hakkın var buna dedi. Bugün dedi, maalesef dedi, insan dedi, bu sanayinin esiri oldu. Sanayinin terakkisiyle kendi rûhâniyetini kaybetti. Kendi rûhuna zulmetti. Zâlim oldu, gâsıp oldu. Âhireti unuttu ve insan kalpsiz hâle geldi. Arkada bir enkaz ve mezbele bıraktı…”
İşte Sûriye… Bir insan enkâzı, vîrâne bir vatan toprağı. İşte 21. asrın medeniyeti…
Nasıl Mehmed Âkif:
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,
Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi.
- asrın medeniyeti, bir de asr-ı saâdetin medeniyeti…
Velhâsıl bu İslâm’ın rûhâniyeti, Cenâb-ı Hakk’ın yardımı, Efendimiz Bedir Harbi’nden sonra 9 yıl içinde az bir kuvvetle bütün Arabistan’ı hidâyetle fethetti. Ardından gelenler de zamanın en heybetli, güçlü iki devleti olan Pers İmparatorluğu’nu az bir kuvvetle hezimete uğrattı.
Hatırlanır ki Efendimiz’den önce Araplar ancak kabile savaşları yaparlar, civardaki Arap devletleri, Bizans ve Sâsânîlerin peykleri durumundadırlar, onların idaresi altında. Yani Araplarda cihangirlik gibi bir dâvâları yoktu daha evvelden. Sen-ben, kabile ertişmeleri vardı. Bu tamamen Efendimiz’in tâlim ve terbiyesiyle husûle geldi; bir devlet, devlet şuuru…
Yine O’nun Muhteşem İctimâî Liderliği:
Daha evvel halk idaresinde hiç bulunmamıştı. Çocukluğunda çobanlıktan başka bir idareci de olmamıştı. Fakat kurduğu Medîne Site Devleti, medeniyetin zirvesini tesis etti. O câhiliyeyi saâdet devrine döndürdü. 23 senelik nübüvveti sayesinde terör son buldu. Bütün mahlûkâtı zâlimlerin şerrinden kurtardı. Zâlimlerin pençesinde kan gölüne dönen çöller dahî bir huzur buldu. Âdeta cennete döndürüldü. Zâlimlerin hükmü bitti.
Yine Mehmed Âkif:
Aczin ki ezilmekti bütün hakkı dirildi,
Zulmün ki zevâl aklına gelmezdi geberdi.” diyor.
Köleler huzur buldu. Kölelere, Rasûlullah; bu, sizin insanlıktaki eşinizdir dedi. Yediğinden yedirecek, içtiğinden içireceksin, eğer onu âzâd ederseniz, bu sizin için çok çok daha güzeldir buyurdu.
Köleler huzur buldu. İnsanlar huzur buldu, hayvanlar huzur buldu, nebâtât huzur buldu.
O’nu kimler tanıdı, Efendimiz’i?
Hurma kütüğü O’nu tanıdı. Mütevâtir hadis, yani büyük bir kalabalık tarafından müşâhede edilen bir hâdise. Kütük ağladı, inledi. Efendimiz, kütükte hutbe okuyordu. Cemaat kalabalıklaşınca minber yapıldı. Minberde okuyunca kütük ağladı. Bunu yüzlerce sahâbî “müttefekun aleyh” olarak rivâyet ediyor. Yani bir hurma kütüğü tanıdı.
Mevlânâ diyor ki:
“Hurma kütüğü tanıdı diyor. O bir kütüktü diyor. Sen ise kütük değilsin diyor. Sen ne kadar tanıyorsun diyor. O ağladı.” diyor.
Taşlar O’nu tanıdı:
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“Biz Mekke’de diyor, Efendimiz’le beraberken bazı taşların «es-Selâmu aleyke yâ Rasûlâllah» dediğini bizzat işittim diyor. Ağaçlar O’nu tanıdı, eğildi; «es-Selâmu aleyke yâ Rasûlâllah» dedi rivâyette. (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 6/3626)
Kısa kısa geçiyorum.
Uhud Dağı O’nu tanıdı:
“Biz Uhud’u severiz, Uhud bizi sever.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Cihâd 71, 74, Et’ıme 28; Müslim, Hac 462, 503-504)
Ebû Bekir Efendimiz, Ömer Efendimiz, Osman -radıyallâhu anh-, Efendimiz’le beraber Uhud’a çıktı. Uhud sallandı.
“–Ey Uhud dedi, «üskün» dedi, sakin ol dedi. Üzerinde bir Nebî, iki şehid, bir sıddık var.” dedi. (Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 6; Tirmizî, Menâkıb, 18/3703)
Develer tanıdı:
Develer derdini anlatıyordu, gözyaşıyla gelip. Îkaz ediyordu Efendimiz:
“Bak, yarın kıyâmet günü bu deve senden dâvâcı olur, niye bunu aç bıraktın diyordu. Niye buna çok ağır yük verdin?” diyordu Efendimiz. (Bkz. Ahmed, IV, 181)
O’nun Muhteşem Hukukçuluğu:
O, bir hukukçu değildi. Adâlet hususunda hiçbir tecrübesi yoktu. Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesinde öyle bir yetişti ki O’nun “Vedâ Hutbesi”, en mükemmel, müstesnâ “İnsan Hakları Beyannamesi” oldu, değişmez bir anayasa oldu.
O’nun talebelerinin kısa zamanda meydana getirdiği hukuk ekolleri, beşer aklının yüzlerce yılda yetiştirdiği zirveleri geride bıraktı. Meşhur hukukçular Solon, Hammurabi, Ebû Hanîfe’nin hukuk dehâsı karşısında çırak bile olacak durumları kalmadı.
Her sahada zirve oldu. En müstesnâ… Çünkü O’na Cenâb-ı Hak öğretti.
Rasûlullah Efendimiz, kalbine nâzil olan Kur’ân’ı ve Cenâb-ı Hak’tan tahsil ettiği ilimden tâlimine izin verilen hususları, izin verilen hususları ümmetine öğretti; izin verildiği kadar öğretti.
O’nun muvaffak, bâriz talebeleri, “ashâb-ı kirâm”ı görüyoruz. Onlar, medeniyet semâsının yıldızları oldu. Onlara, onların istîdâdı kadar öğretti.
Ömer -radıyallâhu anh- diyor ki:
Bir gün diyor, ben diyor, Ebû Bekir’le -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh’ı sohbet ederken gördüm diyor. Onları kenarda dinledim diyor. Fakat diyor, hiç diyor Arapça bilmeyen câhil bir insan gibi kaldım diyor. Sohbetlerinden sonra dedim ki:
“–Ebû Bekir! Ben sizin sohbetinizden hiçbir şey anlamadım. Siz böyle mi sohbet edersiniz?”
“–Evet dedi, biz başbaşa olduğumuz zaman, tevhid hususunda böyle sohbet ederiz.” (Bkz. Ahmed bin Abdullah et-Taberî, er-Riyâdu’n-Nadra, II, 52)
Diğer taraftan bir bedevî gelirdi. Bedevîye “şunları şunları yap” derdi. “Yaptığın zaman Cennet’e girersin” buyururdu. Rasûlullah, istîdâdına göre talebe yetiştirirdi.
Muâz’ı terkisine alırdı. Bir müddet giderlerdi.
“–Bak Muaz, şuna şuna dikkat et.” buyururdu. Bir ara bir sükût hâlinde giderlerdi.
“–Bak Muaz, bu da kâfî değil, şunları şunları da yapmalısın.” buyururdu. (Bkz. Hâkim, IV, 319/7774)
Velhâsıl nasıl bir terbiyeciydi Efendimiz…
İslâm metodolojisinin en büyük sîmâlarından İmam Karâfî diyor ki:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in başka hiçbir mucizesi olmasaydı, yetiştirmiş olduğu ashâb-ı kirâm Allah Rasûlü’nün nübüvvetini ispata kâfî gelirdi.” (Karâfî, el-Furûk, Dâru’s-Selâm, 2001, IV, 305)
Efendimiz’den seviyelerine göre nasip aldılar. Bir kısmı “sıddîk” oldu, “fâruk” oldular, “zinnûreyn” oldular, “esedullah” oldular…