Peygamber Efendimiz’in Tebliğ ve Davetindeki Safhalar

Nübüvveti

Peygamber Efendimiz tebliğ ve davetteki engelleri nasıl kaldırdı? İşte Peygamberimizin tebliğ ve davetindeki aşamalar...

Resûlullâh, karşısına çıkan ve dâvet görevini yapmasına mani olan engelleri aşmak için şartların gerektirdiği en uygun ve geçerli metotları kullanmıştır. İlk olarak kendisine ve inananlara yapılan eziyet ve işkencelere sabır ve tahammülle karşılık vermiştir. Medine döneminde savaşa izin verildikten sonra, sabır ve tahammülle birlikte mücâdeleyi de kullanmıştır.

1- SABIR VE TAHAMMÜL SAFHASI

Peygamberimiz, Yüce Allah’ın:

 “Şimdi sen, emrolunduğun şeyi apaçık bildir! Müşriklere aldırış etme!” (el-Hicr 15/94) buyruğuna uyarak vazifesini açıkça yerine getirmeye; gece gündüz, gizli açık halkı tevhid akidesine dâvet etmeye koyulmuştur. Bu husûsta hiçbir engel tanımamış ve hiçbir mazeret üretmemiştir. (İbn-i Hişâm, I, 275-276; İbn-i Sa’d, I, 119)

Resûlullâh, işkencelere dayanamayarak kendisine müracaat edip zulmedenlerle savaşmak isteyenlere, henüz savaşa izin verilmediğini bildirerek sabır tavsiye etmiştir. Peygamberimiz ve ashâbının Mekke döneminde karşılaştıkları sıkıntı ve eziyetlerin dikkat çekici olanlarından bazıları şöyledir:

Hac mevsimi yaklaştığında Efendimiz’in insanlara Allah’ın dinini anlatacağını düşünen müşrikler buna engel olmanın yollarını aradılar. Allah Resûlü’ne atacakları iftiraları kararlaştırmak için Dârü’n-Nedve’de toplandılar. Peygamber Efendimiz’e kâhin, mecnûn, şâir ve sihirbaz denmesi için teklifler geldi.

Kendisine danıştıkları Velid bin Muğîre bunların hiçbirini kabul etmeyerek:

– Bence yine onun hakkında “Sihirbaz” demeniz her halde akla en yakın olanıdır. Çünkü onun getirdiği söz bir sihir gibidir. İnsanın babasıyla, kardeşiyle, zevcesiyle ve kabilesiyle arasını açıyor, dedi.

Bunun üzerine Kureyş müşrikleri, Mekke’de ilanlarla başlarına topladıkları halka Allah Resûlü’nün sihirbaz olduğunu anlatmaya çalıştılar. Hac mevsiminde, halkın gelip geçeceği yollara durdular. Rastladıkları herkese Peygamberimiz’le kesinlikle görüşmemesini ısrarla tenbih ettiler. (İbn-i Hişam, I, 283-285)

Peygamberimiz’in evi ona en çok düşmanlık edenlerden Ebû Leheb ile Ukbe bin Ebi Muayt’ın evleri arasında idi. Bunlar hayvan işkembesini getirip Peygamberimiz’in kapısının önüne atarlardı. Efendimiz bunların yaptıklarına üzülür:

“– Ey Abdi Menaf oğulları! Bu ne biçim komşuluk?!” diye sitem ederek atılan şeyleri kapısının önünden yayı ile ilerilere doğru iterdi.

Ebû Leheb, yaptığı bu kötülükle de kalmaz, kendi evinden ve komşusu Adiy bin Hamrâu’s-Sakafî’nin evinden Allah Resûlü’ne taş atar dururdu. (İbn-i Sa’d, I, 201; İbnü’l-Esîr, Kâmil, II, 70)

Yine Ebû Leheb’in karısı Ümmü Cemil de Peygamberimiz’e düşmanlıkta aşırı gider, küfründe, inkârında ve inadında kocasına yardımcı olurdu. Ümmü Cemil her gece dikenli ağaç dallarını toplayıp büyük demet yapar, boynuna bağlar, geceleyin ayağına batsın diye Efendimiz’in geçeceği yollara saçardı. Yüce Allah, Ebû Leheb ve karısı Ümmü Cemil hakkında Tebbet Sûresi’ni indirdi. Bunu duyan Ümmü Cemil Peygamberimiz’in Hz. Ebûbekir ile birlikte Ka’be’de oturduğunu öğrenip oraya vardı. Elinde bir taş bulunuyordu. Hz. Ebûbekir onu görünce Efendimiz’e:

– Yâ Resûlallâh! Ümmü Cemil kötü bir kadındır. Sana doğru geliyor. Onun seni görmesinden korkuyorum. Keşke bu kadın sana bir zarar vermeden kalkıp gitmiş olsaydın, dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“– O beni göremez!” buyurdu. Gerçekten de Ümmü Cemil Efendimiz’i göremedi! (İbn-i Hişâm, I, 378-379)

Fahr-i Kâinât’tan hoşlanmayan Kureyş müşrikleri, Peygamberimiz’in “Övülmüş” mânâsına gelen Muhammed ismini zıddına çevirerek, -hâşa- “Müzemmem: yerilmiş” derler, ona bu şekilde hakaret etmek isterlerdi. (İbn-i Hanbel, II, 244; İbn-i Hişâm, I, 379)

Allah Resûlü, kavminin bu nevi kötü tutum ve davranışlarıyla karşılaşarak üzüntüler içinde evine döndükçe, Yüce Allah onun üzüntüsünü Hz. Hatice’nin tesellî ve teşvik edici sözleriyle hafifletmiş, ilâhî nusretiyle vazifesini kolaylaştırmıştır. (İbn-i Hişam, I, 259)

Müslümanlar, Mekke’deki işkenceler dayanılmaz hâle gelince durumlarını Resûlullâh Efendimiz’e arzettiler ve bir kurtuluş yolu talebinde bulundular. Peygamberimiz’den hicret için izin istediler. Efendimiz de onlara Medine’yi gösterdi. Onlar da birer ikişer yola koyuldular. (İbn-i Sa’d, I, 226)

Bahsedilen bu işkence, çile ve ızdırapları Resûlullâh ashâbıyla birlikte sabır ve tahammülle göğüslemiş, kılıçla bir mücadeleye girmeden tebliğ ve dâvete devam etmiş ve İslâm’ı yaşamıştır.

2- CİHÂD VE GAZVELER SAFHASI

Kureyş müşrikleri azgınlıklarını artırıp, kendilerine verilen nimetlere nankörlük ederek Allah Resûlü’nü yalanladılar. Resûlullâh’a tabi olan Müslümanları da işkencelere mâruz bırakıp yurtlarından ve yuvalarından çıkardılar. Bunun üzerine Yüce Allah Peygamberimiz’e onlarla savaşma izni verdi. Zalimlere karşı kendisine yardım edeceğini de va’d buyurdu. Müşriklerle savaşmaya ilk defa izin veren âyette şöyle buyrulmaktadır:

“Kendilerine savaş îlân edilen (Müslüman)lara, zulme uğradıklarından dolayı, savaşmaya izin verildi. Şüphe yok ki Allah onlara yardım etmeye her yerde ve her zaman kâdirdir. Onlar, «Rabbimiz Allah’tır» demekten başka bir sebep olmaksızın, haksız yere yurtlarından çıkarıldılar.” (el-Hac 22/39-40)

Diğer âyet-i kerîmelerde ise savaşa izinle birlikte ihtiyaç duyulduğu zaman Müslümanların savaşmaları hatta yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve dîn yalnızca Allah’ın oluncaya kadar cihâda devam etmeleri gerektiği beyan edilmektedir:

“Fitne kalmayıncaya kadar o (müşriklerle) savaşın! Vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur.” (el-Bakara 2/193)

“Artık fitne kalmayıncaya ve din tamâmen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” (el-Enfâl 8/39)

Bu ilâhî beyanlar geldikten sonra Peygamber Efendimiz, Allah Teâlâ’nın emirlerinin insanlara ulaştırılmasına engel olan din düşmanları üzerine gazalar ve seriyyeler tertip etmiştir.

Müslümanlara, müstekbirlerin Allah yolundan alıkoymak için çıkardıkları mânileri yok etmek üzere cihad etmeleri, bütün güçleriyle gayret göstermeleri farz olmuştur. Bunu emreden pek çok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerif bulunmaktadır. Hatta Cenâb-ı Hak gerektiğinde cihâd etmeyi en karlı ticaret olarak tavsif etmektedir:

“Ey îmân edenler! Elem verici bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Bu, Allah’a ve Resûlü’ne inanmanız, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad etmenizdir. Bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (es-Saff 61/10-11)

Umûmî mânâda baktığımız zaman, kişinin nefsini tezkiye ve terbiye ile uğraşması cihaddır. (Tirmizi, Cihad, 2) Allah’ın emirlerini ihlasla yerine getirmek ve haramlarından kaçınmak cihaddır. (Nesâi, Hac, 4) Müslüman kardeşine nasihatte bulunmak, gayr-i müslüm birine İslâm’ı delilleriyle anlatıp iknâ etmek cihaddır. (İbn-i Hanbel, III, 456) Müslümanın dinini, namusunu, canını, vatanını, malını mülkünü korumak, İslâmı yaymak ve buna mâni olan engelleri ortadan kaldırmak için mücadele ve muharebe etmek de cihaddır.[1]

Dolayısıyla cihad, nefisleri ıslah edip Allah Teâlâ’nın rızâsı için i’lây-ı kelimetullâh uğrunda fert ve cemiyet olarak İslâmî bir hayat yaşama maksadıyla mümkün olan bütün cehd ve gayreti sarfetmektir. Allah Resûlü’nün yirmi üç senelik nübüvvet hayatının bu uğurda geçtiğini söylemek mübalağa sayılmaz.

İslâm, Allah’a teslim olma, selâmet ve barış içinde yaşama manalarına gelir ve dinimizde de aslolan barıştır. Eğer Müslüman, hedeflerini savaş olmadan gerçekleştirebilecekse ve bunun imkânları varsa savaşı tercih etmez. Hatta düşman bir grupla tam harbedecekken onlar barışa yanaşacak olurlarsa sulhu kabul eder. Çünkü Allah Teâlâ:

“Eğer düşmanlar barışa meylederlerse sen de ona yanaş ve Allah’a tevekkül et!” buyurmuştur. (el-Enfâl 8/61)

Peygamber Efendimiz de:

“Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyin ve Allah’tan selâmet dileyin. Bununla birlikte eğer onlarla muhârebe etmek durumunda kalırsanız sabır ve sebat gösterin. Bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır” buyurmuştur. (Bûhârî, Cihad, 112)

Allah Resûlü’nün Hudeybiye’de yaptığı şu konuşma, onun esas hedefinin savaşmak değil, insanlarla hidâyetin arasına girmiş bulunan ârizî engelleri kaldırmak olduğunu açıkça göstermektedir:

“Biz kimseyle harb etmek için gelmedik. Maksadımız Beytullâh’ı ziyârettir, umredir. Harp Kureyş’i yıpratmış ve onlara çok zarar vermiştir. İsterlerse (aramızdaki çarpışmayı bırakmak için) onlarla belli bir müddet anlaşma yapalım. Bu durumda onlar benimle insanların arasından çekilirler. Eğer ben diğer insanlara gâlip gelirsem, isterlerse, insanların girdikleri İslâm’a Kureyşliler de girerler. Şayet ben gâlip gelemezsem (Kureyşliler benimle savaşmak zahmetinden kurtulup) rahata ererler. Şayet Kureyş bu teklifimi kabul etmezse, vallâhi ben, bu din uğrunda başım gövdemden ayrılıncaya kadar savaşacağım. Muhakkak Allâh va’dini yerine getirecektir.” (Buhârî, Şurût, 15)

Efendimiz’in savaş anlayışını ortaya koyan bu sözleri, sulhun insanlar için dâimî bir durum olması gerektiğini göstermektedir. Fakat Allah Teâlâ’nın dünyada insan ve toplum hayatına koyduğu ilâhî kanunlar gereği, devamlı sulhun ve barışın olması mümkün değildir.

Muhtelif sebep ve gâyelerle devletler ve milletler arasında savaşlar çıkmaktadır. Bunların başında Müslümanlara yapılan saldırılara karşı koyma gelir: Bir âyet-i kerîmede bu duruma şöyle dikkat çekilir:

“Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın. Fakat aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (el-Bakara 2/190)

İkinci sebep, kâfirlerin saldırılarına hedef olan zayıf durumdaki Müslümanlara yardımdır: Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Size ne oluyor da, «Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu beldeden çıkar, katından bize bir dost ver ve yine katından bize bir yardımcı gönder!» diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınları (kurtarmak için) Allah yolunda savaşmıyorsunuz?” (en-Nisâ 4/75)

Üçüncü bir sebep de İslâm’a dil uzatan ve Müslümanların Allah’ın dinini hâkim kılıp yeryüzünde uygulamalarına mani olan kâfirlere karşı savaştır: Bu hususta Kur’ân-ı Kerîmde şöyle buyrulur:

“Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini hâkim oluncaya kadar (kâfirlerle) savaşın. Eğer vazgeçerlerse (siz de geri durun.) Zira zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (el-Bakara 2/193)

“Kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlü’nün haram kıldıkları şeyleri haram saymayan, hak dine itaat etmeyenlerle, boyun eğip elleriyle cizye verinceye kadar savaşın!” (et-Tevbe 9/29)

İslâm’ın cihaddan ve savaştan maksadı, din düşmanlarını öldürmek ve dinden nefret ettirmek değildir. Nitekim Efendimiz’in bütün savaşlarında öldürülenlerin sayısı takrîben 250 kişi civârındadır. (Hamîdullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 21) Müslümanların savaşmaları, ancak hâkimiyet ve idâreyi elde ederek İslâm’ı uygulamakla Allah’ın dinini üstün kılma ve insanları doğruya yönlendirme gâyesi taşır.[2]

Peygamber Efendimiz gibi ashâbı da Allah yolunda cihâd ederken sayısız kahramanlık ve fedâkârlıklar göstermiştir.

3- SULH DEVRESİ

Resûlullâh, Mekke döneminde sabır ve tahammül göstermiş, Medine’nin ilk yıllarında cihâd ve gazveler yapmış, hicretin altıncı yılında Hudeybiye Musâlahası ile sulh ve barış imkânını elde etmişti. Tahakkuk eden bu sulh ortamı, İslâm tebliğinin yayılması için bir dönüm noktasıdır. Zira Allah Teâlâ bunu “Feth-i Mübîn” olarak tavsif etmektedir. (el-Feth 48/1) Hudeybiye’de Mekkeliler Kâbe’yi tavâf etmelerine izin vermeyince, Müslümanlar kızmış, savaşmayı düşünmüşlerdi. Ancak Allah Resûlü, onlara sabredip gelecek yılı beklemelerini söylemişti. Hudeybiye’nin büyük bir fetih olduğunu bildirdiğinde ashâb arasında bulunanlardan birisi:

– Beytullâh’ı tavâftan alıkonduk, kurbanlarımızın Harem’de kesilmesine engel olundu. Müslüman olarak bize gelip sığınan iki kişiyi de Resûlullâh geri verdi. Bu nasıl fetihtir, diyerek söylendi.

Onun bu sözleri Efendimiz’e ulaşınca Resûl-i Ekrem, bu musâlahanın en büyük fetih olduğunu, sulh ortamında İslâm’ın sühûletle tebliğ edilip yayılacağını îzâh ederek şöyle buyurdu:

“– Evet! Bu musâlaha en büyük fetihtir. Müşrikler sizin kendi beldelerine gidip gelmenize râzı olmuş ve sizden sulh istemişlerdir. Emin bir şekilde size gelecek ve şimdiye kadar istemedikleri, hoşlanmadıkları İslâm’ı sizden görüp öğreneceklerdir. Allah sizi onlara muzaffer kılacak, sâlimen ve gânimen (kazançlı olarak) sizi geri döndürecektir. Bu ise fetihlerin en büyüğüdür. (Halebî, II, 715)

Hz. Ebûbekir de Hudeybiye sulhu hakkında şöyle bir değerlendirme yapmıştır:

“İslâm’da, Hudeybiye fethinden daha büyük bir fetih olmamıştır. Fakat halk, kısa ve dar görüşlü olduklarından bu anlaşmaya itiraz etmişlerdir. İnsanlar, Allah ile Peygamberi arasındaki işlerde acelecidirler. Yüce Allah ise onlar gibi acele etmez, dilediği işi kıvamına gelip olgunlaşmadıkça yapmaz.” (Vâkıdî, II, 610; Halebî, II, 721)

Sulh her zaman için hayırlı ve bereketlidir. Nitekim Allah Teâlâ:

“Sulh ise daha hayırlıdır.” (en-Nisâ 4/128) buyurmuştur. Hudeybiye musâlahası ile birlikte gelen barış ortamı da aynen âyet-i kerîmede ifâde edildiği gibi İslâm’ın intişârı için büyük hayırlar getirmiştir.

Öncelikle bu vesileyle o güne kadar İslâm’ı ve Müslümanları azınlık olarak gören, onları tarih sayfasından silmek için elinden geleni ardına koymayan ve bu hususta diğer Arap kabilelerini de arkasına alan Kureyş, resmen İslâm devletini kabul etmek mecburiyetinde kalmıştır.

Bu barış döneminde İslâm tebliğine yeni imkânlar ve yayılma sahaları açılmıştır. Bu sâyede Müslümanlar müşriklerle biraraya gelmeye, onlara Kur’ân-ı Kerîm dinletmeye ve İslâm hakkında açıktan açığa konuşmaya başlamışlardır. Müslümanlıklarını gizleyenler de artık inançlarını korkusuzca ilan edebiliyorlardı. (İbn-i Kayyım, III, 309-310)

Hâlbuki bundan önce, iki taraf birbiriyle rahatlıkla görüşemiyordu. Barıştan sonra müşrikler Medine’ye serbestçe geliyorlar, Müslümanlar da Mekke’ye serbestçe gidiyorlardı. Oradaki âileleri, dostları ve diğer insanlarla görüşüp konuşma imkânı buluyorlardı. Artık, Allah Resûlü’nün hâl ve hareketleri, mucizeleri, ahlâkı ve yolunun güzelliği hakkında Müslümanların verdikleri bilgiler ve öğütler dinlenir olmuş, müşriklerin kalbleri yumuşayıp İslâm’a meyletmeye başlamıştı. Zâten çöllerde oturan Araplar da Müslüman olmak için Kureyş müşriklerinin îmân etmelerini bekliyorlardı. (Kastallânî, I, 168)

Bu müddet içinde İslâm, Arabistan’ın her köşesine yayılmış, şirk safında en ileri gidenlerden Amr bin Âs, Hâlid bin Velîd ve benzerleri Müslüman olmuşlardı. (Vâkıdî, II, 624)

İslâm temsilcileri emniyet içerisinde çeşitli bölgelere gitmişler, her vesîle ile insanlara İslâm’ı anlatma imkânı bulmuşlardı. Bu dönemde Müslüman olanların sayısı kat kat arttı. İmam Zührî, Hudeybiye Musâlahası’nın sonucunu, Allah Resûlü’nün bu konudaki hadislerinden yararlanarak şöyle açıklar:

“Daha önceleri Müslümanlarla müşrikler, karşılaştıkları her yerde savaşmış ve çarpışmışlardı. Hudeybiye barışı olunca harp ve çarpışma bırakıldı. İki taraf arasında güven ortamı teşekkül etti. Birbirleriyle görüşüp kaynaşma imkânı buldular. Hatta muhtelif konularda yardımlaşmaya başladılar.

Bu sırada kime İslâm’dan söz açılsa, biraz düşündükten sonra hakikati kavrıyor ve hemen Müslüman oluyordu. Musâlahadan sonra iki yıl içinde İslâm’a girenler, bundan önceki on dokuz sene içinde Müslüman olanların sayısına ulaşmış hatta daha fazla olmuştu.”

İbn-i Hişâm, buna şu sözleri ekler:

“Câbir bin Abdullah’ın söylediğine göre; Resûlullah Hudeybiye’ye 1400 kişiyle gitmişti. Bundan iki yıl sonra, Mekke’nin fethinde ise yanında 10.000 kişi, diğer bir rivâyete göre yolda katılan 2 bin kişi ile birlikte 12 bin Müslüman bulunmaktaydı. Bu rakamlar, Zührî’nin tesbîtinin ne kadar isâbetli olduğunu göstermektedir.” (Heysemi, VI, 170; İbn-i Hişâm, III, 372)

Musâlahadan iki yıl sonra Mekkeliler anlaşmayı bozdular. Buna rağmen Allah Resûlü sulh ortamının devâmını sağlamak için büyük gayretler gösterdi. Anlaşmayı bozmaları üzerine Mekke’ye yürümek istediği hâlde, bunun kan dökülmeden halledilmesi için birçok stratejik tedbirler aldı. Öncelikle, ashabına sefer için hazırlanmalarını emrettiği halde nereye gidileceğini gizli tutarak niyetinin ne olduğunu açıklamadı. (İbn-i Sa’d, II, 134)

Hatta en yakın dostu ve sırdaşı Ebûbekir bile Mekke’ye gidileceğini anlamamış, kızı ve Resûlullâh’ın zevcesi Hz. Ayşe’ye seferin nereye olacağını sormuştu. O da:

– Bilmiyorum. Belki Benî Süleymlere belki Sakîflere belki de Havâzinlere gitmek istiyor olabilir, dedi. (İbn-i Hişâm, IV, 14)

Efendimiz, yine Mekkelilerin herhangi bir savaş hazırlığı yapmamaları ve sulh yoluyla fethin gerçekleşebilmesi için yolları tutturmuş, Mekke’ye hiçbir haber ve casusun gitmesine imkân vermemiştir. Nitekim onun yaptığı şu dua da bunu göstermektedir:

“Allahım! Yurtlarına ansızın varıp kavuşuncaya kadar, Kureyşlilerin casus ve habercilerini tut, onları görmez ve işitmez kıl. Kureyşlilerin gözlerini bağla ki beni birdenbire karşılarında bulsunlar.” (İbn-i Hişâm, IV, 14)

Medîne’den hareket ettiğinde de yine Kureyşlileri şaşırtmak için aksi istikâmetteki müttefik kabîlelere uğramış, dâire biçiminde bir yol tâkip ederek hedefinin ne olduğuna dâir belirsizliği iyice artırmıştır. Mekke yakınlarına varınca her askerin ayrı bir ateş yakarak sayının çok görülmesini temin etmesi de bu maksatladır. (Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 264-265)

Resûlullâh İslâm ve Müslümanlara bu kadar büyük imkânlar sağlayan sulhü temin etmek için tam on dokuz sene mücâdele etmişti. Gerekli güç ve kuvveti elde ettikten sonra, bu gücü insanları öldürüp ülkelerini fethetmek için değil, onların gönüllerini Allah’a açmak için kullanmıştı. Âlemlere rahmet ve hidâyet olarak gönderilen bir peygamberden de ancak bu beklenirdi. Allah Teâlâ Müslümanların savaş ve barış konusundaki bu anlayışlarını şu şekilde ifâde etmektedir:

“Mü’minlere yeryüzünde bir iktidâr verdiğimizde, onlar namazı dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler, iyiliği emrederler ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin âkıbeti de sâdece Allah’a âittir.” (el-Hacc 22/41)

Allah Resûlü’nün, güç elinde olmasına rağmen Mekke’ye sulh ile girmek için yaptığı hazırlıklar, aldığı tedbirler ve gösterdiği olağanüstü gayretler, bunun en açık göstergesidir. Zira onun en büyük arzusu, hiçbir fert hâriçte kalmamak şartıyla bütün insanların Müslüman olmasıydı. Mekke’nin fethinden sonra gücünün en zirvede olduğu bir anda umûmî af îlân etmesi, bunun güzel ve hârikulâde bir tezâhürüdür.

[1] Âyetler için bkz. en-Nisâ 4/95; el-Enfâl 8/72; et-Tevbe 9/20, 41, 44, 81, 88. Hadis-i şerifler için bkz. Buhârî, Mezâlim, 33; Müslim, Îmân, 226; Ebû Dâvûd, Sünnet, 29.

[2] Allâh Teâlâ’nın emir ve nehiyleriyle kullarını mükellef tutması şuna benzer: Bir efendinin hizmetçileri hastalanmıştır. Adam yakınlarından birine onlara ilaç içirmesini emreder. Bu kimse, onlara ilacı içirmek için zora başvurmak durumunda kalsa ve cebr ile ağızlarına akıtsa bu yerinde bir hareket olur. Bununla birlikte ilahî rahmet insanlara ilacın faydalarını da açıklamıştır ki onu içlerinden gelen bir arzu ile içsinler. Bununla da yetinmemiş, aklen rağbet ettikleri şeye tabiî olarak da rağbet etmeleri için ilacın içine bir de bal katmış ve böylece maksadın iyice tahakkuk etmesini istemiştir. (Şah Veliyyullâh Dihlevî, II, 454)

Kaynak: Üsve-i Hasene 2, Erkam Yayınları