Peygamber Efendimiz'in Tevazûu
Rasûlullah -sallâllahu aleyhive sellem-, insanların en yücesi olmasına rağmen aynı zamanda en mütevâzı olanıydı. Mekke’yi kansız bir şekilde fethettiği gün insanlar nezdinde en kuvvetli göründüğü bir ân idi. Senelerin zulmünün kısâsını yapabilme imkânına sahipti. Lâkin O “Af ve Rahmet Peygamberi” idi.
O gün Mekke-i Mükerreme’ye, devesinin üzerinde secde ederek girdi. Huzûruna gelen ve konuşurken korkudan titremeye başlayan kişiye, imkânlarının en zayıf olduğu döneme âit bir misâli zikrederek şöyle sükûnet telkîn etti:
“–Sâkin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. Kureyş’ten, Güneş’te kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum!..” (İbn-i Mâce, Et‘ime, 30; Hâkim, III, 50/4366)
Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhive sellem- insanların kendisi hakkında aşırılığa kaçmasına müsâade etmez:
“Bana «Allâh’ın kulu ve Rasûlü» deyiniz!” buyururlardı. (Buhârî, Enbiyâ, 48)
TEVAZÛ İNSANI YÜCELTİR
Zira insanı yücelten ve hakîkate en fazla yaklaştıran şey, tevâzûdur.
Rasûlullah -sallâllahu aleyhive sellem-, peygamberliğini tasdik cümlesinin başına “abduhû: Allâh’ın kulu” ibâresini ilâve ederek, ümmetini geçmiş toplumlarda olduğu gibi insanları ilâhlaştırma tehlikesinden korumuşlardır.
Yine bu cümleden olarak:
“Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allah Teâlâ beni Rasûl edinmeden önce kul edinmişti.” buyurmuşlardır. (Heysemî, IX, 21)
Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhive sellem- hastaları ziyaret eder, cenâzelerde bulunur, kölelerin davetlerine gider, merkebe binerlerdi. Bineğinin terkisine insanları bindirir, yemeğini yere koyup yerlerdi. Kaba yünden elbise giyer, oturup koyunun sütünü sağar, misafirleriyle ilgilenir, onlara hizmet ve ikram ederlerdi. Bir dul hanımın, bir yoksulun, bir bîçârenin işini görmek için onunla birlikte ihtiyâcı görülünceye kadar yürümekten çekinmez ve büyüklenmezlerdi.[1]
Rasûlullah -sallâllahu aleyhive sellem- ashâbının arasında otururlardı. Bu sebeple, bir yabancı geldiğinde, hangisinin Efendimiz olduğunu sormadan bilemezdi. (Nesâî, Îmân, 6)
Dipnotlar: [1] Bkz. Tirmizî, Cenâiz, 32/1017; İbn-i Mâce, Zühd, 16; Nesâî, Cuma, 31; Hâkim, I, 129/205; II, 506/3734; IV, 132/7128; Heysemî, IX, 20.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Din İslâm, Erkam Yayınları