Peygamber Efendimiz’in Yanında Bulunanların Fârik Vasıfları

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi’nin Peygamber Efendimiz’in yanında bulunanların fârik vasıfları ve gündemle ilgli konuları anlattığı 30 Mart 2020 tarihli sohbetini istifadedenize sunuyoruz...

30 Mart 2020 Sohbeti 

Çok muhterem kardeşlerimiz!

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in azîz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-yı izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının rûh-i şerîflerine, hâssaten şehidlerimizin rûh-i şerîflerine

Diğer taraftan, dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine; birçok musibetlerden, hastalıklardan, şerlerden muhafazasına; bu niyaz, bu duâ ile bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Muhterem Kardeşlerimiz!

Mevzûmuz, Fetih Sûresi’nin 29. âyeti. Burada Rabbimiz bize Rasûlullah Efendimiz’in fârik vasıflarını bildiriyor.

Cenâb-ı Hakk’ın en sevgili kulu, Peygamberlerin zirvesi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz. Bizi de Cenâb-ı Hak meccânen, Rasûlullah Efendimiz’e ümmet kıldı. Bizim için bu çok büyük lûtuf. Cenâb-ı Hak âyette “en büyük nîmet” olarak bildiriyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 164)

Yani Rasûlullah Efendimiz en büyük nîmet. “…Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerini sayamazsınız...” buyruluyor. (Bkz. İbrahim, 34) Bu sayamadığımız nîmetlerden en büyük nîmet de Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olabilmek. Bizim hem dünya saâdetimiz hem de âhiret saadetimizdir.

Sahâbî, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâliyle hâllendi. Büyük bir İslâm medeniyeti meydana getirdi.

Rasûlullah Efendimiz:

“Bana en yakınlar, yanımda da olsa, uzakta da olsa, müttakîlerdir.” buyuruyor. (Bkz. Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)

Cenâb-ı Hak cümlemizi, müttakî-müttakiye kullarından eylesin -inşâallah-.

Ashâb-ı kirâm;

“Bizi en çok sevindiren, sayısız hadîs-i şerîfler içinde:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

«Kişi sevdiğiyle beraberdir.»  hadîs-i şerîfi oldu.” (Bkz. Müslim, Birr, 163)

Ashâb-ı kirâm, Rasûlullah Efendimiz’in şahsında insanlıkta bir âbide seyrettiler. Âhirette O’nunla beraber olmak için canlarını-mallarını seve seve bezlettiler. Yani aşk ile bir îman yaşadılar. Vecd ile bir ibadet, muâmelât, muâşeret hâlinde ömürlerini devam ettirdiler.

Gerek ibadette, gerek muâmelâtta, gerek İslâm’ı büyük bir vecd, aşk ile yaşadılar. Bu aşk ile İslâm’ı dünyanın dört bir tarafına taşımanın gayreti içinde oldular. Ve büyük bir lezzet oldu hidâyetlere vesîle olmak. Çin’e, Semerkand’a, Kayrevan’a gittiler. Yani insan olan her yere ashâb-ı kirâm sefer etti. Zira Cenâb-ı Hak:

“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.

Onlar, en büyük nîmetin İslâm olduğunu idrâk ettiler. Dünyada insan olan her tarafa bir hidâyet rehberi olarak seferber oldular. Bunun için, bu kendilerine büyük bir nîmet oldu. Çin’e gitmek bir nîmet oldu o zaman şartlarıyla. Afrika’nın içine girmek bir nîmet oldu. Yorulmadılar, üşenmediler, bizlere de numûne oldular. Nasıl bir îman yaşanacak, nasıl bir hizmet ehli olacağız, bize de bir numûne olmuş oldular.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor:

“Benim ümmetim bereketli bir yağmur gibidir. Başı mı, sonu mu hayırlıdır, bilinmez.” (Tirmizî, Edeb, 81)

Yani, başı da rahmettir, sonu da rahmettir -inşâallah-.

Yani bizler de bu sonundaki rahmetten hissedar olabilmek için Fetih Sûresi’nin 29. âyetinde zikredilen “Efendimiz’in yanında bulunanlar”ın vasıflarını hayatımıza tatbik etmeye gayret etmeliyiz.

Zira Rabbimiz bu âyet-i kerîmede, Rasûlullah Efendimiz’le kalbî beraberliği temin etmiş bulunan kişilerin birkaç vasfını şöyle ifade buyurmaktadır. İlk başta âyet:

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ

Yani; “Muhammed Allâh’ın Rasûlüdür…” (el-Fetih, 29) -Sallâllâhu aleyhi ve sellem-.

Gerçek tahsil budur; Efendimiz’i yakından tanıyabilmektir, O’nu okuyabilmektir, O’nun hâliyle hâllenebilmektir. Yani oradan bir nefes-i Rahmânî tecellî etmesidir.

İnsan, gönül verdiğine meftun ve hayran olur. Muhabbet akışı neticesinde, sevilenin hâli sevene sirâyet eder. Bu sebeple;

Efendimiz’i sevdiğimiz ölçüde, üsve-i hasene olan güzel ahlâkı, yani örnek şahsiyeti olan güzel ahlâkı, hâl ve davranışlarımıza, bizlere de akseder. Yani Efendimiz’in hâli, ahvâli, gönül dünyasından gönül dünyamıza akisler gelmeye başlar.

Sahâbî O’nu tanıdı, O’nu okudu, O’na muhabbet duydu ve neticede O’nunla bir “Fazîletler Medeniyeti” inşâ etti.

Cenâb-ı Hak, ilk şart, bu akâid meselesidir;

“…Beraberinde bulunanlar, kâfirlere karşı çetindir...” (el-Fetih, 29) buyuruyor.

Yani ashâb-ı kirâm, Efendimiz’le beraber olabilmek için dâimâ; 

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّاۤلِّينَ

(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!” (el-Fâtiha, 7])

Her Fâtiha’da, her rekâtta okuduğumuz Fâtiha’nın sonundaki âyet, dalâlettekilerden uzakta olabilmek. Yani bu çok mühim bir hâdise. Çok bizi düşündürücü. Dinde en büyük mesele akâid meselesidir.

Bir müslüman, küffâra karşı dâimâ bir tâviz vermeyecek. Dâimâ İslâm’ın haysiyet ve karakterini koruyacak. Müşriklere, hâli onların hiçbir hâline benzemeyecek. İslâm karakterini, İslâm şahsiyetini tevzî edecek.

Cenâb-ı Hak, o fâsıklarla beraber olan iki peygamber karısından bahsediyor Tahrim Sûresi’nde. Nuh -aleyhisselâm-’ın ikinci karısı ve Lût -aleyhisselâm-’ın karısı. Onların kocalarının sâlih kişi oldukları hâlde onlar Cehennemlik oldu buyruluyor. (Bkz. et-Tahrîm, 10)

Demek ki en mühim; akâidimizin sağlam olabilmesi için îmânın haysiyet ve karakterini korumamız lâzım. Benzemememiz lâzım, gayr-i müslimlere de benzemememiz lâzım.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâb-ı kirâmla beraber Bakî kabristanına teşrif ettiler. Orada, vefat edenlere:

“Allâh’ın selâmı üzerinize olsun ey mü’minlerin diyarındaki sâkinler! İnşâallah bir gün biz de size katılacağız.

(Ondan sonra Efendimiz:)

Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim. Onları ne kadar çok özledim!” buyurdu.

Ashâb-ı kirâm hayret etti:

“–Yâ Rasûlâllah! Biz Sen’in kardeşlerin değil miyiz?” dediler.

Efendimiz:

“–Siz benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz ise henüz dünyaya gelmediler.”

Bunun üzerine ashâb-ı kirâm:

“–(Yâ Rasûlâllah! Siz, bu dünyada onları görmediniz. Âhirette) onları siz ne şekilde tanıyacaksınız?”

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Bir adamın alnı ve ayakları ak olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde hemen tanır.”

Sahâbe:

“–Evet, tanır, yâ Rasûlâllah!” dediler.

Bunun üzerine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu ki:

“–İşte onlar da abdestlerden dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak geleceklerdir. Ben önceden gidip havuzumun başında ikram etmek için onları bekleyeceğim.

(Diğer taraftan) içlerinden bazıları da (yoldan çıktıkları için, yani mücrim oldukları için) yabancı develerin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan da kovulacaklar. (Herhâlde oradan melekler kovacak onları.) Ben onlara «Buraya gelin!» diye nidâ edeceğim.

Bana (melekler diyecek ki -Allâhu a‘lem-):

«–Onlar Sen’den sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in Sünnet’ini takip etmeyerek yanlış yollara saptılar, başkalarına benzediler.)»

Bunun üzerine ben de:

«–Uzak olun, uzak olun!» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret, 39; Fedâil, 26)

Hadîs-i şerîflere baktığımız zaman, câhiliye zamanında yaşanan zorlukların kıyâmete yakın tekrar tecellî edeceği bildiriliyor.

Câhiliye devrinde ne vardı? Yani 1400 sene evvel ne vardı? Onların ilk îtirazları neye idi? İlk, âyette ise:

عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ

“Büyük haber…” (en-Nebe, 2)

Yani âhiret haberi, onları allak bullak etti. Çünkü istedikleri gibi yaşayamayacaklar, ilâhî irâdenin altına gireceklerdi.

اَلَّذِي هُمْ فِيهِ مُخْتَلِفُونَ

((İnanıp inanmamakta) ayrılığa düştükleri.” [en-Nebe, 2-3])

Onlar ihtilâf etmeye başladılar. “Ya âhiret varsa?” dediler. “Biz inkâr ediyoruz ama dediler, ya varsa?” dediler. Allak bullak oldular. Ve bu âhiret inancı onların keyiflerini bozdu. Bu;

عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ

“Büyük haber…” (en-Nebe, 2) diyerek tartışmaya başladılar. Kendi kendilerine istişâre; “Ne yapacağız o zaman?” dediler. Dediler ki:

“–Alay edelim, bertaraf edelim. Onlar, müslümanlar, uzaklaşsınlar.” Alay ettiler, netice vermedi.

“–Zulümle bertaraf edelim.” dediler. O da bir netice vermedi.

Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, o mü’minlerin salâbet-i îmâniyyesi, onların gayreti, ihlâsı, İslâm’ın intişârına vesîle oldu.

Bugüne geldiğimiz zaman…

Bugün de 1400 küsur sene sonra aynı bir câhiliye devrine girdik. Bir modern câhiliye devri. Bir gardırop farkı olan, bir geometri farkı olan bir câhiliye devrine girdik.

–Bugün de âhiret istenmiyor.

–Televizyonun bazı programlarıyla âhiret unutuluyor.

–İnternetin bazı çıkmaz sokaklarında insanlar savruluyor, âhireti unutuyor.

–Bazı reklamlar, kandırmaca hâlinde, âhireti unutturuyor.

–Modalar, göz boyayıcı şekilde, o da âhireti unutturuyor. Dünyaya olan meyli artırıyor.

Velhâsıl tamamen nefsânî bir dünyadayız şimdi. İnsanlar dünyevîleşti.

Maddî tablo böyle. Peki ya mânevî tablo nasıl o zaman? Bir de mânevî tabloya baktığımız zaman, yani toplumun içerisinde bulunduğu mânevî tabloya bir göz attığımız zaman…

Yani bu virüs nereden geldi? Bir virüs ki dünyada şimdiye kadar gelen o isyankâr kavimlerin, münkir kavimlerin hiçbirinde böyle bir virüs şeyi yoktu. Muhtelif/çeşitli azap kamçıları vardı. Rüzgârla vardı, sesle vardı, semâdan inen bir çamurlarla vardı, Ebâbil kuşlarının attığı taşlarla vardı, velhâsıl benzer şeylerle vardı. Fakat böyle bir virüs, dünyayı tamamen içine alan, dünyayı bir dehşete sokan, hattâ halkın tâbiriyle “korku dağları sardı”. Böyle herkesi bir korku alan, böyle bir müthiş bir, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî îkâzı yoktu.

Ne oldu, bu îkaz niye geldi bu îkaz?

–Bir; hak hukuk unutuldu. Hakkın tevzii bitti. Hak, güçlüye ait oldu.

–Merhamet, şefkat kalplerden kazındı. Merhamet filizi soldu, âdeta çürüdü.

–Helal-haram hassâsiyeti kayboldu.

–Zulme uğrayan mazlumların yürek yakan feryatları ayyûka yükseldi. Bir mâtem ülkesi hâline geldi. Nitekim Arakan, Doğu Türkistan, Suriye, Yemen’de yıllardır bir insanlık trajedisi, bir insanlık dramı yaşanıp devam ediyor.

–Kapitalizmin meşhur prensibi, “Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin.” diye, kapitalist zihniyetin oluşturduğu bir kast sistemi, fakir ve garibin gözyaşlarına zerrece aldırış etmeden bir palazlanma devam ediyor.

–Küresel çatışmalar, nerede bir menfaat varsa oraya doğru aktı. Gücü eline geçiren devletler, kilometrelerce uzaktan gelip Suriyelileri öz yurtlarında garip, öz vatanlarında parya durumuna düşürdüler. Hayatını kurtarmak, yaşamak için pek çoğu vatanından kaçmak durumunda kaldı. Bir kısmı da botlarla geçerken Akdeniz onların kabristanı oldu.

Diğer taraftan baktığımız zaman İslâm dünyasına, İslâmî hassâsiyet azaldı. Vukû bulan her menfî hâdisenin faturası, İslâm’a mâl edilir oldu. İslâmofobi denildi. Hâlbuki İslâm, merhamettir, şefkattir, onun dışındaki dünyada bir merhamet yok, şefkat yok, hissiyat yok, duygu yok, bir hodgâmlık var. Âkif’in dediği gibi:

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi...

Tabi İslâm dünyasındaki hassasiyetin azalması sebebiyle Mescid-i Aksâ gitti elimizden. Bugün Mekke ve Medîne-i Münevvere boşaldı. Bunlar bize şunu gösteriyor ki;

Demek ki biz emâneti koruyamadık.

Cenâb-ı Hak; “…Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın!..” (el-Bakara, 195) buyuruyor. Biz böyle kendimizi tehlikeye attık. Emânetin sahibi olan Cenâb-ı Hak da, emaneti bizlerden aldı.

Fertte, âilede, millette, devlette emânetlere sahip olunmazsa, emânetler elden gider. Bugün dünyadaki olan maddî hâdisenin yanında mânevî tablo da budur.

Cenâb-ı Hak buyuruyor En‘âm Sûresi 42-43. âyetinde, geçmiş ümmetlerde de bunun benzeri, daha hafifi oldu. Orada Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

“Andolsun ki Sen’den önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. (Efendimiz’e buyuruyor. Îkaz için peygamberler gönderdik.) Ardından, belki de yalvarırlar diye onları darlık ve hastalıklara uğrattık.” (el-En’âm, 42)

İşte bütün dünya, ne olduğu hâlâ tam olarak anlaşılamayan bir hastalığın imtihanında bugün. İşte bugün, işte bütün dünya ne olduğu hâlâ tam olarak anlaşılmayan bir hastalıkla imtihan hâlinde…

Yine âyet-i kerîmenin devamında:

“Hiç olmazsa verdiğimiz bu musibetler başlarına geldiğinde yalvarsalardı! Fakat kalpleri iyice katılaşmıştı; şeytan da onlara yaptıkları işi şirin gösteriyordu.” (el-En’âm, 43)

Bugün daima işin maddî tarafına bakılıyor, mânevî tarafı gözükmüyor. Bir sebep varsa bu sebebin bir müsebbibi vardır. Bir eser varsa bir müessiri vardır. Tabi burada Fâil-i Mutlak gözükmüyor. Burada Fâil-i Mutlak yerine bir virüs gözüküyor.

Ne ilâhî bir tecellîdir ki, bu mikrop şu âna kadar her yerde aynı derecede yayılmadı. Bu da bir ibret. Suriyeli mazlum muhâcirlere sınırlarını kapatan, onlara en ufak bir yardımda bulunmayı esirgeyen, hattâ onlara Akdeniz’i âdeta bir mezarlık hâline getiren ülkelerde daha fazla yayıldı bu hastalık.

Bu arada kendilerini medeniyetin beşiği olarak lanse eden devletlerin, birbirlerine karşı nasıl hasmâne bir tavır sergilediklerini okuyoruz ve duyuyoruz.

Bugün yapılacak iş;

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّاۤلِّينَ

(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!” (el-Fâtiha, 7])

Onlardan, dalâlettekilerin yolundan uzaklaşmak ki, bu musibet, üzerimizden bizim de kalksın. Cenâb-ı Hakk’a bol istiğfâr edelim, Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl olalım, İslâm’ı bir takvâ üzere yaşamaya gayret edelim.

İslâm’a yeni girmiş bir mütefekkir, bir konuşmasında şöyle söylemişti; Graudy, bir kırk sene evvel, Yıldız Sarayı’nda konferans vermişti. Orada, konferansın sonunda şunu söyledi:

“Siz sağlamsınız dedi, fakat kendinizi hasta zannediyorsunuz. Siz hasta olan Batı’yı taklit ediyorsunuz. Hiç sağlam insan, hastayı taklit eder mi?..” dedi.

Diğer bir mütefekkir ise, çok ibretli bir ifadesi var:

“Savaş cephede değil, düşmana benzeyince kaybedilir.”

Şunu unutmamak lâzım ki, yegâne barınak, sığınak, ilticâgâh Cenâb-ı Hak’tır. Cenâb-ı Hakk’a bol bol ilticâ edeceğiz. Şöyle dua edeceğiz daimâ;

Yâ Rabbi!

–Gözlerimize bir nur ver ki, hakîkati görelim.

–Kulaklarımıza bir nur ver ki, hakkın ve hayrın sadâsını duyalım.

Yâ Rabbi!

–Kalplerimize bir nur ver ki, neye baksak yüce Zât’ını hatırlayalım, Sen’in ilâhî azamet, ilâhî kudret akışlarını hatırlayalım. Sen’inle beraberliğin huzurunu tadalım…

İnşâallah Cenâb-ı Hak, böyle duygular içinde olmamızı, Cenâb-ı Hak nasîb eder -inşâallah-.

İslâm mükemmeldir, muhteşemdir. İslâm’ın, kendinden aşağıdakilerden alacağı hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla müslüman, kendinin dışındakilere asla benzemeyecek. Ne giyimde, ne kuşamda, ne hâlde…

Rasûlullah Efendimiz ibadette bile benzememizi istemiyor:

10 Muharrem’de, “bir gün evvel, bir gün sonra tutun” buyurdu. (Bkz. Ahmed, I, 241; Bezzâr, no. 1052; Heysemî, III, 188)

Ezan bahsinde; “Boru çalalım dediler, çan çalalım…”

“–Yok dedi, onlar hristiyan ve yahudilerin âdetidir.” dedi. En nihâyet ezan zuhur etti. O ezan devam ediyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 27/498)

Buna benzer sayısız misaller. Cenâb-ı Hak bizden tâvizsiz bir îmân istiyor.

Burada Cenâb-ı Hak “Firavun’un sihirbazları”nı bildiriyor. Firavun’un bütün tehditlerine karşı… Onlar İslâm’a girdikleri için, Mûsâ -aleyhisselâm-’a tâbî oldukları için:

“–Sizin kollarınızı, bacaklarınızı çapraz kestireceğim, sizi hurma dallarına kan-revan içinde astıracağım!” dedi.

Onlar da cevaben dediler ki:

“–Biz nasıl olsa âhirete döndürüleceğiz. Firavun, sen fiilinde serbestsin.” dediler. Fakat bir de en ufak bir taviz vermemek için, îmanlarında en ufak bir zedelenme olmaması için:

رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ

Dediler.

“…Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver, müslüman olarak canımızı al.” (el-A’râf, 126) diye dua ettiler.

Ashâb-ı Uhdûd’u bildiriyor. Onlar da hendeklerde yakılmaya râzı oldu îman edenler.

Habîb-i Neccâr’ı bildiriyor. Tevhîdi korumak için taşlanmaya râzı oldu.

Muhâcir ve Ensâr’ı Cenâb-ı Hak bildiriyor.

Demek ki bizler de Ensar ve Muhâcir gibi olmamızı Cenâb-ı Hak arzu ediyor. Onlar İslâm’dan en ufak bir tâviz vermediler. Canlarıyla, mallarıyla Allâh’a güzel bir kul olmak için seferber oldular.

Rasûlullah Efendimiz’den, çok ibretli hadîs-i şerîfler var. Bir hadîs-i şerîfte:

“Kim bir kavmi severse, Allah Teâlâ onu onların arasında haşreder.” (Heysemî, X, 281)

“Bir kavme benzeyen onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

مَنْ تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ

Yine Efendimiz buyurdu:

“‒Ben müşrikler arasında ikâmet eden her müslümandan berîyim/uzağım!” buyurdu.

Ashâb-ı kirâm:

“‒Ey Allâh’ın Rasûlü, neden?” diye sordular.

Efendimiz (bu da çok ibretli bir hadîs-i şerîf):

“‒(Müslümanlarla müşriklerin) yaktıkları ateşler birbirlerini görmemeli, (Müslümanlarla müşriklerin) yaktıkları ateşler birbirlerini görmemeli.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 95/2645; Tirmizî, Siyer, 42/1604)

Yani birbirlerinin uzaklarında konaklamalıdır, müslümanlar kâfir diyârından hicret etmelidir, eğer orada îmânına zarar gelecekse, oradan hicret etmelidir, buyuruyor Efendimiz.

Diğer bir hadiste -yine benzer-:

“Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın!” buyrulmaktadır. (Nesâî, Ziynet, 51; Ahmed, III, 99)

Yine, Cenâb-ı Hak buyuruyor Mâide Sûresi’nin 55. âyetinde:

“Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Peygamber’dir, bir de Allâh’ın emrine boyun eğerek namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren mü’minlerdir.”

Demek ki Cenâb-ı Hak’la dost olabilmek, Peygamber Efendimiz ile dost olabilmek için; layığına muhabbet, müstahakkına nefret… Bu zarûrî. Bu, îmânın şartı olmuş oluyor.

İmâm-ı Rabbânî’den bir misal var, bundan Mektubât’ında bahsediyor:

“Hasta bir şahsın ziyaretine gitmiştim diyor. Ölümü yaklaşmıştı diyor. Çok muzdarip durumdaydı diyor. Kendisine teveccüh ettim diyor, duâ ettim diyor. Fakat kalbinin üzerindeki bu karanlıklar, küfür ehlinden kendisine sirâyet eden menfî hâllerden kaynaklanmakta olduğunu gördüm diyor.  Bu sıkıntıların menşei, küfür ehli ile dost olmalarından; tespit ettim diyor. Fakat o şekilde diyor, vefat etti.” diyor.

Demek ki bu da çok mühim bir hâdise. Sonra yine İmâm-ı Rabbânî devam ediyor, onunla olan şeyini, hâdisesini.

“Fakat diyor, yine de diyor, ben cenazesini kılmaya karar verdim diyor. Çünkü çok az bir îman ışığı yandı söndü diyor, o kadar da bir şey oldu.” diyor.

Velhâsıl gerçek muhabbet, lâyığına muhabbet, Allah ve Rasûl’üne muhabbet; müstahakkına nefret, Allah ve Peygamber’ine âsî olan herkesten uzaklaşmak. Bu bir îman alâmetidir. Tabi bundan, tebliğ etmek hâriç. Îman takvâ ile güçlenecek, tebliğ edilecek, onların bir tesiri olmaz.

Cenâb-ı Hak Tebbet Sûresi’nde de bunları yine Ebû Leheb’in Rasûlullah Efendimiz’e olan bir hışmından dolayı Cenâb-ı Hak “Elleri kurusun!..” (Bkz. Tebbet, 1) buyuruyor.

Sa‘d bin Rebî vardı. Efendimiz bu zâtı çok severdi. Çok cömert bir zâttı. Uhud savaşında onu göremedi. Göremeyince:

“–Sa‘d nerede, seslenin.” dedi.

Sahâbeden biri seslendi, hiçbir ses gelmedi.

“–Sa‘d! Rasûlullah seni soruyor.” deyince, gayet fısıltı hâlinde cılız bir ses geldi “buradayım” diye. Râvî diyor ki:

“–Gittim diyor, yüzü kalbura gönmüştü, kan-revân içindeydi. Dedim ki ona:

«–Sa‘d, seni Rasûlullah sordu.» deyince gözlerini hafifçe bir araladı.

«–Vallâhi dedi, gözleriniz kımıldadığı müddetçe Rasûlullah Efendimiz’i düşmanlarından koruyamaz da başına bir musibet gelmesine mahal verirseniz, sizin için Allah katında ileri sürülecek hiçbir mâzeretiniz yoktur!»” (Muvatta, Cihâd, 41; Hâkim, III, 221/4906; İbn-i Hişâm, III, 47)

Demek ki bizim için de bugün bu mâzeret olmamız için, İslâm’ı iyi muhafaza etmek, İslâm’ın karakter-şahsiyetini koruyabilmek ve İslâm dışı… Evet hukuk olacak, fakat onlara benzemek, onlarla hâllenmek, tesir almak olmayacak.

İşte ashâb-ı kirâm, dîne saldıranlara karşı fedâ-yı câna varacak bir mukâvemet göstermişlerdir. Allâh’a îman ve Efendimiz’e muhabbetlerini defalarca bey‘atler ile tekrarladılar.

Ashâb-ı kiram “Akabe”de bey‘at etti.

“–Yâ Rasûlâllah dedi, Allâh’a bîat ediyoruz, Sana bîat ediyoruz dedi. Efendimiz’e sordular, bilhassa Abdullah bin Revâha:

“–Ne var bu bey’at karşısında?”

Efendimiz:

“–Cennet var.” buyurdu. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)

Bunun üzerine âyet-i kerîme indi; “Canlarıyla mallarıyla Cennet’i satın aldılar.” buyruluyor. (Bkz. et-Tevbe, 111)

Demek ki burada bir müslüman, Rasûlullah Efendimiz’e bey’at için, Allâh’a bey’at için, Allah ne imkân verdiyse o şekilde İslâm’ı yaşayacak, İslâm’ı yaşatmaya gayret edecek.

Bedir’de yine düşman çok kalabalıktı. Efendimiz, üçte bir durumdaydı. Orada yine ashâb-ı kirâm:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz Sana îmân ettik, Allah’tan getirdiğin Kur’ân’ın hak olduğuna samîmiyetle îmân ettik ve Sana itaat ve ittibâ etmek üzere ahd ü mîsâk ettik dedi.

Nasıl dilersen o sûrette hareket et, bize emret dedi, emret yâ Rasûlâllah emret dedi, biz Sen’inle beraberiz. Sen’i gönderen Allah hakkı için Sen denize girersen, biz de Sen’inle beraber denize gireriz, hiçbirimiz geri kalmayız!..” dedi. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 253-254)

Uhud’da Efendimiz’i sahâbî mahzun gördü; en yakınları şehid olmuştu.

“‒Yâ Rasûlâllah dedi. Biz şehid olmaya bîat ediyoruz.” buyurdu.

Hudeybiye’de:

“‒Yâ Rasûlâllah! Sen’in gönlünde ne varsa, biz Sen’in gönlündekine bey’at hâlindeyiz.” buyurdu.

Velhâsıl biz ne kadar bey’at içindeyiz?

Sahâbîyi en çok sevindiren hadîs-i şerîf:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Bkz. Müslim, Birr, 163)

Biz de ne kadar Efendimiz’le beraber olmanın gayreti içinde yaşayacağız -inşâallah-.

İkinci olarak gelen “merhamet.”

رُحَمَاۤءُ بَيْنَهُمْ buyruluyor. “…Kendi aralarında merhametlidir…” (el-Fetih, 29)

Merhamet, bir mü’minin îmânını tescil eden bir alâmet-i fârikadır. Merhamet, îmânın ilk meyvesidir.

Merhametli olmak, “Rahman” ve “Rahîm” esmâsının mü’minin şahsiyetinde bir tecellî etmesidir.

Merhamet, diğer bir ifadeyle; sende olanı, ondan mahrum olanlara ikram etmendir. Diğer bir ifadeyle merhamet, başkalarının mahrûmiyetini telâfî için onların yardımına koşmandır. Onların eksiğini telâfî etmendir. Zira mü’min mü’mine zimmetlidir.

Velhâsıl bir mü’min, bütün mazlumların, mağdurların, gariplerin, çaresizlerin, yetimlerin ve hattâ hayvanatın, bütün mahlûkatın kendisine zimmetli olduğunun telâkkîsi içinde yaşayacak. Cenâb-ı Hakk’ın “Rahman” sıfatından bir tecellî olsun. Efendimiz’in “raûf ve rahîm” sıfatlarından üzerinde bir tecellî olsun.

Ârifler buyuruyor:

“Beden yemekle doyar, kalp ise yedirmekle doyar.” Yani yedirmenin getirdiği rûhâniyetle kalp doyar. Hep evliyâullâha baktığımız zaman, kendileri aç bile olsa daima bir, doyurmanın şevki ve lezzeti içindedirler. Bunun misalleri çok.

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nde ve muhtelif evliyâda, hemen hemen hepsinde bu sıfatla mücehhez durumdalar.

Bugün de dünya merhameti unuttu -mâlum- unutuldu. Dünyevî hevesler had safhaya çıktı. Egoizm başladı. Hodgâmlık devam ediyor. Dünyanın hâli bu.

Bugün de, bugün bir virüs sebebiyle birçok kardeşimiz, yaşlılarımız müşkül durumda. Onlara olan yaklaşma, onlara yapılan hizmet, bu bizim kalbimizin seviyesini gösterir.

Efendimiz buyuruyor:

“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemîn ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe Cennet’e giremezsiniz.”

Ashâb-ı kirâm dediler ki:

“–Yâ Rasûlallâh! Biz, hepimiz merhametliyiz.”

Efendimiz buyurdu ki:

“–(Benim kastettiğim) merhamet, âm ve şâmil, yani bütün mahlûkâtı kaplayan bir merhamet…” buyurdu. (Bkz. Hâkim, IV, 185/7310)

Mâlum; bir köpek bir kuyunun önünde suya bakıyordu. İnecek hâli yoktu. Oradan geçen bir kimse kuyuya indi, kendisi su içti. Düşündü; bu köpeğin içme durumu yok. Ben bu köpeğe hizmet edeyim. İndi, ayakkabısıyla su çıkardı, o köpeğe o suyu içirdi. Ve affa da medâr oldu. (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Selâm, 151-152)

Bazen Allâh’ın affı ufak, bazen orta, bazen büyük (bir iyilikle tecellî eder)… Allâh’ın kahrı da bazen ufak, bazen orta, bazen büyük (bir kötülükle tecellî eder)…

Yine bir kadın, kedisini aç bıraktı. O da Cehennem’e girecek bir vasıf kazandı. (Bkz. Müslim, Selâm, 151-153) Niye? Allâh’ın Rahman-Rahîm sıfatının zıddına bir hâlde bulundu.

Yine Efendimiz’in merhameti, nebâtatta bile vardı:

Bir bedevî ağacı kökünden sallıyordu. Efendimiz:

“–Şu bedevîyi yumuşaklıkla getirin.” dedi.

“–Yaprağını al, fakat kökünü tahrip etme.” diye tembihatta bulundu. (Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, Beyrut 1417, VI, 378)

Velhâsıl bunu daima görüyoruz… Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri de yedi sene hasta insanları tedavi ediyor, “bunlar bana zimmetlidir” diyor. O zaman zarfında hasta hayvanlara hizmet ediyor, onları tedavi etmeye gayret ediyor. “Bunun kendini tedavi edecek hâli yok diyor, bu bana zimmetlidir.” diyor.

Yani bu, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı… O mahlûkâtı yaratan Allah -celle celâlühû-, bizi yaratan Allah, aynı Allah -celle celâlühû-. Yolları temizliyor, çukurları kapatıyor. Çünkü;

خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسِ

“İnsanların en hayırlısı, hizmet edendir.” buyruluyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XVI, 128) İnsanlara hizmet edendir, buyruluyor.

Onun için bir mü’min, rahmet insanı olacak. Bir mü’min de rahmet tevzî edecek.

–Bulunduğu yere huzur veren bir kişilik taşıyacak.

–Yaşadığı zaman ve mekânda, Âlemlere Rahmet olan Peygamber Efendimiz’in temsilcisi olmanın gayretinde olacak.

–Enâniyetini, benliğini, hodgâmlığını bertaraf edecek.

–Çoraklaşmış gönüllere, bir yağmur misâli rahmet olabilmenin derdinde olacak.

–Diğergâm olacak. Önce kendini düşünmek yerine dâimâ “Kardeşim önce sen!” diyecek.

Meselâ bir misal:

Hasan Harakānî Hazretleri:

“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır. Birinin ayağına taş çarparsa o benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben hissederim. Bir kalpte hüzün varsa o kalp benim kalbimdir.” buyuruyor.

Bunun gibi evliyâullahta misaller çok:

Mevlânâ, Şems ile tanıştıktan sonra mânevî hayatta mesafeler aldıktan sonra:

“Şems bana bir şey öğretti. (Tabi bunu zihnine değil, zihninde bunun daha öteleri vardı. Zihni dolu, zihni bir kütüphane idi. Fakat burada Şems kalbine öğretiyor.) Dünyada bir tek üşüyen varsa ısınma hakkına sahip değilsin sen Celâleddîn dedi. Ben de biliyorum yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum.” diyor.

Efendimiz’in en çok sevinci, bir muzdaribin, bir yalnızın, bir kimsesizin, açların ihtiyacını görmesindeydi.

Bir Mudar Kabilesi diye bir kabile geldi. Efendimiz şöyle baktı, çok üzüldü. Üstü başı perişan bir kabileydi.

“–Bilâl, ezan oku.” dedi. Bilâl -radıyallâhu anh- ezan okudu. Sahâbe toplandı.

“–Herkes neyi varsa getirsin.” dedi.

Kimi, elinde bir avuç hurmayla geldi. Kimi bir çuval dolusu mal, şeyle geldi. Efendimiz onları o hâlde görünce o sararan benzi pembeleşti ve gülümsemeye başladı. (Bkz. Müslim, Zekât, 69)

Bugün ise kardeşler; mânevî açlık, maddî açlıktan daha mühimdir. Bugün mânevî duyarsızlık… Evet İslâm dünyasına en az geldi bu mikrop ama, demek ki bir mânevî açlığa daha çok bugün gayret etmemiz lâzım.

Kalp âlemindeki müsbet ve menfî enerji, hissiyatlara göre hareket eder. Fazîletler, kalplerdeki rûhânî hissiyatların heyecanından meydana gelir. Hizmetler, bu rûhâniyetin derecesi nisbetindedir.

Canı ve malı hizmette sarf etmek, kulu Allâh’a yaklaştırır. Nefse sarf etmek ise, insanı Hak’tan uzaklaştırır.

Allah diyen bir kalbin, merhametten, ikramdan, affetmekten nasipsiz olması düşünülemez.

Onun için Sâdî-i Şîrâzî:

“Hak dostları, kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş yaparlar.” Yani, mâtemlerin civârında dolaşırlar. Mahrumları bulurlar, dertlileri bulurlar.

Yine Sâdî diyor ki:

“Dertlerinden kurtulmak istiyorsan, dertlilerin derdine merhem ol…”

Yine bir hadîs-i şerîf:

“Allah Teâlâ insanların ihtiyaçlarını temin etmek üzere birtakım insanlar yaratmıştır ki (onlar mü’minlerin derdi için koşarlar, onlara yardım ederler). İşte onlar Allâh’ın azâbından emin olan kimselerdir.” (Bkz. Heysemî, VIII, 192)

Yine Mevlânâ’nın güzel bir ifadesi var:

“Dünya hayatı bir rüyadan ibârettir. Dünyada servet sahibi olmak, rüyada define bulmaya benzer. Dünya malı nesilden nesle aktarılır, yine dünyada kalır. Esas meziyet, malı kullanmayı bilip, âhiret sermayesi yapabilmektir.”

Sâdî-i Şîrâzî’nin şu nasihati çok mühim, tabi bu bizi de çok düşündürmeli:

“Kapına bir garip gelirse, eli boş gönderme. (Bugün etraf gariplerle doldu.) Allah göstermesin belki bir gün sen de garip olur, kapılarda dolaşırsın…”

Bugün görüyoruz işte dünyanın hâlini. Arakan’ı görüyoruz, Suriye’yi görüyoruz, mahallemizde yaşayan mahrumları görüyoruz.

Ondan sonra devam ediyor Sâdî:

“Gönlü yaralı olanların hatırlarını sor, onlara bak. Belki bir gün sen de o vaziyete düşersin.

Sen ki bir şey istemek için kimsenin kapısına gitmiyorsun; buna şükrâne olarak, kapına gelen yoksulu çevirme, ona surat asma, onu tebessümle karşıla...”

Tabi bu gidiyor, uzun bu… Ondan sonra gelen ibadet hayatına, tabi bu kalbî hayat bahsi.

Baştan; benzememek, gayr-i müslimlere.

İkincisi, bir müslüman merhamet tevzî edecek.

Üçüncüsü, tabi bu merhamet tevzî edecek kimsenin namazı olacak. Cenâb-ı Hak:

تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا buyuruyor.

“…Onları rükû ederken, secde ederken görürsün…” (el-Fetih, 29) buyuruyor.

Yani burada hakîkaten namazın bir huzur vermesi. Yani rükûda da secdede de bir rûhâniyet tevzî etmesi. Namaz, Cenâb-ı Hak ile başbaşa gerçekleşen bir mülâkat ve beraberliktir. Onun için Rasûlullah Efendimiz:

“Namaz, mü’minin mîrâcıdır.” buyuruyor. (Süyûtî, Şerhu İbn-i Mâce, I, 313)

İlk farz olan ibadet namazdır. Lâkin namaz, mecburiyet savar gibi değil de kalp ve beden âhengi içinde kılınmalı. Rükû ve secdeler, bir rûhâniyet tevzî etmeli. İşte Rasûlullah Efendimiz’in yanında bulunanların namazları böyleydi.

Cenâb-ı Hak:

“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor. O secde edip yaklaşmakta, kulun kalbine birtakım ufuklar açılacak. Namaz bir lezzet hâline gelecek.

Namazı huşû ile edâ eden bir toplumda psikiyatrik bir rahatsızlığa; zekât, sadaka ve infak ibadetinin gönül huzuruyla yerine getiren bir toplumda sosyolojik bir patlamaya rastlanmamıştır.

Nitekim asr-ı saâdette psikiyatrik bir buhran yoktu. Sosyal taşkınlık ve rahatsızlık da yoktu. Çünkü ferdî ibadetlerin başında “namaz”, ictimâî ibadetlerin başında da hizmet, emr-i bi’l-marûf ve nehy-i ani’l-münker geliyordu.

Namaz, kulun ilâhî huzura dâvetidir. Edep ile namaza hazırlanabilmektir. A‘râf, 31. âyette:

“Ey Âdemoğulları! Her (mescide gidişinizde veya her Allâh’a) secde edişinizde güzel elbiseler giyin...”

Yani kimin huzûrunda olduğunu kul farkında olacak.

Cenâb-ı Hak, insan anatomisini secdeye en müsait şekilde halketmiştir.

Yine o kıyâmet günü, hiçbir gölgenin olmadığı bir durumda “kalbi mescidlere asılı olan” mü’minlerdir, o muhafaza altında olanlar. (Bkz. Buhâri, Ezan 36, Zekât 16, Rikak 24)

Yani namazını, bilhassa erkekler, namazını cemaatle kılanlardır.

Namaz, yaşadığımız hayatın muhtevâsını gösterir. Hayatımızın röntgeni mesabesindedir. Namaz, âyet-i kerîmede:

“…Fahşâdan (hayasızlıktan) korur...” (el-Ankebût, 45) buyruluyor.

Demek ki gözümüzü, kulağımızı, hissiyâtımızı ne kadar namaz koruyabiliyorsa, o kadar namazımız sahih bir namazdır.

Kazancımız da öyle. Kazancımız da bir röntgendir. Paramızı hangi yollardan kazandığımızı gösterir. Zira helâl para helâle akar. Haram para harama akar. İnsanın cebindeki paraya irâdesi yoktur, paranın irâdesi vardır.

Yine anne-babanın en çok dikkat edeceği; kıyamet günü, dünyadaki ölümlerden daha beter, bir taraf Cennet’e girerken:

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

(“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58])

Bir kısmı da en yakınları da belki, Allah korusun, Cenâb-ı Hak muhafaza buyursun-:

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

(“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” [Yâsîn, 59])

Siz mücrimler! Siz Cehennem yoluna, buyrun bu tarafa, diyecekler.

Yine Cenâb-ı Hak Müddessir Sûresi’nde, Sekar Cehennemi’ne girenlerin beş vasfı:

“Biz namaz kılanlardan değildik.” diyorlar.

Namaz bu kadar mühim. Bir annenin-babanın en büyük gayreti, evlâdına namazı sevdirmesi.

“Fukarâya yemek yedirmezdik.” diyorlar.

“Bâtıla dalanlarla birlikte biz de bâtıla dalardık.” Bugün işte cep telefonları gibi…

“Cezâ gününü de yalanlayanlardan olduk.” diyorlar.

“Sonra ölüm geldi çattı.” buyruluyor. (Bkz. el-Müddessir, 40-47)

Velhâsıl bugün de namaza çok ehemmiyet vermek lâzım. Ecdad, her gittiği, fethettiği yerlerde daima mescid yapmıştır. İşte Necip Fâzıl; -tâ Kosova’ya kadar- “çil çil kubbeler serpen ordu” diyor.

Bir de evliyâullahtan bir zât buyuruyor:

“Namazdan uzak bir kimse;

–Dünya hayatında bereketsiz bir ömür yaşar.

–Sîmâsında ilâhî güzelliğin nûru kalmaz.

–Hiçbir iyiliğine sevap verilmez.

–Duâları kabul olunmaz.

–Sâlih kimselerin sevgisinden mahrum kalır.

–Tarih boyu müşâhede edilen: “Nasıl yaşarsanız, o şekilde ölürsünüz.” sırrınca son nefesi tehlike arz eder ve ıztıraplı olarak can verir.

–Kabir onu sıkar ve Cehennem çukurlarından bir çukur olur.

–Kıyamette de Cenâb-ı Hakk’ı kendisine gazaplandırmış olarak bulur.

–Velhâsıl hesabı çok çetin geçer ve nihayet Cehennem’e atılır.” buyuruyor evliyâullahtan bir zât.

Cenâb-ı Hak, bu belki, evet yine, kardeşi böyle olanlar için de Cenâb-ı Hakk’a onların affı için dua edeceğiz -inşâallah-.

Ondan sonra gelen bir vasıf da:

“…Allah’tan lûtuf ve rızâ isterler…” (el-Fetih, 29)

Bir müslümanın tek gayreti, Allah rızâsı olmalıdır. Allah rızâsı olursa; ticarî hayatı, muâmelâtı, ayrı bir ibadet hâline geçer, ayrı bir güzellik olmuş olur.

Bir insanın üstünlüğü, şerefi ve izzeti, o insanın faziletiyle kāimdir. Cenâb-ı Hak, o lûtuf ve rızâ isteyenler, onu yaşayanlar… Cenâb-ı Hak, fazilet sahibi kimselerin ömürlerini, vefatlarından sonra da devam ettirir. İşte bugün evliyâullâhın durumu…

Hazret-i Mevlânâ’nın ömrü devam ediyor, eserleriyle.

Yunus Emre’nin şiirleriyle, nasihatleriyle ömrü devam ediyor.

Bahâüddin Nakşibend Hazretleri hizmetleriyle, irşadlarıyla devam ediyor.

Emir Sultan Hazretleri

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri ve emsalleri devam ediyor.

Daima kul şuna duâ edecek:

 “Yâ Rabbi, niyetlerimizi rızân ile telif eyle…”

Ondan sonra gelen âyette:

مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ

“…Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir…” (el-Fetih, 29)

Cenâb-ı Hak, emir ve nehiylerine itaat etmek sûretiyle kendisine yaklaşan kuluna ayrı bir haslet, ayrı bir rûhâniyet vermiş oluyor.

Burada secde izinden kastedilen, secde etmeden dolayı yüzde beliren çizgiler değil, ibadetin insan rûhunda bıraktığı derin tesirdir. İbadetin canlı, tatlı ve sevimli hazzı, onların sîmâlarından okunur o. Onların yüzünde Allâh’a huşû ile ibadet etmenin eseri olarak faziletlerle dolu bir tevâzu, bir rûhâniyet vardır. Gurur, kibir, asla yoktur.

Demek ki sîret dâima sûrete akseder. Sûretler, sîretlerin aynası mesâbesindedir.

Nasıl bir insan kederliyse sîmâsından anlar, değişik yüzü vardır. Sevinçli ise yine yüzünden, gözünden, gönlünden anlaşılır.

Demek ki  مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ onun rûhâniyeti, rûhunun berraklığı, şeffaflığı onun sîmâsına akseder. Sîmâsına bakılınca bir ferahlık verir, rûhâniyet vardır, huzur vardır.

Efendim, bugün tabi, bugünkü hizmet, zor zamanda hizmet, çok daha faziletlidir. Nasıl devlet, zor zamanlarda, hudutlarda hizmet edenlere bir mahrumiyet primi verir; bugün de zor zamanlarda hizmet, Allâh’ın kullarının derdine derman olmak, çok büyük bir mükâfâtı vardır.

Cenâb-ı Hak buyuruyor ki, Hadîd Sûresi 10. âyet:

“Ne oluyor ki siz Allah yolunda harcamıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin mirası Allâh’ındır. Elbette sizden fetihten önce harcayan ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanla eşit değildir. (Yani Mekke Fethi’nden evvel zor zamanda harcayanlar, Mekke Fethi’nden sonra kolay zamanda harcayanlarla müsâvî değildir.) Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha yüksektir. (O zor zamanlarda.) Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı vaad etmiştir. Allah yaptığınızdan haberdardır.”

“…Bu, Tevrat’taki vasıfları. İncil’deki vasıfları da…” (el-Fetih, 29)

Bu hizmette ağırlık, âyet-i kerîme şöyle, bir mecâzî olarak bir ifadeyle:

“…Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin hoşuna gider. (Yani hizmet edenleri İslâm’ın inkişâfı sevindirir.) Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri de öfkelendirir…”

Bugün de aynı şekilde. İslâm ilerledikçe, İslâm terakkî ettikçe kâfirler öfkelenip İslâm fobi diyorlar, hâlbuki kendileri fobi. İslâm fobi değil, İslâm rahmettir, berekettir. Çünkü İslâm, onların nefsânî hayatına mânî oluyor.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Sizler, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız...” (Âl-i İmrân, 110)

Yani bir mü’min takvâ sahibi olacak, gönül âlemi bir dergâh hâline gelecek, rûhâniyetle dolacak, o şekilde Allâh’ın dînini yaşayarak hâliyle, kāliyle tebliğ edecek.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Allâh’a yemin ederim ki; Cenâb-ı Hakk’ın senin aracılığınla bir tek kişiyi hidâyete kavuşturması, senin, en kıymetli olan dünya nîmetlerine sahip olmandan daha hayırlıdır.” (Bkz. Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 9)

Buyruluyor:

“Cenâb-ı Hak hizmete büyük bir sır koymuştur. Allâh’a kulluk etmek için yaratılan insana hizmet, bir nevî Allâh’a kulluk makamındadır.”

Süfyân-ı Sevrî’nin de kendisi Medîne’de mücâvirdi, şöyle buyuruyor:

“Orta Asya’ya tebliğ­de bu­lun­man; senin için Mek­ke’de mü­câ­vir ol­mandan (yani orada ikâmet etmekten) da­ha ka­zanç­lı­dır.” buyuruyor.

Bu da çok mühim:

Şâzelî meşâyıhından Derkâvî şöyle diyor:

“Üstâdım beni bir kabîleye gönderiyordu. Ona dedim ki:

«‒Gittiğim yerde mânevî sohbetler yapıp hasbihâl edebileceğim bir Allâh’ın kulu bile yok, yapayalnız kalacağım...»

Bana üstâdımın cevabı şöyle oldu:

«‒Muhtaç olduğun insanı kendin doğuracaksın! (Kendin arayıp o insanı bulacaksın, o insanı hidâyetle şereflendireceksin.)»”

Yine Ömer -radıyallâhu anh- buyuruyor:

“–Konuşmadan, halkın davetçileri olun!”

Kendisine;

“–Yâ Halîfe! Konuşmadan nasıl davetçi olunur?”

“–Hâliniz ve ahlâkınızla...”

İşte Osmanlı, fethettiği yerlere Anadolu’nun o temiz, sağlam halkını göndermiş, onların hâliyle, yaşayışıyla oranın halkı İslâm’la şereflenmişti. Arnavutların yüzde doksanı müslüman oldu. Boşnakların yüzde yüzü müslüman oldu.

Peygamberimiz, bu sırrı anlayan ve tatbik eden ashâbına ayrı bir alâka gösterirdi. Yine bir hâtıra:

Mescid-i Nebevî’yi temizleyen siyâhî bir hanım vardı. Efendimiz onu aradı, göremedi. Merak ederek nerede olduğunu sordu. Vefât ettiğini söylediler. Bunun üzerine vefâ âbidesi Efendimiz;

“–Bana haber vermeniz gerekmez miydi?” buyurdu.

Daha sonra;

“–Bana kabrini gösterin!” diyerek kabrine gidip cenâze namazı kıldı ve ona duâ etti. (Buhârî, Cenâiz, 67)

Yine Ebû Hüreyre naklediyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından bir kişi, içinde bir tatlı su gözesi bulunan bir dağ yo­lundan geçmişti. Çok hoşu­na gitti:

“–Keşke dedi, insanlardan ayrılıp şu vadide otursam. Ama Rasû­lullah’tan izin almadan bunu asla yapamam, dedi. Sonra arzusunu Rasûlullah Efendimiz’e anlat­tı. Efendimiz:

“–Böyle bir şey yapma sakın dedi. Çünkü sizden biriniz Allah yolunda çalı­şıp gayret sarf etmeniz, evinizde otu­rup şu kadar namaz kılmanızdan daha faziletlidir. Allâh’ın sizi bağışla­masını, Cennet’e koymasını iste­mez misiniz? O hâlde Allah yolunda cihâda çıkınız. Kim devenin sağılacağı kadar bir süre Allah yolunda cihâd ederse, mutlaka Cennet’e girer.” (Bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd 17)

Tabi bu, ivazsız garezsiz, hasbeten lillâh olacak.

Velhâsıl bizden beklenen; hizmet, netice…

–Güneş gibi her karanlığı, her kuytuyu aydınlatan, her üşüyeni ısıtan bir hizmet insanı olabilmek…

–Yaralı gönüllerin sarılması, akan gözyaşlarının silinmesini gâye edinen bir hizmet…

–Mazluma kucak açan, muhtacı incitmeyen bir hizmet… Yani veren, alana teşekkür edâsı içinde olacak; onun sayesinde Allah rızâsını kazanıyor.

–Yaratılanı, yaratandan ötürü sevmenin, bütün mahlûkâta şâmil merhametin muktezâsı bir hizmet…

–Velhâsıl mahlûkâta hizmet, Hakk’a yakınlığın bir basamağı telâkkî edilecek…

Yine Efendimiz buyuruyor, Buhârî hadîsi:

“...Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren bir kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet gününde sıkıntılarını giderir...” (Bkz. Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)

Muhterem Kardeşlerimiz!

Rasûlullah Efendimiz’den o kadar çok, hâliyle 23 senelik nebevî hayatında bize öyle bir fazîletler sergisi sergiledi ki, biz de -inşâallah- Rasûlullah Efendimiz’in o istikâmetine girmek sûretiyle… Ashâb-ı kirâm girdi, huzur buldu, hayran oldu.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])

Ben Rasûlullah Efendimiz’le kıyâmette beraber olabilecek miyim?.. Tek endişesi o oldu.

Cenâb-ı Hak cümlemize -inşâallah- zamanın musibetleri bertaraf olur -inşâallah-. Bütün İslâm dünyası -inşâallah- selâmete kavuşur.

Bunun için duâlarımıza devam edeceğiz. İstiğfâra devam edeceğiz. Sadakalarımıza devam edeceğiz. Hizmetlerimize devam edeceğiz.

Rabbimiz’in lûtfuyla keremiyle -inşâallah- bir selâmete vesîle olur.

Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.