Peygamberimizden Teselliler
Peygamberimiz (s.a.s.) nasıl teselli ederdi? Peygamber (s.a.s.) Efendimizin ve büyüklerin Müslümanlara faydalı olacak teselli sözleri.
Hâle rızâ için, şu telkinlere ihtiyaç vardır:
Meselâ yoksul bir kişi, kalbine şunu söylemelidir:
“Allâh’ın benim için takdir ettiği hâl, benim için en iyisidir. Zengin olsam belki de; Kārun’un durumuna dûçâr olup ömrümü ziyan edecektim. İsraf ve dalâlete düşecek, hesabını veremeyecektim…” Nitekim Ömer bin Abdülaziz Hazretleri kendisine;
“–Neyi seversin?” diye soranlara;
“–Ben yalnızca mukadderâtımı severim. (Yani Allah Teâlâ’nın benim hakkımdaki hükmünü severim.)” derdi. Meselâ çocuğu olmayan biri, şöyle bir tefekkürle huzur ve tesellî bulabilir:
“Hazret-i Âişe’nin de çocuğu olmadı ve hiç şikâyet etmedi. Kehf sûresinde bildirilen Hızır -aleyhisselâm- kıssasında olduğu gibi, belki de evlâdım olsa, hakkımda hayırlı olmayacaktı. Mahrûmiyete teslîmiyetle sabretmem ise, benim için elbette daha büyük bir ecir kaynağıdır.”
Devrimizde artan psikolojik rahatsızlıklar; ekseriyâ, hâle rızâsızlıktan, iç dünyadaki ihtilâç ve şikâyetlerden kaynaklanmaktadır. Bizler; Rabbimizʼin bizim hakkımızdaki takdîrine râzı olacağız ki, Cenâb-ı Hak da bizden râzı olsun. Hâle rızâ öyle kıymetli bir kulluk edebidir ki Rabbimiz, Cennet’e davet ettiği kullarının; “رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً” yani; “Allah’tan râzı (ve bu sayede) Allah da ondan râzı”[1] olarak oraya gireceklerini müjdelemektedir.
“Hâle rızâ” bahsinde şu hususa bilhassa dikkat edilmelidir ki; miskinlik, tembellik ve yapılması gerekenleri ihmâl etmek, hâle rızâ değildir. İnsan, vazifelerini muhakkak yerine getirmelidir. Dünyası ve âhireti için îcâb eden ve üzerine düşen gayreti göstermelidir. Kimseye el açmadan rızkını elde etmeye çalışmalıdır. Hastaysa şifâ aramalıdır. Kimseye bâr olmamalı, bilâkis herkese yâr olmalıdır.
Fakat kulun gayretlerinin netice verip vermemesi, yine ilâhî takdîre bağlıdır. İşte gerçek rızâ ve teslîmiyet, o netice ne olursa olsun, kulun Rabbine olan hüsn-i zannını, muhabbet ve rızâ hâlini kaybetmemesi, kalbin dâimâ Cenâb-ı Hakk’a râm olmasıdır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Tâif’e tebliğe gitmiş, ebedî kurtuluşları için çırpındığı insanlar tarafından alay ve hakaretlerle taşlanarak çok ağır bir karşılık görmüştü. O mahzun hâldeyken bile Cenâb-ı Hakk’ın takdîrine rızâsını şu ifadelerle beyan etmişti:
“Allâh’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çaresizliğimi, halk nazarında hor ve hakir görülmemi Sana arz ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam. İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar işte affını diliyorum...” (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35) Cenâb-ı Hak, her hâlükârda kadere rızâ gösteren sâlih kullarından râzı olmaktadır. İşte bu rızâ hâli, tasavvufta nefs mertebelerinin en yüksek seviyelerini ifade eder. Rabbimiz buyuruyor:
“Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musîbet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, o bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır.” (el-Hadîd, 22) Hadîs-i şerîfte de:
“Kadere îmân etmek, her türlü keder ve hüznü giderir.” buyrulmaktadır. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 107) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir yolculuktayken, gitmek üzere oldukları Şam’da salgın hastalık zuhûr ettiğini haber alınca gerekli istişâreler neticesinde Şam’a gitmekten vazgeçmişti. Aslında Cenâb-ı Hakk’ın ve Hazret-i Peygamber’in emrine daha muvâfık olan bu ihtiyat ve tedbir karşısında sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ömer’e:
“–Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ise, o âlim ve fâzıl sahâbîden böyle bir suâli beklemediği için:
“–Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde!” dedi ve sözlerine şöyle devam etti:
“–Evet, Allâh’ın kaderinden, yine Allâh’ın kaderine kaçıyoruz.
Ne dersin, senin develerin olsa da, bir tarafı verimli diğer tarafı çorak bir vâdiye inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allâh’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allâh’ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?” (Buhârî, Tıb, 30) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yıkılabilecek bir duvarın altından geçerken, yürüyüşünü hızlandırdı. Bunun sebebi sorulunca şöyle buyurdu:
“–Ben ansızın gelen ölümden hoşlanmıyorum.” (Ahmed, II, 356) Yani tedbir almak, kadere rızâsızlık değildir. Yine bir bedevî geldi ve sordu:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Devemi bağlayıp da mı Allâh’a tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı tevekkül edeyim?” Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Önce onu bağla, sonra Allâh’a tevekkül et!” buyurdu. (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 60)
Dipnot:
[1] Bkz. el-Fecr, 28.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları
YORUMLAR