Peygamberimize Ait Her Şey Onun Kalbinde

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, gönlünü, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kalp âlemini yansıtan berrak bir ayna hâline getirmişti. Bu itibarla o, Peygamber Efendimiz’de fânî olmanın en müşahhas numûnesi oldu. Bu fânî oluş sâyesinde de, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit her şey, onun kalbinde çok derin bir mânâ kazandı.

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Allâh’ın âyetlerini, Rasûlullah Efendimiz’in sözlerini ve hâdiselerin hikmetini idrâk etme hususunda ashâbın en önde geleni oldu. Hiç kimsenin kavrayamadığı nice nebevî nükteleri, üstün bir firâset ve basîretle sezdi. Nitekim Vedâ Haccı’nda:

“…Bugün size dîninizi ikmâl ettim; üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve sizin için dîn olarak İslâm’ı seçtim...” (el-Mâide, 3) âyeti nâzil olmuştu. Herkes, dînin tamamlanmasına sevindi. Fakat Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, yüksek firâsetiyle bundan, Allah Teâlâ’nın pek yakında Sevgili Rasûlü’nü ebediyyet âlemine dâvet buyuracağı hakîkatini sezdi. Gönlüne düşen ayrılık ateşinin ıztırâbıyla hüzne gark oldu.

HZ. EBU BEKİR'İN İNCELİĞİ

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın bu ince kavrayışını gösteren misallerden biri de şudur:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son günlerinde hastalığının ağırlığı sebebiyle mescide çıkamamıştı. Cemaate namaz kıldırması için de Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ı imam tâyin etmişti. Fakat bir ara kendisini iyi hissederek mescide çıktı. Ashâb-ı kirâma bâzı nasihatlerde bulunduktan sonra:

Şânı yüce olan Allah, bir kulunu, dünya ile kendi katındaki nîmetler arasında serbest bıraktı. O kul da Allah katındakini tercih etti!..” buyurdu.

Bu sözler üzerine Hazret-i Ebû Bekir’in hassas ve rakik kalbi mahzunlaştı, ardından da sıcak gözyaşları dökmeye başladı. Zira Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendilerine bir nevî vedâ hitâbında bulunduğunu hissetmişti. Çünkü o, nebevî esrârın en yakın mahremiydi. Ayrılıktan inleyen bir ney gibi feryâda başladı. Hıçkıra hıçkıra:

“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Sana babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı ve evlâtlarımızı fedâ ederiz!..” dedi. (Ahmed, III, 91)

SADECE EBU BEKİR'İN (R.A.) KAPISI AÇIK KALSIN

Cemaat içinde O’ndan başka hiç kimse, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in derin hissiyâtını ve dünyaya vedâ hâlinde olduğunu kavrayamamıştı. Hattâ ashâb, Hazret-i Ebû Bekir’in ağlamasına bir mânâ verememiş, büyük bir hayretle birbirlerine:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rabbine kavuşmayı tercih eden sâlih kişiden bahsederken şu ihtiyarın ağlaması, doğrusu şaşılacak şey!..” dediler. (Buhârî, Salât, 80)

Çünkü dünya veya Allah katındakileri tercih hususunda serbest bırakılan sâlih kulun, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu akıllarına bile getirmemişler ve Hazret-i Ebû Bekir’in sezdiği gerçeği sezememişlerdi. Bu esnâda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hem Hazret-i Ebû Bekir’in mahzun gönlünü tesellî hem de ashâbına onun değerini beyan için sözlerine şöyle devam etti:

“Bize iyiliği dokunan herkese bunun karşılığını aynıyla veya fazlasıyla ödemişizdir. Ancak Ebû Bekir müstesnâ!.. Onun o kadar iyiliği olmuştur ki, karşılığını kıyâmet günü Allah verecektir.

Sohbetiyle olsun, malıyla olsun bana en fazla ikramda bulunan, Ebû Bekir’dir. Eğer ben, Rabbimden başkasını dost edinecek olsaydım, mutlakâ Ebû Bekir’i dost (halîl) edinirdim. Fakat İslâm kardeşliği daha üstündür.”[1]

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dâr-ı bekāya irtihâlinden birkaç gün evvel de:

“Mescide açılan bütün (husûsî) kapılar kapansın, sadece Ebû Bekir’in kapısı açık kalsın![2] Zira ben, Ebû Bekir’in kapısının üzerinde nur görüyorum...”[3] buyurdular.

Böylece bütün kapılar kapatıldı, sadece Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın kapısı açık kaldı. İşârî mânâda bu demektir ki, Allah Rasûlü’ne husûsî yakınlık kapısı, O’na, Hazret-i Sıddîk misâli tam bir sadâkat, teslîmiyet, itaat, fedâkârlık, dostluk ve muhabbet ile açılabilir.


[1] Burada zikredilen “dostluk” mefhumu, kulun yalnızca Rabbine hasretmesi gereken kalbî yakınlık ve muhabbet hâlini ifâde etmektedir. Dolayısıyla hadîs-i şerîfte, insanlara gösterilecek muhabbeti, âdeta ilâhî muhabbet derecesine vardırmanın yanlışlığı ve bunun yerine “İslâm kardeşliğinin muhabbet ölçüleri” içinde kalmanın lüzûmu ifâde edilmiş olmaktadır.

[2] Buhârî, Ashâbu’n-Nebî 3, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Salât 80; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 2; Tirmizî, Menâkıb 15.

[3] İbn-i Sa‘d, II, 227; Ali el-Müttakî, Kenz, XII, 523/35686; İbn-i Asâkir, Târîhu Dımaşk, XXX, 250.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.