Peygamberimizi Ağlatan Âyet
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi bu haftaki sohbetlerinde Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Kur'ân-ı Kerîm'e verdiği ehemmiyetten ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i ağlatan ayetlerden bahsediyor.
“MÛSÂ DA FİRAVUN DA SENİN İÇİNDE GİZLENMİŞTİR”
Kurʼân-ı Kerîm, ders kitabımız.
هُدًى لِلْمُتَّقِينَ
(“…Takvâ sahipleri için bir hidâyet rehberidir.” [el-Bakara, 2])
Takvâ sahipleri için bir ders kitabımız. Nasıl en basit bir, dünyevî bir tedriste bile bir ders kitabı oluyor; bizim tâ sonsuza bir yolculuğumuz var, bizim ders kitabımız.
Efendimiz:
“Yalnız iki kişiye imrenilir (buyuruyor, gıpta edilir buyuruyor). Bunlardan biri, Allâhʼın kendisine Kurʼân verdiği kişidir. O kişi, Kurʼânʼla gece-gündüz meşgul olup onunla amel işler. Diğeri de Allâhʼın mal verdiği kimsedir ki o da gece-gündüz bu malı Allah yolunda infâk eder.” (Bkz. Müslim, Müsâfirîn, 266, 267)
Dâimâ der:
“Allah bu malı bana niye verdi?” der.
Zira el-Fecr Sûresiʼnde “Biz mal veririz” imtihan olarak veririz buyuruyor. Kul da sevinir diyor. Nefs sevindirir onu. “Allah beni önemsedi de bana mal verdi der.” diyor. “Fakat Biz onu imtihan olarak veririz.” buyuruyor. “Öbürüne, azaltırız.” buyuruyor, ondan sonra altta; “O da üzülür.” Diyor. “Allah bana mal vermedi, ona verdi bana vermedi, beni önemsemedi der.” diyor.
Belki onun için de vermemesi, bir nîmettir. Çünkü sıhhatin mesʼûliyeti ağırdır. İmkânın mesʼûliyeti ağırdır.
İşte ashâb-ı kirâm, bu mesʼûliyeti bertaraf için, şükrâne olarak tâ Çinʼe kadar gitti, Semerkandʼa gitti, Kayravanʼa gitti, Dağıstanʼa gitti.
Ömer bin Abdülaziz zamanında, tâ İspanya, Pirene Dağlarıʼna kadar gidildi. Sırf insanları hidâyete getirmek… Toprak almak değil, toprağı kanla sulamak değil. Allâhʼın verdiği, kendine verdiği o İslâm nîmetini, şükrâne olarak bütün insanlığa tebliğ edebilmek…
Kurʼân-ı Kerîm… Efendimizʼi ne kadar seviyoruz? Bir ölçü: Efendimizʼin hayatına baktığımız zaman Oʼnun her vesîleyle Kurʼân okuduğunu görmekteyiz. Meselâ, insanlara İslâmʼı anlatırken, ashâbına sohbet ederken Kurʼân okurdu. Bir meseleyi îzah ederken, o mevzuyla alâkalı âyetleri okurdu. Gece ibadeti, bilhassa teheccüd, uzun uzun Kurʼânʼla teheccüd namazında uzun uzun okurdu. Sefer esnâsında yine Kurʼân-ı Kerîm okurdu. Hattâ hicrette takip eden Sürâka:
“‒Ben (diyor), takip ediyordum (diyor). Rasûlullahʼla Ebû Bekir önde gidiyorlar, ben takip ediyordum. Rasûlullâhʼın Kurʼân okuduğunu ben duyuyordum.”
O zaman kâfirdi, sonradan müslüman oldu.
“‒Ben (diyor), Rasûlullâhʼın Kurʼân okuduğunu, tilâvetini işitecek kadar yanlarına yaklaştım.” diyor.
Ramazân-ı Şerîf geliyor. Kurʼân-ı Kerîm Ramazân-ı Şerîfʼte indi. Kadir Gecesi indi. Ramazân-ı Şerîf, Kurʼân-ı Kerîmʼle şereflendi. Demek ki Ramazân-ı Şerîfʼe bir Kurʼân-ı Kerîmʼle hazırlanabilmek.
Efendimizʼin duâsı:
اَللّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فيِ رَجَبٍ وَ شَعْبَانَ...
(“Allâhʼım! Receb ve Şâban aylarını bize mübârek eyle!..” [Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259])
Bir hazırlık olacak Receb ve Şâbân. Nasıl bir, namaz için abdest, tahâret, bir namaza hazırlık oluyor…
اَللّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فيِ رَجَبٍ وَ شَعْبَانَ وَبَلِّغْنَا رَمَضَانَ
(“Allâhʼım! Receb ve Şâban aylarını bize mübârek eyle ve bizi Ramazana ulaştır!” [Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259])
Ramazanʼa ulaşmamız… Nasıl ulaşacağız? Bir gönül coşkusu içinde ulaşacağız. Kalbimizi hazırlayacağız. Nasıl, dünyevî, ticârî meslek erbapları uzmanlaşmak için kendilerini o işe yoğunlaştırırlar, uzman olacakları için. Yahut da bir mevkîye gelecekler, o mevkîye gelmek için kendilerini yoğunlaştırırlar. Veyahut da bir sporcular, bir müsâbaka için kamplara çekilirler. Kamplarda kendilerine ihtilâttan men kararı alırlar, dışarıyla görüştürmezler, bütün güçlerini o spora verirler. Bizim de Ramazân-ı Şerîfʼe bir hazırlık hâlinde olmamız, Ramazân-ı Şerîfʼe bir Kurʼân hayatıyla girmemiz. Nasıl girecek Kurʼân hayatıyla?
Birincisi: Hurûf. Tilâvet düzgün olacak. Huzûr-i ilâhîde namaz. Namazda Kurʼân-ı Kerîm okuyoruz. Kurʼânʼsız bir namaz olmaz. Gücümüz yoksa, oturduğumuz yerde kıyamsız bir namaz kılabiliriz. Fakat kıraatsiz bir namaz kılamayız. Hurufât düzgün olacak.
İkincisi: Hudutlar. Emirler ve yasaklar. Cenâb-ı Hak Hucurât Sûresiʼnin başında:
“…Allah ve Rasûlüʼnün önüne geçmeyin…” (el-Hucurât, 1) buyuruyor. Nasıl bir emir gelmişse öyle… Meselâ 3 saat evvelden oruca başlasak hiçbir kıymeti yok. 3 saat evvelden başlayıp 3 dakika evvel bozsak, gitti oruç!
Bir kişi, Güneş doğarken namaz kılıyor. Arkadaki diyor ki:
“‒Bak (diyor), kerahatte namaz kılıyorsun!” diyor.
“‒Namaz kılmak suç mu (diyor), ben Allâhʼa secde ediyorum.” diyor.
“‒Allâhʼa secde etmek suç değil (diyor), Rasûlullah Efendimizʼi senin dinlememen suçtur.” diyor.
Velhâsıl, Kurʼânʼın hudutlarını bildiren, Sünnet-i Seniyyeʼdir Efendimizʼin yaşayışıyla…
İkinci olarak, hudutlara dikkat etmek. Hurûf, hudut, üçüncüsü “hulk”. Cenâb-ı Hak Kalem Sûresiʼnde:
“En yüce (en muhteşem) ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4) buyuruyor.
Bütün ahlâkımızı Allah Rasûlüʼnün ahlâkıyla tâdâd etmek:
“Benim merhametim ne kadar, Allah Rasûlüʼnün merhameti ne kadardı? Benim hilmiyyetim ne kadar, Rasûlullah Efendimizʼin hilmiyyeti ne kadardı? Benim sabrım ne kadar, Allah Rasûlüʼnün sabrı ne kadardı?..”
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96]) buyruluyor. Demek ki hurûf, hudut ve hulk. Bu üç vasıfla Kurʼân-ı Kerîm ikmâl olmuş olur.
Kur’ân-ı Kerîmʼin de bize şefaat edeceği bildiriliyor. Ama bu üç sıfatla bizim müzeyyen olmamız zaruri.
Yine Efendimiz, Kur’ân-ı Kerîmʼi başkasından dinlemeyi severdi. İbn-i Mesʼûdʼa dedi ki bir gün:
“–Bana Kur’ân oku.” dedi.
Dedi ki İbn-i Mesʼûd:
“–Yâ Rasûlâllah! Kur’ân Sizʼe indi (dedi). Sizʼe inmişken ben Sizʼe nasıl Kur’ân-ı Kerîm okuyayım?” dedi.
Efendimiz buyurdu ki:
“–Ben (dedi), başkasından (dedi), Kur’ân dinlemeyi severim.” dedi.
Onun için okumaya başladı. Sûre-i Nisâʼnın 41. âyetine geldi:
“–Kâfî!” dedi. “–Kâfî!” dedi.
İbn-i Mesʼûd:
“–Bir baktım diyor, Allah Rasûlüʼnün gözlerinden yaşlar akmaya başladı.” diyor. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 4/9; Müslim, Müsâfirîn, 247)
Âyetin meâli de:
“Her ümmetten bir şâhit getirdiğimiz ve Senʼi de onlara şâhit olarak gösterdiğimiz zaman hâlleri nice olacak?” (en-Nisâ, 41)
Yine Efendimiz orada bile ümmetinin derdinde. Ümmetinin derdinde. Yine orada ağlamaya başlıyor.
Gelelim bu dünyaya:
Bir imtihan dershânesi olarak halk edildi. Başka bir şey yok zaten. Bir taraftan geliş, bir taraftan gidiş. Tam bir dershâne. Zerreden kürreye, bir atomdan galaksilere kadar, bir hücreden cesîm varlıklara kadar her şey ilâhî azamet, kudret akışların, ilâhî nakışların sergisi durumunda…
Cenâb-ı Hak, bir bahar geliyor; çiçekler veriyor, güller veriyor, sümbüller veriyor vs. veriyor. Biz bir buket verene bir teşekkür ediyor, beni hatırladı diyoruz. Cenâb-ı Hak bize her şeyiyle hatırlatıyor. Nîmetleriyle hatırlatıyor, çiçekleriyle, gülleriyle, verdiği meyveler, sebzelerle. Her mevsim ayrı ayrı veriyor.
Bir gün Rasûlullah Efendimiz, Muaz bin Cebelʼin şöyle elinden tuttu:
“–Bak Muaz (dedi), her namazdan sonra bu duâyı oku (dedi):
اَللّٰهُمَّ اَعِنِّى عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ
«Yâ Rabbi (meali) bana yardım et. Zikretmek için bana yardım et. Sana teşekkür etmek için bana yardım et. Sana güzel, amel-i sâlihlerde bulunmak için bana yardım et.»
Bunu, Muaz (dedi) her namazda oku ki Allâhʼa ilticâ et bu hususta. Allahʼtan bunu iste.” dedi. (Bkz. Ebû Dâvûd, Vitr, 26)
Tabi, ilâhî azameti idrâk için de öncelikle nefsânî arzular ve fücur bertaraf edilecek.
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا
(“(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene (yemin ederim ki).” [eş-Şems, 8])
Hem fücur hem takvâ beraber olmaz. Şu bardağın içine asitle alkaliyi koy; birbiriyle kavga ederler. Kimyada bile bir harp başlar. İki kimyevî madde harp etmeye başlar. Peki kalbî hayatımız? Onun için Mevlânâ buyuruyor ki:
“Firavun da (diyor), Mûsâ da senin içindedir, gizlenmiş durumda.” diyor. Yani nefsin bir Firavunʼdur diyor, takvâ da bir Mûsâʼdır diyor. İkisi de senin içinde gizlenmiştir buyuruyor.
Cenâb-ı Hak bizden yaratılış (hikmetimizi beyan sadedinde:)
لِيَعْبُدُونِ (“…Bana [Allâhʼa] kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])
لِيَعْرِفُونِ (Benʼi [Allâhʼı] bilsinler diye…)
Mârifetullâhʼa erebilme, Cenâb-ı Hakkʼı kalpte tanıyabilme. Tabi bu Cenâb-ı Hakkʼı kalpte tanındığı zaman, Peygamber Efendimiz de yakından tanınıyor.
Efendimiz buyuruyor:
“…Benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız; (yemezdiniz, içmezdiniz) sahralara düşerdiniz…” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Züdh, 19)
Mevlânâ Hazretleri de bütün evliyâullâhʼın sözcüsüdür. O, Selçuklu Üniversitesiʼnin bütün derslerinin hocası iken, dersiâmken, o hâline “hamdım” diyor. Mârifetullahʼtan nasîb almaya başlayınca “piştim” diyor. Sonra da “yandım” diyor.
Demek ki orada Cenâb-ı Hakkʼın azamet-i ilâhiyyesinden birtakım tecellîler geliyor. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼi yakından bir tanıma başlıyor. Yakından tanımaya başladığı zaman:
“Ben (diyor), Muhammed Mustafâʼnın ayağının tozunun toprağıyım (diyor). Kurʼânʼın bendesiyim (diyor). Kölesiyim Kurʼânʼın (diyor). Allah Rasûlüʼnün de ayağının tozuyum.” diyor.
Demek ki Allah Rasûlüʼnü tanımaya başlıyor. Onun üzerine 26.600 beyitlik bir Mesnevî meydana geliyor.
Demek ki ne kadar Rasûlullah Efendimizʼi kalpte tanıyabiliriz? Bunun için takvâ zarûrî.
Burası bir sahil memleketi. Şöyle sahilden bir denize baktığımız zaman bir ufuk görürüz. O ufukla biter, gözümüzün hacmi de biter, görme hacmi de, ufuk zaten kapanır bulutla. Fakat güçlü bir dalgıç, inebildiği kadar her merhalede ayrı ayrı manzaralar seyreder. Kalp de öyle. Aldığı merhaleler kadar Cenâb-ı Hakkʼa yakınlık artar. İşte âyet-i kerîmeʼnin başında buyrulur; Cenâb-ı Hakʼla dost olur.
Cenâb-ı Hak:
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ
(“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz…” [Âl-i İmrân, 110]) buyuruyor.
Cenâb-ı Hakkʼın nîmetleri:
Rasûlullah Efendimiz, Kurʼân-ı Kerîm, şu Kâinat.
Cenâb-ı Hakkʼın ikramları. Bunun mukâbilinde ne istiyor Cenâb-ı Hak:
“Sizler insanlar arasından çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. Mârufu emredersiniz, münkerden nehyedersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)
Demek ki kendimizi ihyâ edeceğiz. İç âlem seviye kazanacak. İç âlem rûhâniyetle dolacak. O rûhâniyetle dolan o kalp, inʼikâs edecek, trans olacak.
Nasıl bir, şurada bir kolonya şişesi patlatılsa, nasıl o koku her tarafa yayılır; kalpten öyle bir rûhâniyet zuhûr edecek. O da bir huzur hâli verecek. Onun tebliğ ve emr biʼl-mârûfʼu en güzel bir tesir meydana getirecek.
İşte ashâb-ı kirâmın, Rasûlullah Efendimizʼin aynı hadisi biz de okuyoruz, ama ne kadar tesir ediyor?
“Sanki (diyor) sahâbe-i kiram, başımızda bir kuş vardı (diyor), Allah Rasûlü bize mârûfu emrederken, sanki kıpırdasak o kuş uçacak zannederdik.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvud, Sünnet, 23-24/4753; İbn-i Mâce, Cenâiz, 37)
Demek ki ne kadar gönlümüz rûhâniyetle dolarsa; evlâdımıza, çoluk-çocuğumuza, toplumumuza o kadar tesirimiz de artmış olur.
Ondan sonra, diğer bir âyet, Bakara Sûresiʼnde:
“İşte böylece sizin insanlığa şâhit olmanız…”
İnsanlığa şâhit olmanız.
“…Rasûlʼün de size şâhit olması…”
Allah Rasûlüʼnden vize alacağız.
“…Sizi mûtedil bir millet (hayırhah bir millet, hayra teşne bir millet) olarak yarattık…” buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. el-Bakara, 143)
Velhâsıl, bir müslüman; karakteriyle, şahsiyetiyle dâimâ İslâmʼı temsil edecek.
Efendimiz akrabalarına dîni tebliğ etmeden evvel:
“Şu dağın arkasında düşman var desem kabul eder misiniz?” dedi.
Akrabaları dedi ki:
“‒İçimizde en doğru insan sensin.” dediler. “Sen hiç yanlış bir şey söylemedin. Her dediğin doğrudur. Şimdi söyleyeceklerin de doğrudur.” dediler.
Onun üzerine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dîni tebliğ etmeye başladı. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26)
Velhâsıl, bir hayırlı ümmet olabilmek, o hayırlı ümmetle emr biʼl-mârûf ve nehy aniʼl-münkerʼde bulunabilmek…