Peygamberimizi Hira’da İnzivaya Çekilmeye Sevk Eden Sebepler
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Hira’da inzivaya çekilmeye başlamasında etkili olan faktörler nelerdir?
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin peygamberlikle vazifelendirilme vakti yaklaştıkça Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) sık sık inzivâya çekilir ve uzun müddet tefekkür deryâsının derinliklerine dalarlardı. Zaman zaman evlerinden çıkarlar, Mekke’den uzaklaşırlar, sessiz ve sâkin yerlere doğru giderlerdi. Bu esnâda rastladıkları ağaç ve taşlar: “es-Selâmü aleyke yâ Resûlallâh!” diyerek kendisine selâm verirlerdi. Fahr-i Kâinât -aleyhi ekmelü’t-tahiyyât- Efendimiz hemen etrâfına bakar, fakat ağaç ve taştan başka bir şey görmezlerdi.[1]
Nitekim Resûlullâh (s.a.v):
“Ben Mekke’de bir taş bilirim ki peygamber olarak gönderilmeden evvel bana selâm verirdi. Onu(n yerini) şimdi de biliyorum.” buyurmuşlardır. (Müslim, Fedâil, 2)
Hz. Ali (r.a) da şöyle anlatır:
“Peygamber Efendimiz ile birlikte Mekke’de idim. Beraberce Mekke’nin bazı yerlerine gittik. Dağların ve ağaçların arasından geçiyorduk. Resûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in karşılaştıkları bütün dağlar ve ağaçlar:
«es-Selâmü aleyke yâ Rasûlallâh!» diyordu.” (Tirmizî, Menâkıb, 6/3626)
Osmanlının son devrinde yetişen âlimlerden Tâhiru’l-Mevlevî şöyle der:
“Hz. Ebûbekir’in evi hicrî 623 tarihinde, Yemen Meliki Nureddin bin Ömer bin Ali el-Mesʻûdî tarafından mescide çevrilmiştir ve hâlen Mekke’de kuyumcular çarşısında (bugün Hilton otelinin bulunduğu yerde) mâmur olup ziyâret edilmektedir. Bu evin sırasında Hacer-i Mütekellim, karşısında da Hacer-i Mütteke’ nâmıyla iki taş vardır ki birincisinin Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e selâm verdiği, ikincisine de Efendimiz (s.a.v)’in dayandığı rivayet edilir.”[2]
PEYGAMBERİMİZİ HİRA’DA İNZİVAYA ÇEKİLMESİNİN SEBEPLERİ
Allah Resûlü (s.a.v) Efendimiz’e yalnızlık sevdirildi ve Hirâ mağarasında halvete, inzivâya çekilmeye başladılar. Hirâ Dağı, Mekke’nin kuzeydoğusunda yaklaşık 5 km. uzaklıktadır. Cebel-i Nûr ismiyle de bilinir. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hayâtında mühim bir yeri bulunan Hirâ Mağarası, dağın zirvesinin birkaç metre kadar aşağısındadır. Bu mekân, aslında üst üste yığılı kaya blokları arasında kalmış bir boşluktan ibârettir. Binalar kapatmadan evvel, ön tarafındaki açıklıktan Kâbe görülebiliyordu. Yüksekliği bir kişinin başı tavana değmeden ayakta durabileceği kadar, genişliği ise yere uzanabileceği kadardır. Bu mağara, Kâbe’nin göründüğü, çevreye hâkim bir mevkîde olup tefekküre müsâit bir mekândır. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den önce de Mekke’deki hanîfler Hirâ Dağı’nda zaman zaman inzivâya çekilirlerdi. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in dedesi Abdülmuttalib de bunlardan biriydi.[3] O, Allâh’ın varlığına, cezâ ve mükâfât yeri olarak âhiretin mevcûdiyetine inanmış, zaman zaman Hirâ Dağı’ndaki mağaraya çekilip kendini ibadete vermişti.[4]
Tâhiru’l-Mevlevî, müşahedelerine dayanarak şöyle der:
“Hirâ dağının üzerinde, Şakk-ı Sadr (göğüs yarılması) hâdisesinin vuku bulduğu mahalle yapılmış bir mescit ile bundan 500 adım güney tarafında «İkra’» sûresinin nüzûl ettiği bir mağara vardır. Hırâ dağı yahut Nûr dağının eteğinden Şakku’s-Sadr Mescidi’nin bulunduğu yere kadar yol dik ve dönemeçli olduğu için yarım saat, nihâyet 20 dakikada çıkılabilir.”[5]
Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz, kavminin putlara taptığını gördükçe, onlardan uzaklaşmayı, halvet ve uzlete çekilmeyi daha çok arzu ederlerdi. Bu uzletlerindeki ibadetleri ise, tefekkür etmek, ataları İbrâhîm (a.s) gibi göklerin ve yerin melekûtundan ibret almak ve Kâbe’yi seyretmek şeklindeydi.[6]
Hirâ dönemi, vahye muhâtab olmanın, sıradan insanlar için tahammülü imkânsız olan ağır yükünü taşımak husûsundaki fıtrî istîdâdın zâhire çıkma mevsimi idi.
Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in Hirâ’daki uzlet ve inzivâlarından ve daha sonraki dönemlerde muntazam olarak îfâ ettikleri îtikâflarından anlıyoruz ki, bir müslüman ne kadar ibâdet ederse etsin, zaman zaman uzlete çekilerek nefis muhâsebesi yapıp, kâinattaki ilâhî kudret akışlarını tefekkür etmeden tam mânâsıyla kemâle eremez. Bu, her mü’minin yapması îcâb eden asgarî bir vazîfedir. İnsanlara rehber olacak kimseler ise bu tefekkür, tahassüs ve muhâsebeye daha çok muhtaçtırlar.
Kur’ân-ı Kerîm, ilk âyetinden son âyetine kadar insanoğluna tefekkür tâlîmi yaptırarak düşüncenin merkezine Rabbe kulluğu yerleştirmeyi telkîn eder. Zira mü’min için en mühim hususlardan biri de muhabbetullâhtır.[7] Allâh sevgisini kazanabilmenin, îmandan sonra yegâne âmili ise, Allâh’ın lutuf ve ihsanlarını devamlı olarak düşünmek, O’nun ulvî sıfatlarını öğrenmek, azameti ve kudreti üzerinde tefekkür etmek, sonra da kalp ve dil ile O’nu bol bol zikretmektir.[8] Bunlar ise tam mânâsıyla, dünyâ meşgale ve âlâyişinden kalbi muhâfaza edip, zaman zaman halvet ve uzlete çekilmekle mümkün olur.
Burada şunu da ifâde etmek lâzımdır ki, halvetten maksat, devamlı olarak insanlardan uzaklaşmak, cemiyetten kaçarak dağları ve mağaraları vatan edinmek değildir. Bu şekilde hareket etmek, Allah Rasûlü (s.a.v) ve ashâbının tatbîkâtına ters düşer.
Nitekim Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v):
“İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan müslüman, onlara karışmayıp, ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” Buyurmuşlardır. (Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507)
Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in koyun gütmeleri, Ficâr Harbi ve Hılfu’l-Fudûl’e iştirak etmeleri, ticârî hayatları, seyahatleri, Kâbe’nin yeniden inşâsında fiilen çalışmaları, Zeyd’i âzâd etmeleri, Hz. Ali’yi yanlarına almaları gibi pek çok faâliyetleri, Zât-ı Âlîleri’nin nübüvvetten önce de dâimâ hayatın içinde olduklarını ortaya koymaktadır. Cemiyetinin bütün fazîletlerine iştirâk etmişler, kötülüklerinden ise uzak durmuş, hiçbir zaman onlara yaklaşmamışlardır.
İNSAN İNZİVAYA NEDEN ÇEKİLİR?
Kişinin halvet ve uzlete çekilmesinden maksat, hâlini ıslâh etmesidir. Şifâ bulmak için alınan ilâç, vaktinde ve kâfî miktarda olmalıdır. Haddinden fazla alındığı takdirde fayda yerine zarar vereceği muhakkaktır.[9] Nitekim Hz. Âişe validemizin “birkaç gün ibadete çekilirdi” şeklindeki ifadesi, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in bu hususta da îtidal üzere davrandığını göstermektedir. Zîrâ orta yolu tutmak, İslâm’ın şiârı (sembolü) ve nübüvvetin en mühim usûlüdür.
Dipnotlar:
[1] İbn-i Sa’d, I, 157. [2] Tâhiru’l-Mevlevî, Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri, sad. Abdullah Sert, İstanbul: Bahar Yayınları, 1974, II, 132. [3] İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, XII, 355. [4] Bkz. Fuat Günel, DİA, “Hira” md., XVIII, 121-122. [5] Tâhiru’l-Mevlevî, Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri, II, 124. [6] Aynî, Umdetü’l-kârî, I, 61; XXIV, 128. [7] Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v), duâlarında Allâh Teâlâ’nın muhabbetini talep ve niyâz ederek: “Allâh’ım! Sen’den sevgini, Sen’i sevenlerin sevgisini ve Sen’in sevgine ulaştıracak ameli taleb ediyorum. Allâh’ım! Sen’in sevgini bana nefsimden, âilemden, malımdan ve soğuk sudan daha sevgili kıl!” buyururlardı. (Tirmizî, Deavât, 72/3490) [8] İbn-i Abbâs (r.a): “Ey îmân edenler! Allâh’ı çokça zikredin!” (el-Ahzâb, 41) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde şöyle demiştir: “Allâh Teâlâ kullarına farz kıldığı her farîzaya belli bir sınır tâyin etmiştir. Bu hususta özür sâhibi olanların özürlerini de kabûl etmiştir. Ancak zikir bunun dışındadır. Allâh Teâlâ onun için nihâyetine erişilebilecek bir sınır tâyin etmemiştir. Aklını kaybedenden başka zikri terk eden hiç kimsenin özrünü de kabul etmez. İnsanlara her hâlükârda zikir hâlinde olmalarını emretmiştir.” (Taberî, XXII, 22; Kurtubî, XIV, 197) [9] el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, s. 60-62.