Peygamberimizin Devesinin Çöktüğü Yer

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kuba’dan Medîne’ye hareket edeceği zaman, dayıları olan Neccâroğulları’na haber gönderdi. Onlar da silâhlanıp geldiler ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e selâm vererek:

“−Emniyetiniz temin edilmiş olarak develerinize binebilirsiniz!” dediler.

Cuma namazından sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, devesi Kasvâ’ya binmiş, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Neccâroğulları’nın eşrâfı ve diğer müslümanların refâkatinde Medîne’ye girmişlerdir.

İki Cihan Güneşi İmâmu’l-Enbiyâ -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’i daha fazla misâfir etmek şerefinden mahrûm kalacaklarını anlayan Kubalılar, O’ndan ayrılmanın hüznü ile:

“−Yâ Rasûlallâh! Bizden usandığın için mi, yoksa bizim evimizden daha hayırlı bir yere gitmek için mi buradan ayrılıyorsun?” dediler.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−Bana Medîne’ye gitmem emredildi!” buyurarak kendilerinden hoşnud olduğunu bildirdi. (Diyarbekrî, I, 339)

Medîneli bütün mü’minler, Allâh Rasûlü’nü misâfir etme arzusu içinde idiler. Herkes O’nu evine götürüp ağırlamaya can atıyor ve bu hususta birbirleriyle tartışıp duruyorlardı. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, devesi Kasvâ’yı kastederek:

“−Hayvanı serbest bırakın, yolundan çekilin; o me’mûrdur (nerede çökeceği kendisine bildirilmiştir)!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 112-113)

Zîrâ, ancak bu şekilde hiç kimsenin gönlü kırılmadan Rasûlullâh’ı kimin misâfir edeceği meselesi halledilmiş olacaktı.

Nitekim mübârek deve, bir iki yerde çöküp kalktıktan sonra Hâlid bin Zeyd -radıyallâhu anh-’ın, yâni Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin evinin önündeki arsaya çöktü. Bahtlı sahâbî Ebû Eyyûb Hazretleri’nin gönlünü târifsiz bir sürûr kapladı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i:

“–Buyrunuz ey Allâh’ın Rasûlü! Hânemizi şereflendiriniz!” diyerek evine dâvet etti.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh-’ın evine doğru gelirken, Neccâroğulları’nın küçücük kızları deflerle karşısına çıkıp:

نَحْنُ جَوَارٍ مِنْ بَنِي النَّجَّارِ

يَا حَبَّذَا مُحَمَّدٌ مِنْ جَارِ

“Neccâroğulları’nın kızlarıyız biz! Hazret-i Muhammed’in hısımları olmak, O’nunla komşu olmak ne saâdet, ne büyük bir şereftir!” diyerek neşîdeler okuyorlardı.

Gönüller sultânı Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onlara:

“−Söyleyin bakalım, beni seviyor musunuz?” diye soruyordu.

Onlar da:

“−Evet yâ Rasûlallâh, Sen’i çok seviyoruz!” diyorlardı.

Onların neş’e ve sevinçleriyle mesrûr olan Âlemlerin Efendisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“−Allâh biliyor ya, vallâhi, ben de sizleri seviyorum! Vallâhi, ben de sizleri seviyorum! Vallâhi, ben de sizleri seviyorum!” buyuruyordu. (İbn-i Mâce, Nikâh, 21; Diyarbekrî, I, 341)

Berâ bin Âzib -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:

“Ben Medînelilerin, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gelişine sevindikleri kadar, çok sevindikleri başka bir şey görmedim! Bütün Medîneliler büyük-küçük, kadın-erkek yollara dökülüp evlerin çatılarına çıkmışlar ve:

«−Allâh’ın Nebîsi geldi! Yâ Muhammed! Yâ Rasûlallâh! Yâ Muhammed! Yâ Rasûlallâh!» diyerek sevinçle bağırıyorlardı.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45; Müslim, Zühd, 75)

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- Hazretleri de:

“Ben, Rasûlullâh’ın Medîne’yi şereflendirdiği günden daha güzel, daha revnaklı, daha nûrlu bir gün görmedim, O geldiğinde bütün Medîne aydınlığa gark oldu.” demiştir. (Ahmed, III, 122; Tirmizî, Menâkıb, 1/3618)

Medîneli Müslümanlar, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Medîne’ye teşrîfinden duydukları saâdetin şükrânesi olarak deve kurbân ettiler.

***

Şâir, mü’minlerin Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetlerini bir beytinde ne güzel ifâde eder:

Aman lafzı Sen’in ism-i şerîfinle müsâvîdir;

Anınçün âşıkın zikri “amân”dır yâ Rasûlallâh!

“Amân” lafzı ve “Muhammed” isminin ebced karşılığı aynıdır; ikisi de 92’ye tekâbül eder. Şâirin burada, âşığın “Amân!” diye her haykırışında aslında Hazret-i Peygamber’i anmak istediğini dile getirmesi, hakîkaten ne kadar da şâirâne bir buluştur. Doğrusu, hezârân gıpta!..

Hicret-i Seniyye ile nübüvvetin Mekke devri nihâyete ermiş, Medîne devri başlamış oldu.

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.