Peygamberimizin Hayatı
Peygamberimiz (sav.) ne zaman doğdu? Peygamberimizin (sav.) çocukluk, gençlik ve peygamberliğinin ilk yılları nerede ve nasıl geçmiştir? Peygamberimizin (sav.) evlilikleri ve aile hayatı nasıldı? Peygamberimizin (sav.) peygamberliği döneminde neler yaşandı? Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (sav.) hayatını yazımızda okuyabilirsiniz.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sas.), 571 yılı Nisan’ın 20’sine rastlayan Rebiulevvel ayının 12. pazartesi gecesi tan yeri ağarırken Mekke’de dünyaya geldi.
PEYGAMBERİMİZİN HAYATI
Peygamberimizin Doğduğu Çağda Dünyanın Durumu
Yüce Allah, emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmek, dünyada ve ahirette saadete ulaşmanın yolunu göstermek üzere ilk Peygamber Âdem’den (as.) itibaren pek çok peygamber göndermiştir.
Buna rağmen insanlar zamanla peygamberlerin gösterdiği yoldan ayrılmış, Allah’ın birliği inancı unutulmuş, hak ve adalet ortadan kalkmış, cehalet, zulüm ve ahlaksızlık almış yürümüş, dünya karanlıklar içinde kalmıştı.
Bunun sonucu olarak güçlü olanlar zayıfları eziyor, haklarının çoğundan mahrum bırakılan kadın, adeta bir eşya gibi alınıp satılıyordu. Kalplerden şefkat ve merhamet duyguları öyle silinmişti ki Arap yarımadasında kız çocuklarının diri diri gömülmesi adet hâline geldiği hâlde, yürekler acısı bu duruma dur diyecek kimse çıkmıyordu.
Dünyanın diğer yerlerinde de durum bundan farklı değildi. Mehmet Akif, bir şiirinde dünyanın o zamanki durumunu şöyle ifade etmiştir:
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.
İnsanları düştüğü bu korkunç durumdan kurtaracak, onlara dünyada huzur ve saadetin, ahirette ebedi mutluluğun aydınlık yolunu gösterecek olan son Peygamberin gelmesine büyük ihtiyaç vardı.
Peygamberimizin Doğumu (M. 571)
Peygamberimiz Hz. Muhammed’dir (sas.). Babasının adı Abdullah, annesinin adı Âmine’dir. Hem baba, hem de anne tarafından temiz ve şerefli bir aileye mensuptur. Soyu Hz. İbrahim’e (as.)dayanır.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sas.), 571 yılı Nisan’ın 20’sine rastlayan Rebiulevvel ayının 12. pazartesi gecesi tan yeri ağarırken Mekke’de dünyaya geldi.
O’nun doğduğu sabah dünya nurla doldu. Babası Abdullah O’nun doğumundan iki ay kadar önce öldüğünden biricik oğlunu göremedi. Hz. Âmine böyle nur topu gibi bir çocuk dünyaya getirince, dedesi Abdülmuttalib, büyük bir ziyafet vererek sevgili torununa Muhammed adını koydu.
—Ataların arasında böyle bir ad yoktu, bu adı koymaktan maksadın nedir, diye soranlara:
—Umarım ki O’nu gökte Hak, yerde halk övecektir, diye cevap verdi.
Peygamberimizin (sas.) doğduğu gece dünyada olağanüstü birçok olayın meydana geldiği nakledilir. O gece İran’da Hükümdar (Kisra) sarayının on dört sütunu yıkılmış, Sava gölü kurumuş, bin yıldan beri yanan Mecusilerin (ateşe tapanlar) tapındıkları ateşler birden bire sönmüştü. Bu olaylar, gelecekte İran saltanatının yıkılacağına, Bizans İmparatorluğunun çökeceğine ve putperestliğin ortadan kalkacağına işaret ediyordu. Gerçekten de öyle oldu.
Peygamberimizin Çocukluğu
Mekke ileri gelenlerinin bir âdeti vardı. Yeni doğan çocuklarını Mekke civarında yaşayan kabilelerdeki sütannelere verip baktırırlardı. Çünkü Mekke’nin havası ağır ve sıcak olduğundan çocuklara iyi gelmezdi.
Peygamberimizi (sas.) Hz. Âmine üç gün, Süveybe hatun da iki gün emzirdi. Daha sonra Hz. Muhammed (sas.), Sa’d oğulları (Beni Sa’d) kabilesinden Halime adında bir sütanneye verildi. Halime O’nu öz evladından çok sever, esen rüzgârdan bile sakınırdı. Halime’nin küçük kızı ve Hz. Muhammed’in (sas.) süt kardeşi olan Şeyma da O’nu çok sever, daima onunla beraber oynardı. Halime bu çocuğa çok iyi bakıyor, ona en küçük bir zarar gelmemesi için çok dikkat ediyordu. Bir gün her nasılsa Muhammed, süt kardeşi ile birlikte öğle vakti evden çıkarak kuzuların yanına gitmişti. Halime, bu duruma çok üzüldü ve çocuklar eve geldiklerinde kızı Şeyma’ya, “Niçin böyle güneşin en kızgın zamanında dışarı çıktınız?” dedi. Şeyma dedi ki: “Biz hiç sıcak görmedik, kardeşimin (Muhammed’in) başı üstünde bir parça bulut dolaşıyordu. O, nereye giderse bulut da beraber gidiyor ve nerede durursa bulut da duruyordu, buraya kadar hep gölgeyle geldik.”
İşte yüce Allah, onu güneşin yakıcı sıcağından böyle korudu. Bu yetim çocuk aileye büyük uğur getirdi. Halime’nin kocası bir gün şöyle demişti:
“Halime, bu çocuğun ayağı bize çok uğurlu geldi. O, evimize ayak bastığı günden beri hayvanlarımızın sütü, sütümüzün yağı çoğaldı. Evimize bereket doldu. Elimiz genişledi. Ben bu çocukta bir başkalık seziyorum.”
Hz. Muhammed (sas.), bu ailenin yanında beş yaşına kadar kaldı, sonra Mekke’ye ailesinin yanına getirildi.
Hz. Muhammed’in (sas.) annesi Âmine’nin Medine’de akrabaları vardı. Hem onları görmek, hem de oğluna babasının mezarını ziyaret ettirmek maksadıyla Âmine, çocuğu ile beraber Medine’ye gitti. Medine’de bir ay kaldılar. Peygamberimizin babası Abdullah’ın mezarını ziyaret ettiler. Hz. Âmine, çocuğu ve yanında hizmetçisi Ümmü Eymen ile birlikte Mekke’ye dönmek üzere yola çıktı. Akşam üzeri Ebva köyüne geldiklerinde Âmine, hastalandı. Yanı başına oturttuğu biricik yavrusunu şefkatle öptü, hasretle bağrına basarak okşadı. Öleceğini ve oğlundan ayrılacağını hisseden anne, bir daha dünya gözüyle göremeyeceği oğlunun yüzüne bakarak şunları söyledi:
“Her yeni eskiyecek ve her şey yok olacaktır. Ben de öleceğim. Fakat gam yemem. Çünkü temiz bir çocuk doğurdum. Dünyaya büyük, hayırlı bir varlık bırakıyorum.”
Bu sözlerden sonra Âmine gözlerini hayata yumdu. O sırada Hz. Muhammed (sas.) altı yaşında idi. Ümmü Eymen, çocuğu alarak Mekke’ye döndü.
Baba ve anneden öksüz kalan Hz. Muhammed’i (sas.), dedesi Abdülmuttalib yanına aldı. Peygamberimiz (sas.) iki sene onun yanında kaldı. Abdülmuttalib’in ölümü yaklaşınca, torununu Peygamberimizin amcası Ebû Talib’e teslim ederek O’na çok iyi bakmasını vasiyet etti. Peygamberimiz o zaman sekiz yaşına gelmişti. Ebû Talib ve eşi Fâtıma hanım, çocuğa iyi baktılar. O’nu öz çocukları gibi sevdiler.
Peygamberimizin Gençliği
Hz. Muhammed (sas.), peygamberliğinden önce de son derece doğru ve güvenilir bir kişiliğe sahipti. Bu özelliğinden dolayı halk arasında kendisine “Muhammedü’l-Emin” yani “Güvenilir Muhammed” deniliyordu. Herkesin sevgi ve saygısını kazanmıştı. Hz. Muhammed (sas.), her türlü kötülüğün işlendiği ve ahlaki değerlerin yok olduğu bir toplumda, kötülüklerden tamamen uzak, içi, dışı tertemiz bir ahlak ve fazilet örneği olarak büyüyor, temiz ve örnek yaşayışı ile toplumda bir yıldız gibi parlıyordu. Yüce Allah, onu en iyi bir şekilde terbiye etti, ahlak ve faziletle donattı. Çünkü insanlığın kurtuluşu için O’nu Peygamber olarak görevlendirecekti.
Bazı yerleri selden yıkılan Kâbe’yi Mekkeliler tamir etmeye başladılar. Duvarlar yükselip sıra “Hacerü’l-Esved” adı verilen kutsal siyah taşı, Kâbe duvarındaki yerine koymaya gelince, her kabile bu şerefi kazanmak için adeta birbirleriyle yarışa koyuldular. Hatta bu yüzden aralarında anlaşmazlık ve kavga çıktı, silahlar çekildi. Sonunda gerçekten güvenilir ve doğru bir kişi olduğuna inandıkları Hz. Muhammed’in (sas.) vereceği hükme razı olmaya karar verdiler.
Hz. Muhammed (sas.) “Hacerü’l-Esved”i bir yaygı üzerine koydu. Yaygının uçlarından kabile başkanlarına tutturdu. Hep birlikte taşı yukarı kaldırdılar. Hz. Muhammed (sas.) taşı mübarek elleriyle duvardaki yerine koydu. O’nun bu uzlaştırıcı davranışı herkesi memnun etti. Böylece büyük bir anlaşmazlık ortadan kalkmış oldu. Bu olayın meydana geldiği sırada Hz. Muhammed (sas.) otuz beş yaşında idi.
Peygamberimizin Hz. Hatice ile Evlenmesi
Peygamberimiz (sas.), Kureyş kabilesinin asaletli ve zengin kadınlarından Hatice ile evlendi. Hz. Muhammed (sas.) o zaman yirmi beş yaşında idi. Hatice ise kırk yaşına gelmişti. Mutlu bir aile yuvası kuruldu.
Peygamber Oluşu (M. 610)
Hz. Muhammed (sas.), Miladi 610 yılının Ramazan ayında bir pazartesi gecesi Hira dağındaki mağarada, bütün varlığı ile Allah’a yönelmişti. Bu sırada Cebrail (as.) gelerek Kur’an-ı Kerim’de Alâk suresinin başında yer alan ayetleri getirdi ve Allah tarafından peygamber olarak görevlendirildiğini bildirdi.
Bu ayetlerin anlamı şöyledir:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alaktan yarattı. Oku, Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğreten O’dur. İnsana bilmediğini O öğretti.”
Böylece Hz. Muhammed’e (sas.) ilk vahiy gelmiş, Kur’an ayetleri inmeye başlamış oldu.
O, kendisine verilen bu büyük görevin ağırlığı içinde evine döndü. Hiçbir maddi güce sahip değildi. Herhangi bir yardımcısı da yoktu. Bu şerefli, fakat ağır görevi tek başına nasıl başaracaktı. Dünya küfür ve ahlaksızlık içinde yüzüyordu.
Evine gelince Hira dağında, Peygamber olarak görevlendirildiğini ve Kur’an’ın inmeye başladığını hanımı Hz. Hatice’ye anlattı. Peygamberimize (sas.) layık bir eş olduğunu her hâliyle ispat eden Hz. Hatice, onu teselli ederek şöyle dedi:
“Müjdeler olsun, sebat et! Hayatımı kudret elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, Sen bu ümmetin peygamberi olacaksın. Çünkü sen, akrabalık haklarına riayet edersin, güçlüklere dayanırsın, misafirleri ağırlarsın, felakete uğrayanların yardımına koşarsın. Böyle olan kulunu Allah yalnız bırakmaz.”
İlk Müslümanlar
Cebrail (as.), ikinci gelişinde Peygamberimize (sas.), “Kalk, insanları uyar” anlamındaki ayeti getirince peygamberimiz kalktı. Onun kalktığını gören Hz. Hatice,
—Niçin uyuyup dinlenmediniz, diye sorunca, Peygamberimiz (sas.),
—Ey Hatice, benim için uyku ve istirahat zamanı geçti, diyerek artık İslam dinini insanlara tebliğ etme görevinin başladığını ifade etti ve “Ey Hatice, kimi davet edeyim, beni kim tasdik eder.” dedi. Hz. Hatice,
—Ben tasdik ederim, ey Allah’ın Resulü! Herkesten önce dini bana anlat, dedi. Peygamberimiz (sas.) Onun bu sözlerinden çok memnun oldu ve İslam dinini önce ona anlattı.
Peygamberimize (sas.) ilk inanan ve onunla ilk namaz kılan kişi, bu büyük ve saygıdeğer İslam kadını Hz. Hatice’dir. Bu asil ve şerefli kadın, peygamberimizi kutsal davasında hiçbir zaman yalnız bırakmamış, sıkıntılı günlerinde teselli etmiş ve ona daima yardımcı olmuştur. Peygamberimiz (sas.) Nur (Hira) dağında iken yanına Cebrail (as.) gelerek şöyle demiştir:
—Ey Allah’ın Resulü, işte bu Hatice’dir. Sana doğru geliyor, yanında bir kap var, içinde de yiyecek var. Hatice sana gelince ona, Rabbinden ve benden selam söyle ve kendisini cennette inciden yapılmış bir sarayla müjdele... (Buhârî, “Fedâil”, 20.)
Hz Hatice’den sonra çocuklardan Hz. Ali, köle iken hürriyetine kavuşmuş olan Zeyd b. Hârise ve büyüklerden Hz. Ebubekir iman ederek Müslüman oldular.
Peygamber (sas.) Efendimiz, İslam’a daveti üç yıl kadar gizlice yaptıktan sonra şu anlamdaki ayetlerin nazil olmasıyla halkı açıktan İslam dinine çağırma dönemi başladı:
“Sen, en yakın akrabalarını uyar, Müminlerden sana uyanlara rahmet ve hidayet kanatlarını indir. Şayet sana asi olup karşı dururlarsa, onlara, Ben sizin işlediklerinizden tamamen uzağım, de.” (26/Şuarâ, 214-216.)
“Şimdi sen ne ile emrolunuyorsan apaçık bildir. Müşriklerden yüz çevir.” (15/Hicr, 94.)
Bunun üzerine Peygamberimiz (sas.) önce yakın akrabalarından başlamak üzere Mekke halkını İslam’a davete başladı. Bu maksatla Safa tepesine çıkarak bütün Mekkelilere hitaben,
—Ey Kureyş halkı, diye seslendi.
Sesini duyanlar, oraya koştular ve etrafında toplandılar. Peygamberimiz onlara,
—Size şu tepenin arkasından bir düşman ordusunun geldiğini haber versem bana inanır mısınız, diye sordu.
Orada bulunanların hepsi birden,
—Evet inanırız, senin hiç yalan söylediğini görmedik, dediler.
Peygamberimiz (sas.) onlara şöyle dedi:
—O hâlde ben size, önümüzde şiddetli bir azap gününün bulunduğunu, Allah’a inanmayan ve ona kulluk etmeyenlerin bu büyük azaba uğrayacaklarını haber veriyorum. Yemin ederim ki Allah’tan başka ibadete layık ilah yoktur. Ben de Allah’ın size ve bütün insanlara gönderdiği Peygamberiyim.
—Ey Kureyş topluluğu! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi dirileceksiniz. Kabirden kalkıp Allah’ın huzuruna varınca, muhakkak dünyadaki bütün yaptıklarınızdan sorguya çekileceksiniz. İyiliklerinizin mükâfatını, kötülüklerinizin de cezasını göreceksiniz. O mükâfat ebedi olan cennet, ceza da cehenneme girmektir.
Ne yazık ki dinleyiciler arasında bulunan İslam düşmanı Ebû Leheb, Peygamberimizin (sas.) gönlünü inciten sözler söyledi ve orada bulunanlar dağıldı.
Ancak Peygamberimiz (sas.), ümitsizliğe kapılmadan en zor şartlarda bile İslam dinini tebliğ etmeye devam etti. Müşriklerin bütün engellemelerine rağmen İslam’ın nuru kalpleri aydınlattı, Müslümanların sayısı gün geçtikçe çoğaldı.
a) Hz. Hamza’nın Müslüman Olması
Peygamberimiz (sas.) İslam’ı yaymaya çalışırken pek çok güçlüklerle karşılaştı. Buna rağmen vazifesine devam ediyor, Müslümanların sayısı da günden güne artıyordu.
Peygamberliğinin altıncı yılında idi. Bir gün Safa tepesinde otururken oradan geçmekte olan Ebû Cehil, Peygamberimize (sas.) hakarette bulundu. Onun bu terbiyesiz davranışına Peygamberimiz (sas.) cevap vermedi. Bu üzücü olayı gören bir kadın, bu durumu Peygamberimizin amcası Hamza’ya anlattı. Hamza henüz Müslüman olmamıştı. Fakat kardeşinin oğluna yapılan bu hakarete çok kızdı. Derhal Kureyş müşriklerinin toplandığı yere giderek Ebû Cehil’e hitaben,
—Benim kardeşimin oğluna sövüp onu inciten sen misin, dedi ve yayını Ebû Cehil’in başına vurdu.
Daha sonra Hz. Hamza, Müslümanlığı kabul ederek Peygamberimizin yanında yer aldı.
b) Hz. Ömer’in Müslüman Olması
O zamanın Mekke halkı putlara tapıyordu. Hz. Hamza’nın Müslüman olması ve Müslümanların günden güne kuvvetlenmesi putlara tapanları telaşa düşürdü. Bu duruma bir çare bulmak için “Daru’n-Nedve” denilen yerde toplandılar. Durumu gözden geçirdikten sonra Ebû Cehil’in teklifi üzerine Hz. Muhammed’i (sas.) öldürmeye karar verdiler. Bu korkunç kararı uygulamak üzere içlerinde en cesur olan Ömer’i görevlendirdiler. O zaman 33 yaşında olan Ömer, kılıcını kuşandı ve Hz. Muhammed’i öldürmek üzere yola çıktı.
Müslümanlar, Erkam’ın evinde toplanmışlardı. Peygamberimiz (sas.) de orada idi. Ömer yolda Nu’aym’a rastladı. Nu’aym, “Nereye ya Ömer?” diye sordu. Ömer,
—Milleti birbirine düşüren Muhammed’in vücudunu ortadan kaldırmaya gidiyorum, cevabını verdi. Nu’aym Ömer’e,
—Zor bir işe kalkıştın, deyince Ömer,
—Sen de mi Muhammed’den yana oluyorsun, diye çıkıştı. Nu’aym,
—Ya Ömer, sen beni bırak, kendi ailene bak, enişten Sa’îd ile kız kardeşin Fâtıma Müslüman oldular, deyince Ömer,
—Önce onların işini bitireyim, diye yolunu değiştirip kız kardeşinin kapısını çaldı. O sırada kız kardeşi ile eniştesi, peygamberimize yeni nazil olan “Tâhâ” suresinin ilk ayetlerini okuyorlardı. Ömer’in silahlı geldiğini görünce korkup Kur’an sayfalarını sakladılar.
Ömer içeri girince, ne okuduklarını sordu. Onlar da “Bir şey yok” dediler. Ömer’in öfkesi daha da arttı. “Demek işittiklerim doğru imiş” diyerek eniştesini yakasından tutup yere çarptı ve dövmeye başladı. Kocasını kurtarmak isteyen kız kardeşi Fâtıma’nın yüzüne de bir tokat attı. Zavallı kadın ağzından burnundan kanlar akarak yere serildi. Fâtıma, imanının verdiği cesaretle Ömer’e şu sözleri söyledi:
—Allah’tan kork. Bir kadına yaptıklarına bak. Ben ve eşim Müslüman olduk. Başımızı kessen bundan dönmeyiz.
Ömer,
—Okuduğunuz şeyi bana getirin, dedi. Kız kardeşi çıkarıp verdi. Ömer, dikkatle okumaya, okudukça kalbi yumuşamaya başladı. Kur’an-ı Kerim’in eşsiz ahengi, manasındaki yükseklik, okunuşundaki tatlılık ve güzellik Ömer’in kalbini fethetti. Artık Ömer’in kalbi İslam’a açıktı. Hz. Peygamber’in (sas.) yanına gitti. Önünde diz çöktü ve Kelime-i Şahadet getirerek Müslüman oldu. Orada bulunanlar buna çok sevindiler. Hep birlikte Kelime-i Şahadet getirdiler.
Ömer’in İslam’a girmesiyle Müslümanlık kuvvetlendi. Ömer,
—Yâranımız kaç kişidir, diye sordu.
—Seninle beraber kırk kişi, dediler.
Ömer’in isteği üzerine, önde Peygamberimiz (sas.) olduğu hâlde Müslümanların hepsi doğru Kâbe’ye gittiler. Orada toplu olarak ve açıkta namaz kıldılar. Öte yandan müşrikler, Peygamberi öldürmeye gönderdikleri Ömer’in Müslüman olduğunu öğrenince şaşkına döndüler.
Peygamberimizi (sas.) öldürmek için yola çıkan Ömer’in, merhametsiz ve taştan daha katı kalbini kız kardeşinin evinde okuduğu Kur’an ayetleri yumuşatmış, karanlık gönlünü nurla doldurmuş, Peygambere olan düşmanlık duygularını dostluğa çevirmiştir.
-
Müslümanlara Yapılan Zulümler
Müşrikler özellikle kimsesiz olan Müslümanlara çok eziyet ettiler, onları Müslümanlıktan döndürmek için her türlü kötülük ve işkenceyi yapmaktan çekinmediler.
Müslüman olduğu için işkence görenlerden biri Hz. Bilâl-i Habeşî’dir. Bilâl, İslam’ın en büyük düşmanlarından biri olan Ümeyye b. Halef’in kölesi idi. Ümeyye, zavallı ve savunmasız Bilâl’i kızgın kumların üzerine yatırarak göğsüne ağır taşları yığdıktan sonra ona,
—Müslümanlıktan vazgeçmezsen seni böylece öldüreceğim, derdi. Fakat İslam inancı kalbinin derinliklerine iyice yerleşmiş ve imanın tadını almış olan bu samimi Müslüman, “Allah birdir, Allah birdir” diye karşılık verirdi. Bilâl’in İslam’dan dönmeyeceğini anlayan zalim Ümeyye, Bilâl’in boynuna bir ip takarak onu Mekke’nin bir ucundan öbür ucuna kadar sürüklemişti. Hz. Bilâl, bu durumda iken yine Allah’ı gönlünden çıkarmamış dili ile de “Allah birdir, Allah birdir.” demeye devam etmişti.
Nihayet Hz. Ebu Bekir, Bilâl’i satın alarak hürriyetine kavuşturdu ve Bilâl o zalimin elinden kurtuldu. Çok güzel ve yanık bir sesi olan Hz. Bilâl, daha sonra Peygamberimizin müezzini olmuştur.
İşkence yapılanlardan biri de Ammâr b. Yâsir’dir. Müşrikler, Ammâr’ı da kumlara yatırırlar ve bayıltıncaya kadar döverlerdi. Ammâr’ın babası Yâsir ile annesi Sümeyye de işkenceye uğrayanlar arasında idi. İslam’ın en büyük ve azılı düşmanı Ebû Cehil Sümeyye’ye saldırarak kanlar içinde yere sermiş ve bir mızrak darbesiyle zavallı kadıncağızı şehit etmişti.
Ammâr’ın babası Yâsir de işkenceler yüzünden ölmüştü.
Habbâb b. Eret’i de kıpkırmızı yanan kömürlerin üzerine yatırmışlar, göğsünün üzerine de bir adam çıkmıştı. Zavallı, böylece yanan kömürlerin üstünde kıvranmış durmuştu. Kendisine Muhammed’i inkâr et diyenlere, O,
—Onu asla inkâr etmem, kıyamet gününde de onunla beraberim, diye cevap verirdi.
Hz. Hamza ve Hz. Ömer’in Müslüman olmaları ve İslam’ın günden güne yayılması müşrikleri iyice korkuttu. Bunun üzerine toplanıp Müslümanlara karşı şu boykot kararlarını aldılar:
“Bundan sonra Müslümanlarla ve onları himaye edenlerle, Muhammed’in (sas.) akrabası olan Haşimoğulları ile her türlü alaka kesilecek, onlarla hiç kimse görüşmeyecek, alışveriş etmeyecek, kız alıp vermeyecektir.”
Müşriklerden Mansûr b. İkrime bu kararı yazdı ve birlikte Kâbe’nin duvarına astılar.
Boykot kararı üç sene devam etti. Bu süre içinde Müslümanlar çok sıkıntı çektiler. Müşrikler, Müslümanların toplu olarak sığındığı mahalleye yiyecek içecek sokmamak için ellerinden geleni yaptılar. Müslümanlar, İslam uğruna her türlü sıkıntıya, açlığa ve susuzluğa katlandılar. Ağaç yapraklarını yiyerek yaşamak zorunda kaldılar. Açlıktan feryat eden çocukların durumu ise yürekler acısı idi.
Bu insanlık dışı davranışlarla da müşrikler bir sonuç alamadı, İslam nurunun yayılmasını engelleyemediler. Bu arada bir güve Kâbe’nin duvarına asılan anlaşma metnini yiyerek “Allah” adından başka diğer yazıların tamamını yok etmişti. Ayrıca Mansûr ibn İkrime’nin anlaşmayı yazdığı eli kurumuş ve çolak kalmıştı. O zaman “Besmele” yerine “Bismikellahümme” kullanılırdı.
Sonunda müşriklerden birkaç kişi insafa gelerek zalim anlaşmayı indirip yırttılar. Böylece boykot kalkmış ve Müslümanlar da büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş oldular. Müslümanlara uygulanan boykot Peygamberliğin yedinci yılından onuncu yılına kadar üç yıl devam etti.
Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye Hicreti (M. 622)
İslam tarihinde Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye göç etmesine “Hicret” denir.
Müşriklerin baskı ve zulümlerinin devam etmesi üzerine Peygamberimiz (sas.), Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicret etmelerine izin verdi. Müslümanlar gruplar hâlinde Medine’ye göç etmeye başladılar. Din uğrunda, doğup büyüdükleri yurtlarını, mal ve mülklerini bıraktılar. Medine’de yanan ümit ışığına koştular.
Mekke’de Peygamberimizle birlikte Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali ve birkaç Müslümandan başka kimse kalmamıştı. Peygamberimiz (sas.) bütün güçlüklere rağmen görevini yapmış, Peygamberliğinin 13 yılını Mekke’de tamamlamış bulunuyordu.
Müşrikler, (putlara tapanlar) Peygamberimize (sas.) ve Müslüman olanlara çok eziyet ettiler. İslamiyet’i kökünden yok etmek için “Dâru’n-Nedve” denilen yerde gizlice toplandılar. Ebû Cehil’in teklifi üzerine Peygamberimizi (sas.) öldürmeye karar verdiler. Bu korkunç kararı uygulamak üzere her kabileden birer genç seçtiler. Seçilen bu silahlı gençler, peygamberimizin evini kuşattılar ve dışarı çıkmasını beklemeye başladılar.
Müşriklerin gizlice aldığı bu ölüm kararı, Allah tarafından Cebrail aracılığıyla Peygamberimize (sas.) bildirildi ve hicret etmesine izin verildi. Peygamberimiz (sas.), kendi yatağına Hz. Ali’yi yatırarak, evini saran müşriklerin arasından çıktı. Allah, Peygamberini korudu. Eli silahlı müşrikler onu göremediler.
Yol hazırlıkları yapıldıktan sonra, peygamberimiz ve Hz. Ebubekir geceleyin Mekke’ye bir buçuk saat mesafede olan Sevr dağına gittiler ve orada bir mağarada gizlendiler. Sabah olunca Peygamberimizin (sas.) evden çıktığı anlaşıldı. Bunun üzerine Müşrikler her tarafı aramaya başladılar. Muhammed’i kim bulursa ona yüz deve mükâfat verileceğini vaat ettiler.
Peygamberimizi (sas.) arayanlar yoldaki izleri takip ederek mağaranın önüne kadar geldiler. Mağaranın girişine bir örümceğin ağ germiş olduğunu gördüler. Mağaranın içine girip aramak istediler ise de içlerinden biri, “içeriye insan girseydi, burada örümceğin ağı ve güvercinin yuvası olmazdı” deyince dönüp gittiler.
Müşrikler mağaranın önüne geldikleri sırada Hz. Ebubekir endişelenerek,
—Bizi görecekler Ya Resulallah, dedi.
Peygamber (sas.) Efendimiz,
—Üzülme, Allah bizimle beraberdir, diye karşılık verdi.
Mağaranın ağzına örümceklerin ağ germesi, orada biten bir ağacın dallarına güvercinlerin yuva yaparak yumurta bırakması birer mucizedir. Yüce Allah, sevgili Peygamberini (sas.) bu mucizelerle korumuş, mağaranın ağzına kadar gelen düşmanları gizli bir kuvvet geri çevirmiştir.
Peygamberimiz (sas.) ve Hz. Ebu Bekir mağarada üç gün kaldıktan sonra Medine’ye gitmek üzere yola çıktılar. Onları takip etmekte olan Süraka adında bir pehlivan izlerini buldu. Bütün gücüyle atını üzerlerine sürdü. Onlara iyice yaklaştığı sırada atının ayakları sürçtü, kendisi de yere yuvarlandı. Yeniden toparlanarak var kuvvetiyle atını tekrar ileri sürdü. Fakat bu defa atının ayakları dizlerine kadar kuma battı. Olduğu yerde çakılıp kaldı. Gizli bir kuvvet atını geri çekiyordu. Süraka bu durumu görünce korktu. Yaptığına pişman oldu. Peygamberimizden (sas.) af diledi ve geri döndü. Arkadan gelenlere de, “Ben buraları aradım, kimse yoktur” diyerek onları geri çevirdi. Süraka daha sonra Müslüman olmuştur.
Ebû Cehil, Süraka’nın böyle yaptığını daha sonra öğrenince onu kınamış, bunun üzerine Süraka Ebû Cehil’e şöyle demiştir: “Atımın ayaklarının yere nasıl battığını görseydin, sen de Muhammed’in peygamberliğine iman ederdin.”
Sevgili Peygamberimiz (sas.) bir hafta süren tarihî yolculuğunu tamamlayarak bir pazartesi günü Medine yakınındaki Kuba köyüne ulaştı. Burada büyük bir sevgi ile karşılandı.
Peygamberimiz (sas.) burada on günden fazla kaldı. Kuba Mescidini yaptırdı. Mescid yapılırken mübarek elleriyle taş taşıdı. Bir işçi gibi çalıştı. İslam tarihinde yapılan ilk mescid budur. Peygamberimizden (sas.) üç gün sonra Mekke’den ayrılan Hz. Ali de burada Peygamberimize yetişti.
Peygamberimizin Medine’de Karşılanması
Beraberindeki Müslümanlarla birlikte Peygamber Efendimiz bir cuma günü Kuba’dan Medine’ye hareket etti. Salimoğulları yurduna geldikleri zaman öğle vakti olmuştu. Peygamberimiz Cuma namazının farz kılındığını Müslümanlara bildirdi. Orada ilk Cuma namazını kıldılar. Peygamberimizin (sas.) kıldırdığı ilk cuma namazı budur. İlk cuma hutbesini de burada okumuştur. Peygamberimiz (sas.), ilk cuma hutbesinde Allah’a hamd ve sena ettikten sonra şöyle buyurdu:
“Ey İnsanlar! Sağlığınızda ahiretiniz için hazırlık yapın, Muhakkak biliniz ki hepiniz ölecek ve sürünüzü çobansız bırakacaksınız. Sonra Cenab-ı Hak ona soracak, ama nasıl soracak? Tercümanı yok, bizzat diyecek ki: ‘Sana benim Peygamberim gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim, sen kendin için ne hazırladın?’
O kişi de sağına soluna bakacak bir şey göremeyecek, önüne bakacak cehennemden başka bir şey göremeyecek. Öyle ise her kim kendini bir yarım hurma ile de olsa ateşten kurtarabilecekse hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa bari güzel söz ile kendini kurtarsın. Çünkü bir iyiliğe on katından yedi yüz katına kadar sevab verilir. Allah’ın selamı, rahmet ve bereketleri üzerinize olsun.”
Peygamberimiz (sas.) namazdan sonra Medine’ye doğru yoluna devam etti. Medineliler bir bayram sevinci içinde bu şerefli misafiri karşılamak için yolun iki tarafına sıralanmışlardı. Peygamberimiz (sas.) geçerken “Buyurun Ya Resulallah” diyorlar, mini mini yavrular da “Allah elçisi geldi” diye sevinç çığlıkları atıyorlardı. Evlerinin damları üzerine çıkan kadınlar: “Hoş geldiniz” diyorlardı. Peygamberimiz evlerin önünden geçerken bütün ev sahipleri: “Buyurun Ya Resulallah” diyor ve devesinin yularına sarılarak onu misafir etme şerefine nail olmak istiyorlardı.
Peygamberimiz (sas.) hiç kimseyi kırmak istemediğinden onlara şöyle diyordu:
“Deveyi kendi hâline bırakınız, onun nereye gideceği kendisine emredilmiştir. Emrolunduğu yere gidecektir”
Yoluna devam eden deve, boş bir arsada çöktü. Fakat durmadan kalktı. Biraz daha gittikten sonra tekrar çöktü ve bir daha kalkmadı. Peygamber Efendimiz,
“İnşallah konağımız burasıdır” diyerek devesinden indi. Buraya en yakın ev, Hâlid b. Zeyd’in, yani Ebû Eyyûb Ensârî’nin evi idi. Hz. Peygamber (sas.) onun misafiri oldu. Ebû Eyyûb Ensârî’nin evi iki katlı idi. O, Peygamberimizi üst katta misafir etmek istedi. Ancak Efendimiz, kendisini ziyarete gelenlerin ev sahibini rahatsız etmemesi için zemin katta kalmayı tercih ettiler. Peygamber Efendimiz, Mescid-i Şerif’in yanında kendileri için odalar yapılıncaya kadar yedi ay bu evde kaldı.
Sevgili Peygamberimizi (sas.) evinde misafir etme şerefini taşıyan bu ünlü Sahabi Ebû Eyyûb Ensârî hazretleri, 675 yılında İstanbul’u kuşatan İslam ordusuna katılmış ve surlar dışında şehit olmuştur. Peygamberimizi evinde misafir eden ve halkımız tarafından “Eyüb Sultan” olarak anılan bu peygamber dostu, İstanbul’un Eyüp semtindeki türbesinde yatmaktadır.
Medine halkı, Peygamberimizi (sas.), Ebû Eyyûb Ensârî’nin evinde akın akın ziyaret ettiler. Bu sırada Yahudi bilginlerinden Abdullah b. Selâm geldi. Peygamberimizin (sas.) mübarek yüzüne dikkatlice baktıktan sonra,
“Bu yüz, yalancı yüzü değildir” diyerek Müslümanlığı kabul etti.
Peygamber (sas.) Efendimiz, devesinin ilk defa çöktüğü arsayı sahiplerinden satın aldı ve oraya bir mescid yaptı. Medine’de “Mescid-i Nebi” olarak bilinen ve Müslümanlar tarafından ziyaret edilen mescit, Peygamber Efendimiz’in yaptırdığı bu mescittir.
Bu mescid yapılırken Peygamberimiz (sas.), bir işçi gibi çalışmış, sırtında kerpiç taşımıştır. Mescidin temelleri taştan, duvarları kerpiçten idi. Mescidin inşası bittikten sonra çevresine bitişik birkaç oda yapıldı ve Peygamber (sas.) Efendimiz, misafir olarak bulunduğu evden buraya taşındı. Mescidin ilk şekli böyle sade ve mütevazı idi.
Peygamberimizin (sas.) müezzini olma şerefini taşıyan Hz. Bilal-i Habeşî’nin tatlı sesiyle Medine ufuklarında yankılanan ezan seslerini duyan Müslümanlar, bu çağrıya uyarak camiye koşuyor, iki cihan güneşi Hz. Peygamber’in (sas.) arkasında cemaat olmanın, namaz kılmanın huzur ve mutluluğunu yaşıyorlardı.
Mescitte önceleri minber yoktu. Peygamber (sas.) Efendimiz, bir hurma kütüğüne yaslanarak cemaate hitap ederdi. Daha sonra üç basamaklı bir minber yapıldı ve Peygamberimiz (sas.) hutbelerini bu minberden irat etti. Bu sırada bir de mucize meydana geldi. Şöyle ki: Efendimiz bir cuma günü hutbesini bu minberden irat etmeye başlayınca daha önce dayanarak hutbe okuduğu hurma kütüğünün, Peygamberimizden (sas.) ayrı kaldığı için yavrusundan ayrı kalan bir devenin feryadı gibi inlemeye başladığı duyuldu. Bunun üzerine Peygamberimiz minberden inerek bu hurma kütüğünü kucaklayıp okşadı ve kütüğün inlemesi kesildi. Peygamberimiz (sas.), “Eğer ben onu kucaklamamış olsaydım, kıyamet gününe kadar hep böyle inleyip duracaktı.” (İbn-i Mace, I, 454.) buyurdu.
Ensar ve Muhacirler Arasındaki Kardeşlik
Mekke’den göç ederek Medine’ye gelen Müslümanlara “Muhacir”, Medine’nin yerli halkına da, muhacirlere yardım ettiklerinden dolayı “Ensar” denildi.
Mallarını, mülklerini bırakarak gelen Muhacirlere, Medineliler her türlü yardımı yaptılar. Onları bağırlarına bastılar, evlerinde barındırdılar, ekmeklerini onlarla paylaştılar.
Dünya tarihinde, birbirini böylesine candan seven, birbirine bu kadar içten bağlanan başka bir topluluk gösterilemez. Bütün Dünya’ya örnek olan bu olay, İslam kardeşliğinin en güzel eseridir.
Peygamberimiz (sas.), Muhacirlerden her birini, Ensar’dan biri ile kardeş yaptı. Bu kardeşlik kan kardeşliğinden daha kuvvetli idi.
İslam tarihinde her zaman saygı ile anılan Ensar ve Muhacirler, dinimize büyük hizmetlerde bulunmuşlardır.
İslam’ın Hızla Yayılması
Peygamberimiz (sas.) ve Müslümanlar, müşriklerin dayanılmaz zulüm ve baskıları karşısında doğup büyüdükleri Mekke’den Medine’ye göç ettikten sonra da müşrikler düşmanlıklarından vazgeçmediler. İslam’ın nurunu söndürmek için ordular hazırladılar ve Müslümanlara saldırdılar. Bu tehlikeli durum karşısında kendilerini savunmak için savaşmaktan başka çareleri kalmayan Müslümanlar, bu saldırılara karşı kahramanca karşı koydular, kendilerinden kat kat üstün olan düşman kuvvetlerini Allah’ın yardımı ile mağlup ettiler. Böylece düşmanlar karanlık emellerine ulaşamadılar. Müslümanların sayısı gün geçtikçe çoğaldı ve İslam’ın nuru hızla yayılmaya devam etti.
Önceleri İslam’a karşı çıkan ve Müslüman olmamak için direnenler zamanla gerçekleri görmeye başladılar. Mekke fethedilip Kâbe putlardan temizlendikten sonra İslam’ın nuru hızla yayıldı. İnsanlar gerek fert gerekse gruplar hâlinde İslam’ın ışığına koştular. Bu maksatla Arabistan’ın dört yanından gelen heyetler Peygamberimizi (sas.) ziyaret ederek Müslümanlığı kabul ettiklerini bildirdiler.
Peygamberimizin Devlet Başkanlarına Gönderdiği İslam’a Davet Mektupları
Hz. Muhammed (sas.), bütün insanlara Peygamber olarak gönderilmişti. O, önce yakın çevresini ve içinde yaşadığı toplumu İslam’a davet etti. Daha sonra da İslam dinini dünyaya tebliğ etme görevine başladı. Bu maksatla Bizans İmparatoruna, İran, Mısır, Habeşistan, Umman ve Bahreyn devlet başkanlarına elçiler yolladı. İslam’a davet mektupları gönderdi.
Peygamberimiz (sas.) gümüşten bir mühür yaptırmış, üzerine de “Muhammedü’r-Resulüllah” cümlesini yazdırmıştı. Mektuplarının altını bununla mühürlüyordu.
Habeşistan hükümdarı Peygamberimizin (sas.) mektubunu alınca Müslümanlığı kabul etti.
Bizans İmparatoruna gönderilen mektup:
“Bismillahirrahmanirrahim. Allah’ın kulu ve Resulü Muhammed’den Rumların büyüğü Hirakl’e, Hidayet yoluna uyanlara selam olsun.
Bundan sonra, ben seni İslam’a davet ediyorum. Müslüman ol ki selamete eresin. Allah da sana ecrini iki kat verir. Eğer kabul etmezsen halkının vebali senin boynundadır.
Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin: Ancak Allah’a kulluk edelim. O’na hiçbir şeyi ortak yapmayalım. Allah’ı bırakıp bir kısmınız diğer kısmınızı rab edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse, şahit olun, biz Müslümanız deyin.”
Bizans İmparatoru Hirakl, Peygamberimizin (sas.) gönderdiği elçiye:
—Ben bu Peygamberin zuhur edeceğini biliyordum, fakat onun Arabistan’dan çıkacağını zannetmiyordum.
“Eğer ona ulaşabileceğimi bilsem, her zahmete katlanırdım, yanında olsam ayaklarını yıkar, hizmet ederdim” dedi.
İmparator, Müslümanlığı kabul etmedi, ancak, peygamberin elçisine iyi davrandı ve ona hediyeler vererek geri çevirdi.
İran Hükümdarına gönderilen mektup şudur:
“Bismillahirrahmanirrrahim. Allah’ın kulu ve Peygamberi Muhammed’den Farsın büyüğü Kisra’ya. Hidayete uyanlara, Allaha ve peygamberine iman edenlere, Allahtan başka hiçbir ilah olmadığına ve Muhammed’in onun peygamberi olduğuna şehadet edenlere selam olsun.
Ey Kisra! Ben seni İslam’a davet ediyorum. Ben bütün insanlara gönderilmiş bir hak Peygamberim. Yaşayan insanları (Allah’ın azabı ile) uyarırım. Müslüman ol ki selamet bulasın. Eğer olmazsan bütün Mecusilerin vebali boynundadır.”
İran hükümdarı Hüsrev Perviz, Peygamberimizin (sas.) mektubunu okuyunca öfkelendi. Âdetlerine göre hükümdarlara gönderilen mektuplar onların adı ile başlardı.
Hâlbuki Peygamberimizin (sas.) gönderdiği mektup Allah’ın adı ile başlıyor, Peygamberimizin adı da hükümdarın adından önce geliyordu. İşte hükümdar buna fena hâlde kızmış ve, “Benim kölem bana böyle mi hitap ediyor?” diyerek Peygamberin mektubunu öfke ile yırtıp atmıştır. Zavallı böyle yapmakla kendi adını parçaladığını bilmiyordu. Hükümdarın bu küstahça hareketi Peygamberimize haber verilince, “parça parça olsunlar” buyurdu. Çok geçmeden Hüsrev Perviz, oğlu Şırveyh tarafından karnı deşilerek öldürüldü. İran saltanatı Hz. Ömer’in halifeliği döneminde yıkılıp ortadan kaldırıldı.
Öte yandan bu mektuba hiddetlenen hükümdar kendi idaresinde olan Yemen Valisi Bâzân’a bir mektup yazarak “Hicaz bölgesinde Peygamber olduğunu söyleyen adamı bana gönder” diye emretmiş, Vali de Peygamberimize “Hemen İran hükümdarının yanına varasın” diye bir mektup yazıp iki memurunu Medine’ye göndermişti. Memurlar Medine’ye gelip Peygamberin huzuruna çıktılar ve mektubu verdiler. Ve hemen hükümdarın yanına gitmezsen seni yok eder, dediler. Peygamberimiz “yarın cevap veririm” diye onları huzurundan çıkardı.
Bunu müteakip Allah tarafından “İran hükümdarının o gece oğlu tarafından öldürüldüğü” peygamberimize bildirildi.
Peygamberimiz (sas.) memurları çağırarak durumu kendilerine haber verdi. Ve “İslam dini yakında İran ülkesine hâkim olacaktır. Vali Bâzân’a söyleyin. İman etsin.” dedi.
Memurlar Yemen’e varıp durumu Valiye haber verdiler. Gerçekten Peygamberimizin haber verdiği vakitte hükümdarın öldürülmüş olduğu anlaşılınca, bu mucizeyi gören Vali ve yanındakiler Müslüman oldular.
Mekke’nin Fethi (M. 630)
Peygamberimiz (sas.), 630 yılında Mekke’yi fethetmeye karar verdi ve 10.000 kişilik İslam ordusu dört koldan Mekke’ye girdi. Peygamber Efendimiz, Mekke’nin kan dökülmeden alınmasını istiyordu. Bunun için askerlere şöyle dedi:
“Kesinlikle kan dökmeyin, silahlı çatışmaya girmeyin.”
Dediği gibi de oldu. Mekke kan dökülmeden fethedildi. Peygamberimiz Harem-i Şerif’e giderek Kâbe’yi putlardan temizletti ve orada toplanan insanlara önemli bir hutbe irat etti. Peygamberimiz bu hutbesinde,
Allah’ın birliğini, insanların eşit olduğunu, geçmişteki kan davalarının kaldırıldığını anlattıktan sonra şu anlamdaki ayeti okudu:
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Tanışasınız diye sizi milletlere, kabilelere ayırdık. Sizin Allah katında en şerefliniz, O’ndan en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah bilir ve işitir.” (49/Hucurât, 13.)
Bunları dinleyen Mekkeliler, vaktiyle Peygamberimizi öldürmeye kalkışmışlar, ilk Müslümanlara dayanılmaz eziyetlerde bulunmuşlar, İslam’ın nurunu söndürmek için ellerinden geleni yapmışlardı. Şimdi boyunlarını bükmüş, haklarında verilecek kararı bekliyorlardı.
Peygamberimiz (sas.) kendilerine sordu:
—Ey Kureyş topluluğu! Hakkınızda ne yapacağımı sanıyorsunuz?
—Sen, asil ve şerefli bir kardeşsin, dediler.
Peygamberimiz (sas.) burada da büyüklüğünü gösterdi.
—Bugün sizi kınamak yok, hepiniz serbestsiniz, buyurdu ve hepsini affetti.
Mekke’yi fetheden büyük Peygamber, engin merhameti ve bağışlayıcılığı ile de gönülleri fethetti. İnsanlığa en güzel ahlak ve fazilet dersi verdi. Mekke’nin fethedildiği gün öğle ezanını, Hz. Bilâl-i Habeşi Kâbe’nin damına çıkarak okudu. Namaz kılındıktan sonra Peygamberimiz Safa tepesine çıktı. Yeni Müslüman olanlar da orada toplandılar. Önce erkekler, sonra da kadınlar biat ettiler (Yani Peygambere itaat edeceklerine söz verdiler.).
Veda Haccı (M. 632)
Mekke fethedildikten sonra İslam dini hızla yayıldı. Allah’ın birliği inancı iyice kalplere yerleşti. Kurtuluşun İslam’da olduğunu gören insanlar, kendiliklerinden gruplar hâlinde gelip Müslüman olmaya başladılar. 23 yıllık şerefli bir mücadelenin hayırlı sonucunu gören Peygamberimiz (sas.), hicretin onuncu yılında yüz binden fazla Müslümanla birlikte Hacca gitti.
Peygamberimiz (sas.), Arafat’ta yaklaşık 124 bin Müslümana hitaben meşhur hutbesini okudu. Buna “Veda Hutbesi” denir. Bu hutbeden sonra şu anlamdaki ayet-i kerime nazil oldu,
“Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Ve size Din olarak İslam’ı seçtim.” (5/Mâide, 3.)
Peygamber (sas.) Efendimiz, ahiret yolculuğunun yaklaştığını ve bundan sonra hac edemeyeceğini anladığı için burada Müslümanlara veda etti. Bu sebeple, Peygamberimizin bu haccına “Veda Haccı” denilmiştir.
Peygamberimiz (sas.), Hac vazifesini tamamladıktan sonra beraberindeki Müslümanlarla birlikte Medine’ye döndü.
Veda hutbesinde, eşitlik ilkeleri bildirilmiş, gerçek anlamda huzur ve mutluluğun temelleri atılmıştır. O zaman, sesi uzaklara ulaştıracak hoparlör gibi bir alet olmadığından, Peygamberimizin söylediği her cümle, yüksek sesli Sahabiler tarafından tekrar ediliyor, bütün cemaate anında duyuruluyordu. Bu hutbe, insan hakları evrensel beyannamesinden çok önce, insan haklarını koruyucu önemli hükümler getirmiştir.
Peygamberimizin Tarihî Veda Hutbesinden Bazı Bölümler
Ey insanlar!
Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğim.
İnsanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.
Ashabım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.
Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah’ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalan bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır.
Ashabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır.
İnsanlar! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hâkimiyetini kurmak gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat siz, bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.
İnsanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah’ın emaneti olarak aldınız, onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların, aile yuvasını, sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir.
Müminler! Size iki emanet bırakıyorum ki onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler Allah Kitabı Kur’an ve Onun Peygamberinin sünnetidir.
Müminler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz. Müslüman Müslümanın kardeşidir, böylece bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir. Meğerki gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.
Ashabım! Kendinize de zulmetmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.
İnsanlar! Cenab-ı Hak, her hak sahibine hakkını (Kur’an’da) vermiştir. Varise vasiyet etmeye lüzum yoktur.
İnsanlar! Rabbiniz birdir. Babanız birdir, hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O’na en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana Allah saygısı ölçüsünden başka bir üstünlüğü yoktur.
İnsanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?
“Allah’ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun, diye şehadet ederiz.” (Bunun üzerine Resul-i Ekrem mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak, sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu): Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab!
Peygamberimizin Hastalanması ve Vefatı (M. 632)
Peygamberimiz (sas.), Veda Haccını yapıp Medine’ye döndü ve bir süre sonra hastalandı. O, görevinin sona erdiğini ve bu dünyadan göçme zamanının yaklaştığını anlamıştı. Hastalığı günden güne artıyordu. Hasta iken de ezan okununca Mescide gidip namazları kıldırıyordu. Fakat ölümüne üç gün kala hastalığı ağırlaştı. Mescide çıkamadı. Hz. Ebubekir’in cemaate imamlık yapmasını ve namazları kıldırmasını emretti.
Hastalığının ilerlediği bir günde Ashabına şunları söyledi: “...Biliniz ki sizler yine bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer, Kevser havuzunun kenarıdır. Her kim orada benimle buluşmak isterse, elini ve dilini lüzumsuz iş ve sözden korusun. Bu dünyadan göçme zamanımın geldiği bana haber verildi. Allahım’a kavuşacağıma seviniyorum. Ümmetimden ayrılacağım için de üzgünüm. Ben haberimi aldım. Allah’a gidiyorum.”
Ölümünden iki gün önce Ashabdan bazılarının yardımıyla Mescide geldi. Yavaş yavaş minbere çıktı. Yüzünü cemaate çevirerek şöyle dedi,
—Ey Müslümanlar! Şayet birinize karşı kötülük yapmışsam, onun karşılığını kabule hazırım.
—Kime vurduysam, işte arkam gelsin vursun
—Kimin bende alacağı varsa, işte malım, gelsin hakkını alsın.
8 Haziran Pazartesi sabahı Peygamberimizin (sas.) hastalığı biraz hafifleyince mescide gitti. Oturduğu yerde Hz. Ebubekir’e uyarak sabah namazını cemaatle kıldı. Mescitten evine dönünce hastalığı arttı. O gün kuşluk vakti olunca, “Ya Rab, ölüm şiddetine karşı bana kolaylık ver. Canımı tatlılıkla al” diye dua etti. Yanında bir kapta soğuk su vardı. Elini suya batırıp, bununla mübarek yüzünü serinletiyordu.
Nihayet öğle üzeri elini kaldırdı. Şehadet parmağını yukarı doğru dikti, “Refik-i â’lâya = Yüce dosta.” dedi. Son sözü bu oldu.
Allah elçisi 63 yaşında mübarek ruhunu Mevlası’na teslim etti (12 Rebiulevvel Pazartesi, M. 8 Haziran 632).
Peygamberimiz (sas.) vefat ettiği yerde defnedildi. Medine’de O’nun kabrinin bulunduğu yere “Ravza-i Mutahhara” denilmektedir. Sevgili Peygamberimiz’in (sas.) 23 yıllık Peygamberlik hayatının 13 yılı Mekke’de, 10 yılı da Medine’de geçmiştir. O, insanlığın mutluluğu için çalıştı. Son Peygamber olarak görevini hakkıyla yerine getirdi ve bu dünyadan göçtü.
Dünya neye sahipse, O’nun vergisidir hep,
Medyun O’na cemiyeti, medyun O’na ferdi,
Medyundur O ma’suma bütün bir beşeriyyet,
Ya Rab bizi Mahşerde bu ikrar ile haşret.
Mehmet Akif ERSOY
Peygamberimizin Çocukları
Peygamberimizin (sas.) yedi çocuğu dünyaya gelmiştir. Bunların üçü erkek, dördü kızdır.
Erkek çocukları, Kasım, Abdullah ve İbrahim’dir.
Kız Çocukları, Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma’dır.
Bunların altısı Hz. Hatice’den, oğlu İbrâhîm de Mâriye’den doğmuştur.
Kasım ile Abdullah peygamberlik gelmeden küçük yaşta öldüler. Peygamberimiz (sas.) çocuklarının ölümüne çok üzülmüştü. Peygamberimizin (sas.) bir künyesi de “Ebû’l-Kâsım”dır. Yani “Kâsım’ın babası”. Peygamberimiz (sas.) bu künyeden çok hoşlanırdı. Bunda küçük yaşta kaybettiği oğlunun ismi geçtiğinden teselli bulurdu.
Diğer oğlu İbrahim ise hicretten sonra Medine’de doğdu. O da küçük yaşta vefat etmiştir. Oğlunun ölümü üzerine Peygamberimiz gözyaşı dökerek şunları söyledi,
“Göz yaşarır, kalp üzülür. Allah’ın rızasına uygun olandan başka bir söz söyleyemeyiz. Ey İbrahim, seni kaybetmenin derin üzüntüsü içindeyiz.”
İbrahim’in öldüğü gün güneş tutulmuştu. Bazı kimseler, “İbrahim’in ölümü için güneş tutuldu” dediler. Peygamberimiz bu düşüncenin yanlış olduğunu bildirerek şöyle buyurdu,
“Şüphesiz güneş ve ay, Allah’ın ayetlerinden iki nişandır. Bunlar, hiç kimsenin ölümünden ya da hayatından dolayı tutulmazlar.”
Peygamberimizin (sas.) kızlarının hepsi büyümüş ve evlenmişlerdir. Hz. Fâtıma’dan başka üç kızı peygamberimizden önce vefat etmiştir. Küçük kızı Fâtıma, Hz. Ali ile evlenmiş ve Hz. Peygamberin (sas.) vefatından sonra altı ay daha yaşamıştır. Peygamberimizin soyu onun neslinden devam etmiştir. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, onun çocuklarıdır.
Kaynak: İslam İlmihali, Diyanet