Peygamberimizin İnsanların İyiliğini İstemedeki Hassasiyeti

İbadet Hayatımız

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) insanların iyiliğini isteme noktasında nasıl bir hassâsiyete sahipti. Örnekleriyle Peygamberimizin (s.a.v) ümmeti için sarf ettiği gayret...

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, herhangi bir lider gibi sadece bir iyilik temennîcisi değil, ümmetine bütün gücüyle destek olan bir rehber idi.

Bir sahâbî, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hâlinin iyi veya kötü olduğunu nasıl bilebileceğini sordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ona:

“Âhiret işlerinden birini arzu ettiğinde onu yapmak sana kolay geliyor ve dünya işlerinden birini arzu ettiğinde onu yapmak sana zor geliyorsa, bilmiş ol ki, muhakkak sen iyi bir hâl üzeresin!

Şâyet âhiret işlerinden birini istediğin zaman onu yapmak sana zor geliyor ve dünya işlerinden birini istediğin zaman onu yapmak sana kolay geliyorsa, kötü bir hâldesin!..” buyurdular. (Abdullah bin Mübârek, Kitâbü’z-Zühd, s. 29; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Mevsû‘a, I, 48)

Efendimiz, fiilleriyle, sözleriyle ve ahlâkî yaşayışıyla bütün insanlığı kuşatan bir rahmetti; yol göstericiydi. Hidâyet yolunda her türlü meşakkat ve çilenin en büyüğü O’nun sırtındaydı. Nitekim bir defâsında şöyle buyurmuştur:

“Allah yolunda hiç kimsenin korkutulmadığı kadar korkutuldum, Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım. Otuz gün geçerdi de Bilâl ile ikimizin yemeği, Bilâl’in koltuğunda taşıdığı bir parça yiyecek olurdu.” (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

O, aldığı ilâhî vazîfeyi, en mükemmel bir şekilde îfâ ediyordu. Bu hususta öyle bir sabır ve gayretin içindeydi ki, bâzen kendisini bu denli harâb etmemesi yönünde îkâz-ı ilâhî sâdır oluyordu.

İnsanların selâmeti için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gösterdiği bu yüksek fazîlet, Kur’ân-ı Kerîm’deki şu âyette ifadesini bulur:

(Rasûlüm!) Onlar îmân etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!..” (eş-Şuarâ, 3)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu hâlini şöyle ifade buyurur:

“Benimle sizin durumunuz şuna benzer: Bir adam ateş yakar. Ateş etrafı aydınlatınca pervâneler (gece kelebekleri) ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar. Adamcağız onlara mânî olmaya çalışır. Ancak hayvanlar galebe çalarak pek çoğu ateşe düşerler. Ben, ateşe düşmemeniz için sizi belinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe atılmak için koşuyorsunuz!” (Buhârî, Rikâk, 26)

Bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, dünyada yaşayan her insanın Allâh’a inanmasını ve kendisini cehennem azâbından kurtarmasını, şefkat ve merhameti gereği olarak istediğinin çok açık bir delîlidir.

Ebû Cehil’in Rasûlullâh’a saldırdığını duyan Hazret-i Hamza, ırkî asabiyet duygusunun kabarmasıyla Ebû Cehil’e yayı ile vurmuştu. Sonra Rasûlullâh’a dönerek:

“–Muhammed, müsterîh ol! Çünkü Ebû Cehil’den öcünü aldım!..” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:

“–Benim öç almakla işim yok; fakat sen müslüman olursan, o zaman müsterîh olurum!” buyurdu.

Hazret-i Hamza bu cevaptaki inceliği kavradı ve tefekküre daldı.

Hamza -radıyallâhu anh- îmân etme husûsunda birçok tereddütler yaşayıp geceyi uykusuz geçirdikten sonra sabah erkenden Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldi. Uykusunu kaçıran şüphe ve tereddütleri ona bir bir anlattı:

“–Ey kardeşimin oğlu! Ben öyle bir çâresizlik içine düştüm ki, çıkış yolu bulamıyorum. Ne olur bana bir şeyler söyle, bir çıkış yolu göster!” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona va’z u nasihatte bulundu. Âhiret azâbını ve nîmetlerini anlatarak onu azap ile korkuttu ve cennet ile müjdeledi. Efendimiz’in bu nasihatleri neticesinde, Allâh’ın Arslanı Hazret-i Hamza îman ile şereflendi.[1]

İslâm’a girmek, ebedî kurtuluşa ermenin temel şartı olduğundan, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her bir insanın müslüman olmasını, büyük bir iştiyakla arzular ve tek bir insanın dahî hidâyeti sebebiyle son derece sevinirdi. Tâif’te gördüğü hakâret ve zulme mukâbil, Addas isimli bir kölenin müslüman olması, Efendimiz’e acılarını unutturdu. Tâif’ten Mekke-i Mükerreme’ye döndüğünde, uzaktan yakından pek çok kabile câhiliye haccı için gelmişti. Efendimiz kabîlelerin konak yerlerine gider, onları İslâm’a dâvet ederdi. Peygamberliğini tasdîk etmelerini, Rabbinin kendisine verdiği risâlet vazîfesini îfâ etmede kendisine yardımcı olmalarını isterdi.[2] Onlara:

“−Ben Allâh’ın Rasûlü’yüm! Sizin yanınıza geldiğimde, Rabbimin emirlerini insanlara ulaştırıncaya, elçilik vazîfemi yerine getirinceye kadar beni korur musunuz? İçinizden hiç kimseyi zorlamayacağım!”[3] diyerek insanların hidâyete ermesi için büyük bir heyecan duyar ve bütün gücüyle gayret gösterirdi.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a da:

“Allâh’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vâsıtanla bir tek kişiyi hidâyete kavuşturması, (en kıymetli dünya nîmeti sayılan) kızıl develere sahip olmandan (yani bütün dünya nîmetlerinden) daha hayırlıdır.” buyurmuştu. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 9)

Ebû Zer,[4] Hâlid bin Zeyd,[5] Hubeyb bin Yesâf[6] ve Reyhâne bint-i Amr[7] gibi Allâh’ın her bir kulu İslâm’a girip felâh bulduğunda, Peygamber Efendimiz’in yüzünde büyük bir sevinç, beşâret ve tebessüm görülürdü. Adiy bin Hâtim -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu huzur ve mutluluğunu:

“Müslüman olduğum zaman Rasûlullah Efendimiz’in yüzünün büyük bir sevinçle parladığını gördüm.” şeklinde ifade etmiştir. (Ahmed, IV, 378)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, en azılı düşmanları dahî kelime-i şehâdet getirip müslüman olduklarında onları affetmiş ve ashâbına da onların geçmişteki zâlimâne hâllerini hatırlatacak söz ve davranışlardan uzak durmalarını tembihlemiştir.[8] Kızı Hazret-i Zeyneb’i deveden düşürmek sûretiyle vefâtına sebep olan Hebbâr bin Esved, sevgili amcası Hazret-i Hamza’yı şehîd eden Vahşî ve müslümanlara senelerce her türlü zulmü revâ gören Ebû Cehil’in oğlu İkrime -radıyallâhu anhum-, kelime-i şehâdetin hürmetine af kervanına katılanlardan sadece birkaçıdır.

O’nun asîl davranışları ve yüce ahlâkı, sıradan maddî sâik ve intikam duygularından uzak olduğu gibi, şahsı ile de ilgili hiçbir arzusu yoktu.

Rasûlullâh’ın hayatında hiçbir zaman nefsi için intikam aldığını göremeyiz.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hiçbir sahâbînin yaptığı hatâlı bir işi yüzlerine karşı söylemezlerdi. Mu­hâ­tap­la­rı­nın ha­tâ­sı­nı on­la­ra ya­kış­tı­ra­ma­dı­ğı­nı his­set­tir­mek mak­sa­dıy­la:

“–Bana ne oluyor ki, sizleri böyle görüyorum!”[9] diyerek galat-ı ru’yeti (yanlış görmeyi) kendilerine izâfe ederlerdi.

Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in ifadesiyle, kendisine birisinden hoşlanmadığı bir söz ulaştığında:

“Filâna ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyor.” demez de, “Bâzı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyorlar.” buyururlardı. (Ebû Dâvûd, Edeb, 5/4788)

Muhâtabının nasîhat ederken bile üzülmemesi ve darılmaması için âdeta titreyen o şânı yüce Peygamber, merhamet âbidesiydi.

Bu özellikler O’nun hâl ve hareketlerinde görüldüğü gibi, konuşmalarında da kendini gösteriyordu. İşte O yüce ahlâk sahibinin bir hitâbı:

“Ey îmân edenler! Allah sizi emniyet içinde tutsun! Sizi gözetsin! Sizi kötülüklerden korusun! Size yardım etsin! Sizi yüceltsin! Size yol göstersin! Sizi kendi emniyeti içinde tutsun! Sizleri her tür tâlihsizlikten sakındırsın ve dîninizi sizler için korusun!..” (Taberânî, Evsat, IV, 208; Ebû Nuaym, Hilye, IV, 168)

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allâh’ın “Ğafûr” ve “Rahîm” isimlerinin tecellîsine mazhar olarak, inkârcılar hakkında da aşırı derecede üzülüyor, onların cehenneme gitmemesi için duâ ediyordu. Buna mukâbil yine ilâhî îkaz geldi:

“Demek ki bu söze (Kitâb’a) inanmazlarsa (ve bu yüzden helâk olurlarsa diye) arkalarından üzülerek neredeyse kendini mahvedeceksin!” (el-Kehf, 6)

O’nun gül kokulu sohbetlerinde bulunan sahâbe-i kirâm hazarâtının aşk ve vecd ile aldıkları ilim, feyiz, fazîlet ve kalbî hayatı, uzak mesafeleri kat ederek bütün cihâna taşımaları, yine Rasûlullâh’ın onlara aşıladığı, “Yaratan’dan ötürü yaratılanlara merhamet” telâkkîsinin en bâriz bir misâlidir.

Herkes O’nun âlicenaplığından ve cömertliğinden payına düşeni almıştı. O’nun iyiliği ve sevgisi, taştığında bütün tarlaları suya doyuran bir nehir gibiydi. O’nun yanından kimse aç, susuz ve ilgisiz ayrılmazdı.

Dipnotlar:

[1] Bkz. İbn-i Hişâm, I, 312-313; Hâkim, III, 213; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 84.

[2] Bkz. İbn-i Sa’d, I, 216-217; Ahmed, III, 322, 492; İbn-i Kesîr, III, 183-190.

[3] İbn-i Hişâm, II, 33-34; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 184; İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 353. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 19-20/4734.

[4] Hâkim, Müstedrek, III, 385/5459.

[5] İbn-i Kesîr, Bidâye, III, 83.

[6] Vâkıdî, Meğâzî, I, 47.

[7] İbn-i Kesîr, Bidâye, IV, 128.

[8] Vâkıdî, II, 857-858.

[9] Buhârî, Menâkıb 25, Eymân 3; Müslim, Salât, 119; İbn-i Hibbân, IV, 534.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş,Genç Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Nisan Sayı: 187